'Ayakkabı Hırsızları' denince ne duyumsar aklınız? Kötücül, yakalanınca pataklanacak kişiler mi? Artık değiller, çünkü yoklar. Bulursanız kucaklayacaksınız onları, hasretten, biliyorum. Heyecanla beklediğiniz bayram alışverişlerinde aldığınız o güzelim ayakkabıları çalanlar bile hoş geliyorlar aklınıza şimdi...
En son çocuklarım için ne zaman bayram alışverişi yaptığımı hatırlamıyorum. Hiç yapmamış değilim, ama hatırlamadığıma göre çok azdır bayram öncesi alışveriş. Kötü bir baba değilim bayram alışverişi yapmadığım için, aksine bayramdan bayrama alışveriş yapacak derecede fakir olmadığım ve gerektiği zaman alışveriş yapabildiğim için Allah’a şükrediyorum ve iyi bir babayım bu yüzden.
Zenginleştik; zenginleşiyoruz bazı kötü huylarımız da ortadan kalkıyor, ama onların yerine yeni kötü huylar ediniyoruz. Câmi’den, hiç çaldırmadığımız hâlde, ayakkabı çaldırmak korkusu hâlâ biz yaşı geçmişlerde biraz varsa da ehemmiyeti yok. Çünkü; ikinci el ayakkabı piyasası yok. Eskiden vardı, çalınmış ayakkabı para ederdi.
Ayakkabı ucuzladığı için hırsızlar câmilerden ayakkabı çalmıyorlar; bu iyi bir şey… Hoplaya zıplaya gidiyor çocuklarımız câmiye… Yer bulamıyorlar eski zamandaki bizler gibi… Cumaları, bir de bayramın ilk günü sabah.
Babam, sabah namazlarını camide kılıp bayram namazına kadar orada kaldığı için hiç elimden tutup camiye götürmedi beni… Tek giderdim bayram namazlarına, yer bulamazdım, ayakkabılarımı hep yanı başımda tutardım, yepyeni oldukları için. Eskileri giyip gitmek de yakışmazdı müslümana… Tertemiz, yepyeni giysilerle ve ayakkabılarla gidilirdi camiye; öyle bilirdik, öyle masumduk.
Hepimiz fakirdik eskiden, bu yüzden hikayelerimiz benzer birbirine; bayramdan bayrama alabilirdi babalarımız yeni kıyafetlerimizi. Zorda kaldığımızda da bayrama bakmazdı tabi ihtiyaç… 90’dan önce her şey çok alamayacağımız kadar pahalıydı çünkü. Ayakkabılar, pantolonlar, gömlekler, ceketler ateş pahasıydı. Ancak zengin çocukları kundura giyebilirdi. Çocuklara göre ceket olmazdı. Ancak terzilerde dikilebilirdi ceketler, elbiseler; hazır giyim kavramından habersizdik. Mont, tişört, kot pantolon ve daha bir sürü giyecek türü, sadece zenginlerin görebileceği, giyebileceği daha doğrusu satın alabileceği şeylerdi.
Amerikan Pazarı kurulurdu. Kot pantolonlarını, botları orada görebilirdi fakir; varsa parası ikinci el ancak alabilirdi. Bir gözü Amerikan Pazarı’ndaki tezgahlarda yürürdü Adana gençleri. Zaman o kadar hızlı akıyor ki nasıl değiştiğimizi de fark edemiyoruz; zenginliğin, fakirliğin nasıl bir şey olduğunu anlatabilmek için televizyonlarda, sosyal medyada yoksul ve aç Afrikalı, Asyalı çocukları gösteriyoruz çocuklarımıza…
Artık câmilerden eskisi kadar ayakkabılarımız çalınmıyor. Şadırvanlara astığımız ceketler kaybolmuyor. Tedirgin değil içimiz. Poşetlere koyduğumuz ayakkabılarımızı câmideki ayakkabı raflarına koyduğumuzda kaygımız ayakkabılarımızı çaldırmamak değil artık, câmiyi kirletmemek.
Kaç çocuk, bayram namazına yeni ayakkabılarını giyerek gitmeye cesaret edebilmiştir hâlâ merak ederim. Fakirlik, ahlakı, dini pek de umursatmıyor herhalde… Câmiye gelen herhangi bir çocuk da alıp gidebilirdi yepyeni bir ayakkabıyı; nefsine yenik düşen bir yetişkin de kendi ayakkabısı yerine daha yeni bir ayakkabıyı giyip gidebilirdi. Ya da yeni bir ayakkabı giymek için Bayram veya Cuma namazlarına gidenler de vardı. Karışıktı her şey yoksulluğun içinde. Nasıl giymişlerdir çaldıkları ayakkabıları diye sorar dururdu çocuk aklım.
Günah, haram, kul hakkı, fakirin sevap kazanmak için gittiği câmide yerini yeni ayakkabı hırsına emanet ederken pek de zorluk çekmezdi... Rahmetlik babamın defalarca daha eski ayakkabılarla eve döndüğünü hatırlıyorum.
Hiç unutmam; vaizlerin aklında ayakkabısı ile namaz kılanlara dair ürettiği hikâyeler de vardı. İnsanlarımız akıllarında ayakkabıları varken dinlerlerdi vâizleri, imamları… Bir ayakları giderayak dururdu kapıya doğru... Hele Cuma ve Bayram namazlarında iki rekatlık farzdan sonra kalkıp gidenlerin çoğu ayakkabılarını çaldırmamak derdindeydi.
Ayakkabı’nın namazdaki ihlası etkilediği böyle bir geçmişe sahiptik biz. Bayram’dan bayrama namaza gidenlerimiz en eski ayakkabılarını giyer giderlerdi câmiye. Cuma namazlarının hırsızları ayrıydı, Bayram namazlarının hırsızları ayrı.
İhlasımız zedelenmesin diye yepyeni ayakkabılarımızı giyip camiye giderken de savaşa gider gibi büyük bir cesaretle camiye gider, yeni ayakkabılarımızı çaldırmadan döndüysek, takındığımız zafer edasıyla da eve kadar yürürdük. Bir devrin yoksul milletinin çocuklarıydık biz. Zenginimiz ile fakirimiz arasındaki fark çok azdı. Hırsızlarımız zengini ayakkabı ile ayırırlardı. Cuma ve bayram namazları zengin ile fakirin beraber gittiği namazlardı.
Ama yine her şeyden önemlisi, ayakkabı hırsızları vicdan azabından olsa gerek bir daha ki ayakkabı ihtiyaçlarına kadar bir şey çalmazlardı, hırsızlık yaygın değildi. Hırsızlarımız bile bir utanma duygusuna sahipti. Meslekleri değildi hırsızlık, geçmişte kızsak da şimdi onlar bile sevimli geliyorlar bize.
Zenginleştik, ama şimdinin hırsızları evlerimizde güvenle namaz kılmamıza bile izin vermiyorlar. Ruhumuzu çalıyorlar, evlerimize giriyorlar; tecavüz ediyorlar, öldürüyorlar. Biz ayakkabılarımızı çaldırmaktan korktuğumuz günleri özlüyoruz. O zaman kaybedeceklerimiz daha azdı; hırsızlarımız daha namusluydu, daha vicdanlıydı. İki ayakkabı çalmazlardı; lazım olan neyse, çaldıkları oydu. Şimdi çalanlar var elbette; ama ihtiyaçtan değil, meslekten...
Ayakkabı hırsızlarının gölgesinde kıldığımız namazlar daha ihlaslı gibiydi şimdikinden… Kafamız çaldırdığımız, çaldırmaktan korktuğumuz düşüncelerimizle dopdolu iken gidiyoruz camilere. Câmiler birer sığınak, huzur mekânları değiller, birkaç kez eğilip, yıldırım hızıyla dua okuyup kaçtığımız yerler artık.