2 Kasım 2012 Cuma

SA93/MEY8: Aptal Baba


Beş yaşındaki çocuk kızgın bakışlarıyla desteklediği öfkesiyle babasına sesleniyordu: “Aptal baba!”


Baba, şaşkınlıkla çocuğa baktı. Ne olmuştu? Bu güzel çocuk kendisine neden “Aptal baba” diyordu? Ona gülümseyerek: “Ne oldu oğlum?” diye sordu. Çocuk: “Hani parka götürecektin?” Baba, çocuğa böyle bir söz verdiğini hatırlamıyordu. “Ama ben seni parka götüreceğime dair söz vermedim ki?” diye cevap verdi. Çocuk tüm hırçınlığına rağmen masum dudaklarını kıvırarak: “Ama annem, yemeğini yersen, baban seni parka götürecek, demişti.” Dedi. Fakat Baba’nın böyle bir sözleşmeden haberi yoktu. Çocuğu yanına çağırdı, başını okşadı ve ona:” Demek ki; annen bana söylemeyi unutmuş, oğlum” dedi ve ekledi:” büyüklere aptal denmez.”

Baba, çocuk gittikten sonra düşünmeye başladı. Çocuk, “aptal” sözcüğünün ne anlama geldiğini bilmiyordu, ama cümlede kullanıyordu; bu sözcüğün bir insana sıfat olarak kullanılmasına şimdiden alışmıştı. Çocuğu kendisine “aptal” sıfatını yakıştırmışsa bunun nedenleri olmalıydı. Çocuk, babasına “aptal” diyebilmişse, babasının çocuğunun gelişim sürecinde bazı aptallıklar yaptığına dair belirtiler olmalıydı. Sonuç ortadaydı.


Aptal olmayan bir babaya, çocuğu aptal diyemezdi. Önce “aptal” sözcüğünün toplumdaki kullanım sıklığını hatırladı. O’na “aptal” diye seslenip seslenmediğini düşündü. Çocuğuna hiç “aptal” dememişti. Çok yaramazlık yaptığında, mesela üç dört kez televizyon sehpasını kenarından tuttuğu gibi kendisine doğru çekip koca televizyonu yere devirdiği zamanlarda kızgınlıkla ona “geri zekâlı” diye seslendiğini biliyordu. Eğer sorun oradan doğup büyümüşse, çocuğunun ona “geri zekâlı baba” diye seslenmesi gerekiyordu. Çünkü; tohum öyle ekilmişti, öyle büyümesi gerekiyordu.

Baba,”aptal” sözcüğünün peşine düşmüştü. Neden “aptal”? Kafasında bu soruyla kendisini sorguladı birkaç gün. Çocuk yetiştirmedeki titizliğine rağmen sonuç buydu. Neden? Birkaç gün sonra çocuk odasından yüksek tonda ve kızgınlıkla söylenen sesi duydu :” Aptaaal!” Ses Abi’ ye aitti. İçinde bir şeyler cız etti. İpucu diğer oğluna uzanmıştı. Hatalar zinciri kim bilir nerelere kadar uzanacaktı. Daha sonra çocukların izlediği dizilerde rastladı, “aptal”a; çizgi filmlerde duydu, bu çirkin sözcüğü. Başka bir gün, kıyafet dolaplarının çekmece kulplarının üzerinde seken ve onları kıran çocuklarına seslenen karısının sesinde yakaladı virüsü.

Şaşkındı. Neler olmuştu böyle? Kendisi neredeydi? Her gün iç içe yaşadığı halde, hayatın hay huyu arasında, yaşadığı evdeki seslerin farkına varmamıştı, varamamıştı. Suçlu kendisiydi. Anneler, kırılan kulplara yükledikleri görünür sebebi, “çocuklarının başlarına gelecek muhtemel tehlikeleri” sezerek çok abartıyor olabilirlerdi. Gerçek kaygıları “onları kendilerine zarar verebilecekleri oyunlardan uzak tutmaktı”, ama bazen kendilerini kontrol edemiyorlardı. Çocukların ruhları da kendilerinden bir parçaydı ve onların ruhları için sözcüklerde yeterince tehlikeliydi. Maalesef, anneler unutkandı. Fakat babaların böyle bir hakkı yoktu; unutmamaları gerekiyordu.

Baba, sabrın simgesiydi; öyle de kalmalıydı. Ağzından çıkan “geri zekâlı” sözcüğü diğer olumsuz sözcüklerin serim trafiğine cevaz veriyordu. Çocuk, her zaman babanın ektiği tohumdan tohumdaki ayrıntılara sahip ürünler yetiştirmiyordu, diğer kaynaklardan gelen tohumları da alıyor ve kendisi yeni ürünler elde ediyordu. Hatalıydı. Toplumu ve televizyonu da suçlayamazdı. Terbiye, toplumdan ve televizyondan alınacak şeylerin ölçüsünü vermeyi de içine alıyordu. Aile efradını her türlü tehlikeden uzakta tutmakla sorumlu olan baba, aptal olmamalıydı. İhmal edilmeyecekler listesinin başına çocukların dillerinin ve terbiyelerinin önemi eklenmeliydi.

Babasını düşündü. Babasına hiçbir yaşta olumsuz sözcükler içeren hitaplar kurmamıştı. Aralarındaki mesafe birlikte geçirilen zamanla hem doğru hem ters orantılıydı. Babasına merak ettiği her soruyu sorduğu halde, ona karşı, onu memnun etmeyecek herhangi bir sözü, fiili kullanmaya cesaret edemez, ona saygısızlık yapmayı aklından bile geçiremezdi. Demek ki; kendisi, babasından daha beceriksiz bir babaydı. Kendisi, babası kadar sabırlı değildi. Kuşakların birbirinden farklı olduğu savı doğruydu, fakat bu sav kopuk olmayı gerektirmiyordu. Modern çağ, farklı etkileri barındırıyordu, ama bu etkilerin saygı çerçevesini bozacak türlerini babalar ve anneler birlikte etkisizleştireceklerdi. Babalar, annelerden daha önce sezeceklerdi, sözcüklerden oluşan uçurumları.

Baba son sığınaktı ve sığınak olmayı bilmeliydi. İyi polis- kötü polis oyunu suçlular içindi. Çocuklar için değil. Babalar kötü polis olduklarında suç savar anne iyi polis olamazdı. Polisler cezalandırıcı ve affedici güçler değillerdi. İyi ve kötü polis oyunu çocukları yargılama-yargılanma düşüncesinden koparıyordu. Kendilerini de cezalandırıcı veya affedici güçte görmelerine neden oluyordu. “Aptal” sözcüğü bir cezalandırma aracıydı, işte. Çocuk anlamını bilmediği bu sözcüğü kullanırken kendisini cezalandırmayı amaçlamıştı; üstelik yargılamadan cezalandırmak!

Çocuğu kendisini “aptal” diyerek cezalandırmıştı. Galiba sorun sadece kendi ailesi ile ilgili değildi.“Bu çocuklar senden korkmuyor” diyerek şikâyet eden annelere karşı, çocuğun ürettiği cezalandırma şekli “umursamama” idi. Anneler çocuklarını korumak için çırpınıyorlar, diğer etkiler karşısında güçsüz kalınca da bağırarak etkili olmaya çalışıyorlar, ama bağırdıkları halde etkisiz kalıyorlardı. Çözüm, kötü polise havale etmekti çocuğu. İşte sorun buydu. Cezalandırma. Anneler ve babalar, korkularını çocuklarına anlatamıyorlar, onları kendi direktiflerine uymaya zorlayarak korumaya çalışıyorlardı. Ceza çocuk ile babasının arasına görünmez duvarlar örüyor ve kuşaklar arasındaki kopukluk gittikçe artıyordu.

Ceza olmalı mıydı? Olmalıysa nasıl olmalıydı? Ödül ve ceza arasındaki karşıtlığı anlayamayan çocuk, cezanın alışıldık galerilerinde gezdikçe suç unsurlarını daha da normalleştirmeyecek miydi? Ceza türleri pedagojide yeterince tahlil edilmiyordu. Pedagoji, cezalandırmayı çağdışı sayıyor, ceza ile ilgisiz diğer çözüm önerilerini ceza adı altında anlatmaya çalışıyordu. Çözemediği sorunlara karşı önerdiği psikiyatrik çözümler ise sadece ilaçları işaret ediyordu.

Çocuklar üç dört yaşlarından itibaren hiperaktivite tedavisi adı altında haplara bağımlı hâle getiriliyorlar ve katlediliyorlardı. Bütün çocuklar hiperaktif miydi? Ağaçlara tırmanan, kolunu bacağını kıran, kavgada kafa kıran, kafası kırılan geçmiş zaman çocukları neydi o halde? Onlar neden ilaçsız tedavi olabildiler? Psikiyatri henüz yaygınlaşmadığı için mi, ödül ve ceza sisteminin çocuklar arasındaki doğal dengesini bulması mıydı ilacı kullanım dışında tutan neden? Dayak atan çocuk dayak yediğinde, dayak atmaması gerektiğini öğrenmiş olmuyor muydu? Ceza sadece dayak değildi, ceza sadece sözlü şiddet de değildi. Ceza belki de küfür ettiğinde kendisine de küfredileceğini öğrenen bir çocuğun idrak ettiği şeydi.

Çocuklar apartman dairelerine sıkıştırıldıklarında, davranışlarındaki doğallığı hiperaktivite diyerek bir hastalıkmış gibi göstermek, çözüm bulmuş olmak değil, aksine çözümü neredeyse imkânsızlaştırmaktı. Çözüm parktı, diğer çocuklarla oynamaktı. Apartman daireleri bu fırsatı sunmaya elverişli değildi. Çocuklarının kırdıkları komşu camlarının bedelini ödemeye alışmamış anneler, babaları psikiyatrist kapılarına sürüklemeye çalıştıklarında, babalara düşen şey, aptal olmamaktı. Çocuğun bulduğu çözüme sarılmak en etkili yoldu. Çocuk parka gitmek istiyor ve bu isteğini yerine getirmeyen babasını ona “aptal” diyerek cezalandırıyordu.

Baba “aptal”ın köklerine ulaşmıştı. Rahatladı. Çocuğuna “Büyüklere aptal denmez” demişti ya, hata etmişti. Asıl büyüklere aptal denmesi gerekirdi. Çocuk, çözüm merkezi olduğunu daha nasıl anlatacaktı ki?

Günler sonra Baba ailesini topladı ve ilk tâlimatını verdi. "Bundan sonra "aptal","geri zekâlı" ve benzeri kelimeleri kullanmak yasak, sorun olduğunda oturulup konuşulmaya devam edilecek!" Sonra gülümsedi ve ikinci talimatı verdi: "Şimdi doğru parka!"


Mustafa Eyyüboğlu, YirmiSekiz Şubat İkiBinOn- İki
Mustafa Eyyüboğlu Yazıları

Seçkin Deniz Twitter Akışı