“Kur’an sana yetmez mi? Allah’a kul olmak sana yetmez mi? Aşk senin neyine, fenâ-bekâ, gavslık senin neyine? Derdin ne? Allah’a kul olmak kibrine mi dokunuyor?”
***
Mustafa, yirmi iki yıllık eski bir dostum. Çok uzun bir aradan sonra sahibi olduğu küçük kırtasiye dükkânında onu ziyaret etmiştim. Çay eşliğinde yaptığımız kısa bir sohbetten sonra, ayrılırken, sohbetimize kulak misafiri olan eşinin “İzninizle, size bir şey sormak istiyorum” diyerek beni durdurmasıyla kaldı, sıklıkla parıldayan o sebep zihnimde. Durmuş ve: “Estağfurullah, buyurun”, demiştim. “Sohbetinizi dinledim ve daha önce de Mustafa bahsetmişti sizden”, demişti ve devam etmişti, “Merak ediyorum, neden başkalarıyla değil de Müslümanlarla uğraşıyorsunuz?”
***
Şaşırmış ve öylece kalakalmıştım.Ben ve Müslümanlarla uğraşmak?! Hiç böyle düşünmemiştim; fakat benim öyle düşünmemiş olmam dışarıya yansıyan görüntümün öyle anlaşılmayacağı anlamına gelmiyordu işte. Mustafa’ya baktım; o gülümsüyordu. Geri dönüp Yenge Hanım’a uzun ve geniş bir izâh ile bu kanaatinin neden yanlış olduğunu anlatmayı düşünmüştüm; ama vaktim dardı. Vaktin darlığına sığınıp:”Yenge Hanım” demiştim, “Müslümanlarla uğraşmıyorum, İslâm’ın içine İslâm’dan olmayan şeyleri dercedenlerle uğraşıyorum. Müslüman olmayanlar İslâm’a zarar veremezler zaten. İslâm’a ancak Müslüman görünenler ve Müslüman olduklarını sananlar zarar verebilirler.” Sonra dönüp değerli dostum Mustafa’ya bakarak: ”Mustafa size daha detaylı olarak anlatır”, diye eklemiş ve oradan kırgın bir şekilde vedalaşarak ayrılmıştım.
***
O günden sonra, konu sık sık kendisini hatırlattı, geçip giden olayların benzeşmelerinde. Ben Müslümanlarla mı uğraşıyordum? Hayır, bundan Allah’a sığınırım. O halde derdim neydi? İslâm’ı sadece ben mi biliyordum, kimin Müslüman olup olmadığına ben mi karar veriyordum? Estağfurullah, buna imkân var mıydı? Böyle münasebetsiz bir portre çizmiş olmak ya da öyle görünmek beni derinden sarsmıştı. Bu haksızlıktı, samimiyetime haksızlıktı. Anlatmam gerekirdi. Anlaşılmanın ilk adımı anlatmaktı zira. Yanlış yargıları minimalize etmenin tek yolu da anlatmaktı.
***
Sizler nasıl büyüdünüz, bilmiyorum, ama bizler Tefsir’i, Akaid’i, Kelâm’ı, Hitabet’i, Hadis’i, Siyer-i Nebî’yi, Siyer-i Enbiyâ’yı, Dinler Tarihi’ni, Yirmi Dört Sıyga’yı özümsemeye çalışarak büyüdük. İslâm’ın yoksullara/gariplere kalışını ve Müslümanların zelîl hallerini sebep-sonuç ilişkileri içerisinde tahlil ederken, yaşıtlarımız ergenlik dönemi sivilcelerini patlatmakla meşgullerdi. Bittabi, biz allâme-i cihan da değildik. Hâlâ değiliz; tahsil ettiğimiz her bir şey, istesek de istemesek de zihnimizin inşâsında kullanıldı. Bazılarımız bu inşânın farkındaydı, bazılarımız değildi. Şahsen farkında olmaya gayret ettim. İşte beni uzun ve meşakkatli bir yolun yolcusu yapan bu gayretti. Bugün Müslümanlarla uğraşıyor görünmemdeki tek sebep buydu; farkındaydım.
***
Farkında olduğum, zilletimizin müsebbipleriydi; Truva atlarıydı. Tüm işletim sistemimizi felce uğratan, işlem yapma gücümüzü kısıtlayan, bizi diğer organlarımızla ilişkilerimizden alıkoyan, bizi zehirleyen ve zihnimizi donduran trojanlardı.
***
Biz bir ideal’in peşindeydik; truva atlarından arınmak, arınmak isteyenlere seslenmek. Bu idealin ham bir hayal olduğunu düşünebilirsiniz. Hamlığı, pişkinliğe dönüştürenleri gördükçe de hayalimizin hamlığını –siz sever misiniz bilmem, ama- ben sevdim.
***
Yenge Hanım’ın vurduğu yer, tasavvufa savrulan sözlerimin çıktığı yerdi. Şeyhlerin, imamların ve hocaefendilerin dergâhlarına Kur’an ayetleriyle girmemi emreden yerdi. O yüzden o kadar sarsılmıştım. Bugün neredeyse bütün Müslümanları büyük bir sihir gibi saran ve kendinden geçirtip uyuşturan Tasavvuf neydi? İlah-i aşk neydi? Siyaset ve rant bu işin neresindeydi? Şeyh-mürit-tarikat-cemaat ilişkisi hangi boyutlarıyla İslâmî idi? Tasavvuf, hangi temel Kur’anî hakîkatleri yok edip boşluğa savuruyordu? Bir lokma bir hırka söylemi ile dağılan ülkeleri, yuvaları, İslâmî terbiyeden uzakta tasavvufî terbiye ile yetişen uyuşuk nesilleri hangi vicdanla izleyebilirdik? Ya Kur’an doğru söylüyordu ya da insanlar. İnsanların söyledikleriyle Kur’an’ın söyledikleri birbirine zıttı. Bunları nasıl anlatacaktık? Susarak mı? İnsanlardan korkarak mı? Kur’an’ın tüm ayetlerine sinen o saf akaid’i tersyüz edip, peygamberleri, âriflerden, şeyhlerden daha aşağı seviyelerde tutan adamların yalanlarına mı terk edecektik kulakları? Allah’ı, cenneti, cehennemi, kaderi, namazı, tesbihâtı Kur’an’dan değil de ne idüğü belirsiz klasiklerden/külliyatlardan mı öğrenecek/öğretecektik?
***
Delil olarak Peygamberî Hadisler’den söz ediyorlar. Onlar yetmiyor, bir de Kutsî Hadisler’den dem vuruyorlar. Bilmiyorlar mı, İslâm’ın özüne, Kur’an’a muhalif olan Hadisler, Hz.Peygamber’e iftiradır, Kur’an’dan gayri ihdas edilen Kutsi Hadisler Allah’a iftiradır? Allah’a, Hz.Peygamber’e iftira adamı Müslüman değil kâfir yapar. Her kim ki; bunları yapıyor kâfir değil midir? Tevatûren gelen hadislerden bahsediyorlar, hangi tevatür Kur’an kadar sağlam olabilir? Sağlığında kendi sözlerinin Kur’an ayetleri ile karıştırılması ihtimaline binaen yazılmasını engelleyen, buna karşılık ayetleri tek tek yazdırıp kontrol eden Allah’ın Resulü, kendisinden evvel diğer peygamberlere vahyedilen sahifelerin ve kitapların tahrif edilmesine kendisine vahyedilen Kur’an’dan öğrenerek şahit olmuş iken, kendisinden nakledilecek hangi sözünün kıyamete kadar aynen rivayet edileceğini kabul edebilir? Kur’an niçin korunmuştur ve Allah neden sürekli Kur’an’a tabi olmayı emretmektedir? Hz. Peygamber sağ iken ona itaat etmek ile ona ait olup olmadığı belli olmayan Hadislere itaat etmek aynı şey midir?
***
Kavlî sünnette vâki olabilecek olan tahrifâtın, Kur’an gibi korunmuş bir kaynakla sürekli beslenen fiilî sünnette neredeyse imkânsız olduğunu soran, merak eden insanlar anlamayacaklar mı? Mevzu Hadislerin icâdı hususunda meşhur olan birçok Emevi halifesine rağmen, asr-ı saadette vâki olmuş her bir itikadî, amelî unsur bugüne kadar muhafaza edilebilmiştir. Bu muhafazanın esası da Kur’an’dır. Ha yok mudur itikâdî ve amelî tahrifat? Vardır; işte Kur’an’dan ve Kur’an’ın özünden uzakta kalan Müslüman’ın kafasında ve hayatında onların tamamını görebilirsiniz. Peki, bu günâhın şeytanları kimlerdir? Emin olunuz saklı değildirler; onlar Truva atlarıdır; onları açık yüreklerinizle görebilirsiniz.
***
Bu mukayeseyi yapmak her Müslüman’ın vazifesi değil midir? Elbette vazifesidir ve bu vazifeyi birçok samimi Müslüman yapmıştır, yapmaya çalışmıştır; lâkin Truva atlarınca hemen dışlanmıştır. Hâdis münkiri damgası yiyerek yıpratılmış, akla hayale gelmedik saldırılara maruz kalmıştır. Eshâb’dan ilim tahsil eden Tabiin’den Numan Bin Sabit bile uydurma hadislerden o kadar muzdarip olmuştur ki; ömrünün neredeyse tamamı, mevzu hadisleri kullanarak kendilerine meşruiyet icat edenlerle cedelleşmekle geçmiştir. Numan Bin Sabit Tabiin olacak kadar yakındır Peygamber zamanına...Fakat diğerleri, onunla ölümüne mücadele içindeyken Peygamberden o kadar uzaklaşmışlar ki, haddi hesabı yok. Hakikate tefsir olan Hadis-i Şerif’i kim reddedebilir ki? Kim buna cesâret edebilir? Fakat Kur’an’ın algılanmasındaki tahrifâta tafsilât olan hadisleri Müslüman kimse kabul edemez, buna cesâret edemez. Ama ediyorlar işte; ne diyeceksiniz? Susup devranda efendilik edenlerin şaklabanlıklarını İslâm diye izleyecek misiniz?
***
Şöyle bir bakın etrafınıza! Ne görüyorsunuz? Cemaatleri, tarikâtleri yakından uzaktan temâşâ edin. Allah’a kul olmak dışında bir vazifesi bulunmayan Müslüman, nelere, kimlere kul olmaktadır, görün gelin! Göremediyseniz, bir daha bakın! Eğer, eleştirilerimde haksızsam söyleyin; bu haksızlığı beraber görelim. Cemaatler ve tarikâtlerle işi, ilişiği olmayanlar eleştiriden muaf değiller muhakkak. Ancak ve fakat onlar bir iddia peşinde değiller diğerleri gibi. Onlar kul ise nefislerinin kullarıdırlar; başka kimseyi değil, kendilerini aldatıyorlar. Truva atları da değiller, Truva atlarının inşâsında da çalışmıyorlar.
***
Truva atları, diyorum. Onları saklandıkları kovuklarda, çıktıkları şaşaalı ışıklarda gördüğüm kadar gösterebilirim size. Hangisi hangi amaca hizmet eder, hangisi insanların aklını çorbaya çevirir, hangisi nasıl maskeler takmıştır, anlatırım kendimce. Ama siz de ben de biliriz ki; Hz.Peygamber, kendisine bildirildiği hâlde münafıkları Müslümanlar’a ilan etmemiştir. Kur’an’ı merkez alarak baktığımızda biliriz, kim kimdir. Bilemez miyiz dostlar? Âciz miyiz bundan? “Oku!”, emrinin muhatabı tek tek sen, ben, o…hepimiz değil miyiz? Neyi okuyoruz? Anlayamayacağımızı fısıldadıkları Kur’an’dan uzaklaşıp efendilerin sanrılarını mı okuyacağız? Buna hangi cesâretle yöneleceğiz, bana anlatabilir misiniz? Kur’an’ı okumadan, anlamadan hangi şeyin hakîkate ait olup olmadığını nasıl ayırt edeceğiz? Söyler misiniz, fenâfillah-bekâbillah ve gavs-ı âzam nasıl bir şeydir? Bu şeyleri hak bilip de bu şeylere itaat edenin Müslümanlığına şahitlik edebilir misiniz? Hadi fenâ-bekâ meselesini aşk ile karıştırıp vahdet-i vücûd ile içtiniz, ya gavslar, gavs-ı âzam? Gavs-ı âzam, kâinatı idare ettiği iddia edilen şeyhtir dostlar; buna şirkin dik âlâsı denir, bunu kabul eden de müşrik kerre müşriktir. Ne gariptir ki; Masonların da ‘Evrenin Ulu Mimarı’ var, bazen ona da Büyük Üstad diyerek insanlaştırıyor olsalar da o insan, bir ulu mimar; işi evreni imar etmek, yönetmek. Bu kadar benzerlik tuhaf gelmez mi, bazı Müslüman kardeşlerimize? Niye sorgulamazlar öğretilerini? Ya Allah’a ortak koşmayı ne zannediyorduk ki? Bundan daha büyük ortaklık iddiası mı var? Firavun’un suçu neydi? Ya Nemrud’un? Hani yeri kendilerine gökleri Allah’a bırakanlar neredeler? Kureyş müşrikleri nasıl idiler, Allah adına yemin edip, putlarına tapınırken?
***
Sözü getirip sakin/selim aklın ayaklarının dibine bırakacağım. Diyeceğim ki: ”Kur’an sana yetmez mi? Allah’a kul olmak sana yetmez mi? Aşk senin neyine, fenâ-bekâ, gavslık senin neyine? Derdin ne? Allah’a kul olmak kibrine mi dokunuyor?” Sonra dönüp yoluma gideceğim. Bu saatten sonra kimse-dostlarım dahi- bana “Müslümanlarla neden uğraşıyorsunuz?” diye soramayacak. Gücense bile gidecek aynaya bakacak ve diyecek ki: “Sen bugüne kadar boşa kürek çekip boşa tutulmuşsun.”
***
Ben de aynada gördüğüme diyeceğim ki; ”İblis’in kibrinden kendini muhafaza et, ondan ve şerrinden Allah’a sığınmaya devam et. Kur’an ile âmil olmayı dile ve günahlarına her daim tevbe etmekten vazgeçme!”
Alper
Selçuk, Sonsuz Ark, 30.11.2012, Antiseptik Anafor 59