"Hiçbir kanunla yasaklanmamış olmasına rağmen okullarda ve öğrenci yurtlarında ibadet edilebilecek mekânlar yok hâlâ. Aksine bir hüküm olmadıkça, idareler ibadet yeri açma yetkisine sahipler, ama bunu yapacak cesarette idarecilerimiz yok. Laiklik bu hakların eksiksiz olarak verildiği bir sistemi gerektirdiği halde karşıt uygulamalar laiklik diye dayatılıyor. Ne tuhaf!"
Bugün biraz ürktüm, biraz da sevindim. Yaz güneşlerine nispet edercesine bunaltıcıydı Ekim güneşi. Ceket sırtımda, kravat boğazımda; terledim. Bir umut sıçradı aklıma: AB uyum paketlerinde öğretmenler için serbest kıyafet başlığı var mı acaba? Gerçi serbest hükmünü duyduğumuzda serbestin derecesini nasıl ayarlayacağız bilemiyorum; ama şu sıkıcı büro kıyafetleri artık değişmeli.
Seçilmiş üyelerden oluşan meclisler kanun yapıyorlar, kanunlar insanları sınırlıyor; kanunların doğumundan sonra da sınırlar keyfî olarak genişliyor ya da daralıyor. Birileri sıkılıyor, kanunları yeniden değiştiriyor; daralma ve genişleme bu kez daha sert yaşanıyor. Bizler de demokrasi dendiğinde bu acayipliği anlıyoruz. Asıl sıkıntım bu; terliyken ürktüğüm şey de tam olarak buna bağlı. Kavramsal tıkanmalarımız ve bu kavramlarla ilişkilerimiz, bu ilişkilerimizin sonraki nesillere aktarımı.
Ürktüğüm zamanı anlatmak istiyorum önce. Ekim güneşi, öğleden hemen sonraki saatlerde yakıp kavuruyordu ortalığı. Dersteydim. Dersin kendi akışında geçip giden dakikalarından birinde, tüm öğrenciler anlattıklarımı dinler bir hâlde yüzüme bakarken, bir kız öğrenci ayağa kalktı, yakınındaki pencereye gitti ve açık olan pencereyi kapattı. Hemen arkasında oturan sınıf başkanı diğer kız öğrencim, söylene söylene ayağa kalktı ve kapatılan pencereyi tekrar açtı.
Tartışmaya başladılar, sınıfın diğer köşelerinden de itirazlar duyuldu. Pencereyi kapatan kızcağız ‘Üşüyorum, o yüzden kapattım” diyordu, sınıf başkanı, “Biz bunalıyoruz, çoğumuz pencerenin açık durmasını istiyoruz”, diye cevap veriyordu. Sessizce izlemeye devam ettim; ders bölünmüştü bir kere.
Üşüyen kızımız direniyor, başkan da sesini yükselterek baskı kurmaya çalışıyordu. Sessiz olunmasını istedim. Sınıfta üç pencere vardı ve kapı ile birlikte üçü de açıktı; hava akımı üşütecek derecede sertti. Terli sırtım da üşümüştü, ama pencerenin açık kalması kapalı kalmasından iyiydi. Üşüyen kızın kapattığı, başkanın tekrar açtığı pencereyi kapattırdım; diğer iki pencerenin açık olduğunu hatırlattım. Böylece dengeli bir çözüm bulmuş olacaktım.
Son durumda sınıfın havası normale dönmüştü. Ancak başkan itirazlarına devam etti. “Demokrasi var, çoğunluk pencerenin açık olmasını istiyor.” Diyordu. Kısa boylu, zayıf bir kızımızdı; atkuyruğu yaptığı uzun saçlarıyla orantılıydı sesi. Bulduğum çözümü, daha iyi anlamaları için izah ettim. Ama ısrar sürdü; ikna olmuyorlardı.
Israr ederlerse, tüm pencereleri ve kapıyı kapatacağımı söyledim. Dinlemediler. Kapıyı kapattım; şaşırdılar. Yine itiraz ettiler. Sınıfı benim yönettiğimi ve benim bu kararıma uymak zorunda olduklarını, istersem açık kalan diğer iki pencereyi de kapatacağımı ve daha çok bunalmalarını sağlayacağımı söyledim. “Demokrasi var”, diye itiraz ettiler. “Burası sınıf ve burada kurallar var”, dedim, “Sınıfı öğretmen yönetir, o kadar.”
Gerçekten ürkmüştüm. Demokrasi diye bildikleri şeyin demokrasi ile ilgisi yoktu. Gelecekte bu neslin yaşayacakları sıkıntılar üşüştü zihnime; terim arttı. Kafalarında yanlış bir demokrasi tanımı vardı; bunu değiştirmeliydim. Çoğunluk sağlandığında her şey çoğunluğun istediği şekilde olacak, gibi dayatmacı bir düşünce yerleştirilmişti lise 1 öğrencilerinin kafasının içine. Bu korkunç bir şeydi; demokrasinin olmamasından daha korkunç bir şey. Biraz duygu sömürüsü yaptım. İtiraz eden erkek öğrencilerden birine: “Kızlar kendi aralarında böyle sert tartışabilirler, ama sen bir erkek olarak kız arkadaşının hassasiyetlerine daha fazla dikkat edebilirdin; nihayetinde üşüyordu”, dedim. Delikanlı irkildi ve utangaç bir tebessümle sustu.
“Demokrasi, çoğunluğun azınlığı ezdiği sistem değil, çoğunluğun azınlığın haklarını da gözeterek, onlarla birlikte yaşadığı sistemdir”, dedim. Şaşkın bir halde birbirlerine baktılar. Çoğunluk kavramı kafalarını karıştırmış, yarıdan bir fazla kişinin onayladığı tüm kararların şeksiz şüphesiz uygulanabileceğine inanmışlardı ve bu inançlarında samimi idiler. Yaptığım açıklamanın onları bu derece şaşırtması beni de şaşırtmıştı. Hemen kabullenmişlerdi bu tanımı. Belliydi; katıksız inandıkları bu tanım geçmişte onların da canını sıkmıştı.
İzah etmeye devam ettim. Onların çözüm bulmasını beklediğimi, buldukları şeyin çözüm değil, baskı olduğunu gördüğümde de müdahale ettiğimi ve çoğunluğun istediklerini değil de kendi istediklerimi yaptığımı ve karar verme/uygulama haklarını ellerinden aldığımı söyledim. Aralarındaki anlaşmazlıkları çözme becerileri gelişmezse birilerinin sürekli kendilerine müdahale edeceklerini anlattım. Bu anlatım sürecinde de kapının hâlâ kapalı olduğunu ve bunun farkında olmadıklarını belirttim. Terlemişlerdi ve konunun oluşturduğu heyecan anaforu dolayısıyla bunun farkında bile değillerdi. Kaybettikleri karar verme/uygulama haklarının yanında bir sürü kayıpları olmuştu.
Konumuz mantığın son bölümü olan niceleyiciler ve ispat yöntemleri idi. Her, evrensel niceleyicisi ile Bazı, varlıksal niceleyicisini işlemiş, ispat yöntemleri ile ilgili çözümlemeler yapıyordum. Yaşadığımız demokrasi sorununu teori-ispat sürecinde kullanmış ve onları, mantıklı muhakeme sürecinde iyi bir örnekle düşünmeye yöneltmiştim. Demokrasi olmazsa neyin olacağını yaşayarak öğrenmelerini sağladığımı düşünüyordum. Endişeliydim de; ikna olmuşlardı, ancak bu değişimin kalıcı olup olmayacağını bilmiyordum.
Gözlerine baktım; tatmin olmuşlardı. Sorunu konumuzla ilişkilendirerek çözmüş olmam hoşlarına gitmişti. Endişelerim geleceğe doğru sürüklense de biraz sevinmiştim. Hiç değilse mantıklı çözümlemeleri algılayabiliyor ve davranış değişikliğine gidebiliyorlardı. Sorgulama kapasiteleri sınırlı, yarım asırlık inatları nasırlaşmış yetişkinlerle iç içeyken onları öyle görmek iyiydi; iyi gelmişti bana.
Bunalan sınıf havasına kaçırdığımız cereyanı davet emek için kapıya yöneldim ve kapı kolunu tutup çektim. O anda da zil çaldı. İyi dersler dileyip sınıftan ayrıldığımda, kendimi daha iyi hissediyordum; terli sırtım yine üşüyordu. Fakat büyük bir kavramsal üşümeyi 30 insan yavrusu için giderdiğim duygusuyla seviniyordum.
Meclisler, kanunlar, keyfî genişlemeler, daraltmalar falan diye girdim söze. Gençlere anlatamadıklarım da vardı. Güzel ülkemizde o güzel çocukların kafasındaki demokrasi anlayışı bile yoktu. Onlar biz yetişkinlerden çok daha ilerideydiler; hiç değilse çoğunluğun kaybedilmiş haklarına sahip çıkma bilinçleri vardı. Seçilmiş iktidarlar çoğunluğun değil, azınlığın baskılarına maruz kalmaya devam ediyorlardı.
Hiçbir kanunla yasaklanmamış olmasına rağmen okullarda ve öğrenci yurtlarında ibadet edilebilecek mekânlar yok hâlâ. Aksine bir hüküm olmadıkça, idareler ibadet yeri açma yetkisine sahipler, ama bunu yapacak cesarette idarecilerimiz yok. Laiklik bu hakların eksiksiz olarak verildiği bir sistemi gerektirdiği halde karşıt uygulamalar laiklik diye dayatılıyor. Ne tuhaf!
AB diyoruz; oysa AB’de okullarda, yurtlarda ve hastanelerde talep oldukça dua ve ibadet odaları kolaylıkla açılabiliyor. Bu konuyu tartışmaya açsak ne gelir başımıza acaba? Adına Demokrasi dediğimiz, aslında demokrasi ile sadece formel kılıklarda benzeşen sistemimizde çocuklarımızın muhtemel sorularına nasıl cevap vereceğiz?
Genişletilmiş kanunsuz yasaklar ve daraltılmış bireysel haklar cenderesinde birbirimizi kandırdığımızı gördüklerinde onları hayalî bir tanımla tanıştırdığımı düşünmeyecekler mi? Ben bu riski aldım; birlikte yaşamayı öğrenmeleri için; gelecekte de böyle bir sistem kurabilmeleri için; birilerinin gelip kapılarını kapatmamaları için.
Havanda su dövmediğimi biliyorum. Umarım, havanda su dövenler insan olduklarını hatırlarlar.
Mustafa Eyyüboğlu, YirmiBir Ekim İkiBinOn- Dokuz
Mustafa Eyyüboğlu Yazıları