Karlı,
tipili bir kış günü sabah gün ağarırken çıktık köyden. Kar günlerdir yağıyor, neredeyse adam boyu.
İnek, eşek, öküz, keçiler ahırda; anahtarı halama bıraktık ve kundaktaki kızım
için bir battaniye aldık evden o kadar. Anam, hanım ve kızım; dördümüz “Bismillah”
dedik çıktık köyden. Yiyeceğimiz ekmek o kadardı köyde.
Evi yaptırırken, anlamıştım bu evde oturamayacağımı. Seferberlikten dönmeyen Dedem Ali’nin dedesinden kalma evdi; üstümüze yıkılmasın diye borç harç yaptırmıştık. Öylece bıraktık, arkamıza bile bakmadan.
Yeni nesil pek bilmez esas yalnızlığın ne olduğunu. Bir oğlan bir kız doğurdu mu yeni devrin gelinleri daha da doğurmuyorlar. Eski zamanda oğlu, erkeği çok olanın evinde güven olurdu. Kimsenin kolay kolay gözü kesmezdi zâlimlik yapmaya.
Zâlimlik neydi bilir misiniz? İki üç dönümlük tarlana su sıran gelmişse, o su sıranı başkası zorla almadan tarlanı sulayabildin mi, tamamdır; zulme uğramamışsın demektir. Askerdeyken, bizim sıramızda, akrabalarımızdan bir erkek gidip su arkının önüne birkaç kürek toprak atmış, suyun yönünü kendi tarlasına çevirmişti de, fukara anam dayanamamış söylenip durmuştu. Geç duydum, ama hesabını da sordum.
Kışa keçilere meşe yaprağı kesip toplamışsan bir ağacın tepesine, zorba birinin gidip onu kendi malıymış gibi alıp evine götürmesine de mani olur evdeki erkek sayısı. Kahvede otururken, şavkasını (şapka, kasket) ensesine doğru eğip, bacaklarını burnuna doğru uzatamaz kimse. Cami’nin altından akıp giden suya gelip giden kızlara, gelinlere laf atamaz, o evin, kabilenin dedikodusu yapılamazdı. Ama ya yoksa evde fazla erkek, o evin hâli haraptı. O Kabilenin sesi soluğu çıkmaz, erkekleri kavhede sus pus olur, emir alır, ayak işlerine koşulurlardı. Oy zamanı erkeği fazla olan ev ne derse o olurdu. Erkeği fazla olan ev hangi evin kızına talip olsa, gönüllü gönülsüz o iş muhakkak olurdu.
Erkek kardeşin, erkek çocuğun kıymetini bildiniz mi şimdi? Hâlâ bilemediyseniz daha da söyleyeyim. Oğlu olmayan kadın ya da adam, ya damadına muhtaç olurdu ya da sefil olurdu elden ayaktan kesildiğinde… Gelin’in anasına babasına usulden hürmet edilirdi, evlerinde açlıktan ölseler merhamet etmezdi kimse. Fakat gelinin kaynanası, kayınbabası sultanlar gibi hürmet görür, eli sıcaktan soğuğa değdirilmezdi. Gelin, kaynana olana kadar itibarsızdı. Hele oğlan doğurmamış gelin, besleme, hizmetçi niyetine horlanır, azarlanırdı.
Yeni gelinlere söylüyorum; doğurun. Kız oğlan fark etmez gayrı. Bizim zamanımızda, çok değil 40-50 sene evveli, emeklilik yok, gelir yok. Tarlayı, bağı, bostanı süremez hale geldin mi; erkek evlat da yoksa ölsen daha iyiydi. Şimdi devlet, eve doktor gönderiyor, yaşlılık aylığı var, emekliliğin yoksa, hastaysan, bakıma muhtaçsan, hem sana hem de sana bakana bir adam maaşı kadar maaş veriyor.
Allah, Tayyip Bey’den razı olsun. Hakikatli evlatmış; devletin baba şefkatini bu millet bir ondan bir de Abdülhamidden gördü. Abdülhamid bu kadar yapamadı. Tayyip Bey’in boyu bu memleketin, cihanın gözünde Nemrud Dağı’nı aşmışsa işte bu sebepledir, insaniyeti yüzündendir. Gence yaşlıya, çocuğa, erişkine haysiyet kazandırmayı bildiği içindir. Allah, yaşlıların duasını aldığı için onu cennetine koysun inşaallah. Tayyip’ten önce aldığımız emekli maaşları, elektriğe, suya, telefona yetmiyordu. Şimdi torunlarımıza hediyeler alıyoruz, hatta söylemesi münasiptir, gerçi kalmadı, ama üç beş sahipsiz varsa etrafımızda onlara bile elimiz uzanıyor, şükür.
Köyden çıkışımın sebebi, akrabalarımla birbirimizi vurmamak içindi. Ben tektim. Onlarsa çoktular, alışamamışlardı benim eyvallah etmememe. Dedim ya, ya ezileceksin ya da ezilmemek için dik duracaksın. Biz ezilmemeyi seçtik, dik durunca da akrabalarımızla vuruşmamayı. Kış günü çektik o köyden kendimizi…
Vesait
yok, at yok, eşek yok. Evdeki eşeği alsan ne yapacaksın sonra? Kar tipi arttı, göz
gözü görmez oldu ormanda giderken. Ben anamı, hanımı geride bırakıp kundaktaki
çocuk kucağımda bir kuytu yer bulana kadar koştum. Battaniyeye sarmışım çocuğu
, ölü mü sağ mı bilmiyorum. Tipiden mahfuz bir yere gelince durdum, battaniyeyi
açtım; baktım çocuk sağ. Şükrettim Allah’a…
Anamla hanım yetiştiler bana sağ salim. Gittik yine, yürüdük öyle.. Dağı, ormanı aştık. Kazaya öyle yol yok. Kendi kazamıza gitmiyoruz zaten, başka vilayete bağlı kaza daha yakın, oradan vilayetten trene binmek için dağı ormanı aşmak lazım. Sene 64. Yol yok, vesait yok, otobüs yok, araba yok… yok yok… bilir misiniz yokluğu?
Bir köyde bir evin kapısını çaldım, mecburen. Soğuk, donacak çocuk. O köy de misafire kapı açmazmış; açtılar, açtılar sağolsunlar. Karnımızı doyurdular, ısındık, sonra yola koyulduk. Allah razı olsun onlardan. Ertesi gün kazaya oradan vilayete vardık, istasyondan trene bindik Adana’ya yollandık.
Adana, fukaranın ekmek kapısı. Kan davasından, yalnızlıktan, işsizlikten, yoksulluktan kaçıp gelen herkesin karnını doyuran mübarek toprak, mübarek memleket. Van’dan, Erzurum’dan, Erzincan’dan, Malatya’dan, Elazığ’dan, Adıyaman’dan, Diyarbakır’dan, Mardin’den, Urfa’dan, Bitlis’ten, Bingöl’den, Antep’ten, Maraş’tan, Kayseri’den, Konya’dan, Niğde’den gelip bu memlekete yerleşmiş o kadar dostumuz oldu ki…
Kimse hakkını yemesin Adana’nın , bakmayın ağzının bozukluğuna. Merhameti en bol şehir bu şehirdir. Kimse aç kalmaz bu şehirde. Zulme uğramıştır bu şehir doğru. Belediye reisliği yapan herkes yemiştir o da doğru. Fakat bu memlekete kimse haksızlık etmesin, Allah rızası için.
Yokluk, yalnızlık zor şeydir. Bizim nesil çok çekti. Yine evladı çok olanın evi şenliklidir, geleni gideni eksik olmaz, desteği de çoktur insana derdi de çoktur. Burada kaldım ben, gitmedim başka bir yere.. Beni de, çocuklarımı da , torunlarımı da doyurdu bu şehir. Yalnızlığımıza bakmadı. Allah elbet yalnız bırakmaz, ama şehirlerinizi iyi seçin siz; yalnız kalmayın.
Bu yüzden esas yalnızlığı herkes bilmez. Öyle iç yakar, öyle bir tırnak yedirir ki adama... Yine de herkes bilmesin bu yalnızlığı, bilmesin kimse zulmü... Yalnızlık zulme mahkum olmaktır çünkü. Karda, tipide yolunu kaybetmektir.
Piro Zaza, Sonsuz Ark, 04.11.2012