"Bir sokak arasında, bir el uzanır, bir silah patlar ve bir adam çuval gibi yere düşer. Geride kalan her ne varsa hepsi tamamen acıdır. Ne öldüren neden öldürdüğünü bilmektedir ne de öldürülen neden öldürüldüğünü…"
Kâbuslar
çocukların felaketleridir; o tatlı uykuları bin bir korkuyla paramparça olur.
Belki de masumiyetin dış etkenlerle bozulduğunun kanıtlarından biri de
kâbuslardır. Ne bilir ki, çocuk bilincinin dehlizlerinde yapışkanlaşan,
rüyalarında devleşen kara noktaları? Çocukluğumun karışık zamanlarından ısrarla
çıkıp gelen hatırâlarımda kâbuslar da var.
Polisler gelir, benle beraber mahalledeki ‘şâhit’ tüm çocukları alır ve ellerimize kelepçeler takarlardı; nasıl sökeceğimizi, kolumuzdan çıkarıp atamayacağımızı bilmediğimiz kelepçeler. Bağırarak uyanırdım: “O adamı ben öldürmedim!” Artık sabaha dek, kulağım kapıda, kapı her an çalınacak ve polisler gelip beni karakola götürecekler, diye beklerdim; uyuyamazdım.
Beklerken düşünmek o zamandan beri alışkanlık yaptı bende; kim bilir herkesin beklerken düşünmeyi öğrendiği anlar başka başkadır. Neden sonuç ilişkilerini, mantıksızlığı, sınırların belirsizliğini, adalet-emniyet teşkilatlarına duyulan güvensizliği… her şeyi.
1977 yılıydı hafızamda kaldığına göre. Mahallemizin -sakin bir mahalleydi; ama bahçemize göre mahallemizin- sağındaki mahalle solcu, solundaki mahalle sağcıydı. Kiremit ocakları vardı, o mahallelerin aralarındaki büyük boşlukta. Çok eskiden kalma bir ocak vardı daha açıkta. Kalın duvarları yer yer yıkılmış, dikdörtgen bir plan üzerinde yükselen ve dibi yer seviyesinden iki metre aşağıda olan bir ocak. Tuğlaları, kiremitleri orada pişirirlermiş.
Terk edilmiş olanların yanında henüz çalışan birkaç tuğla fabrikası da vardı. Terk edilmiş olanların her tarafı açıktı; çatıları da çinko kaplama idi. Girer oynardık tuğla kalıplarının bulunduğu atölyelere. Kil toprak doldururduk tuğla kalıplarına ve küçücük kollarımızla kalıpların uzun kol demirlerini kaldırır, bastırırdık; bazen gücümüz yetmezdi, bütün vücudumuzla abanırdık kollara… Kollarla beraber havaya kalkardı bedenimiz.
Kimi zaman da düşerdik ve kahkahalarla birbirimize gülerdik. Sonra yaptığımız kaymak gibi tuğlaları özenle çıkarır, güneşte kurutur; minyatür evler yapardık. Kil toprak nemli olacaktı; kuru ya da çamurlu olsaydı kalıptan çıkmazdı. Hani çalışsa fabrika, işçi olarak çalışacak deneyime ulaşmıştık o yaşta.
Yine bir gün tuğla fabrikasında oynarken ellerimiz toprak şatolarla yoğrulu, bağırtılar kopmuştu. Hani haberi ilk çocuklar duyar derler ya. “Bir adam öldürmüşler ve yıkık ocağın dibine atmışlar!” Koştuk hep beraber. Yıkık duvarların yanına varana dek nefes nefese koştuk. Sonra yavaşladık ve etrafımızı gözetlemeye başladık; suçlu bizmişiz gibi tedirgindik, ama merak ediyorduk.
Her gün bir yerlerde birilerini öldürüyorlardı, duyuyorduk. Silah seslerine alışmıştık. Başka bir gün de evimizin sağ ve sol duvarlarına isabet eden mermileri seyrettiğimi hatırlıyorum. Sağcılarla solcular birbirlerine sıkıyordu ve biz de seyrediyorduk. Ama kimseyi göremiyorduk.
Duvarları aştık ve çukurun kıyısına kadar geldik. Epey derindi. Bir adam yüzükoyun yatıyordu aşağıda… Korkuyla birbirimize sokulduk. Sesimiz çıkmıyordu. Sonra, aramızdan biri “Hadi kaçalım!” dedi, “Sonra polisler siz yaptınız diye bizi alır götürürler!” Yavaş yavaş, etrafımızı gözetleyerek duvarların arasından çıktık ve tüm hızımızla evlerimize doğru koşmaya başladık. Kaçarken mesafeler ne kadar uzun olur; o kısacık yollar nasıl da uzar.
Bahçe kapısından eve girdiğimi hatırlıyorum. Anneme ve neneme anlatmadım bile gördüklerimi… Kızarlar ya da beni suçlarlar diye. Çok zaman sonra, söylediler adamın kim olduğunu, ama hatırlamıyorum şimdi. Solcular öldürmüş ve adamı çukura atmışlardı.
İnsan bilinci, gergin günlerin ardından gidilen uykuda ne kadar kara nokta varsa kusuyordu. Çocuktuk ve her günümüz ayrı maceralarla dopdoluydu. Yorgun argın atağa girdiğim zamanlar o kadar çoktu ki…
Koşardık; tek ebeli vindaviç oynardık… Vindaviç güzel bir oyundu. Ne çocuk varsa oyun oynayacak… Bir daire oluşturur ve ‘Vindaviç’ diye bağırarak kollarını, avuçlarının içini bir aşağıya bir de yukarıya çevirerek sallarlardı. Vindaviç bağırtıları bittiğinde kollar ortada sabit tutulur ve eller kontrol edilirdi; çoğunluğun avuç içi aşağı ise ya da yukarı ise, tam tersini yapan bir tek kişi ebe olurdu. Ebe belli olana kadar vindaviç sürerdi. Ebe belli olunca da diğerleri vindaviç diyerek bağırır ve kaçarlardı. Ebe kaçanları kovalar ve ilk dokunduğu kişi ebe olur bu kez o kovalardı kaçanları…
Ucu gelmez bir oyundu ve biz akşama dek kaçanları kovalar, susadıkça bir komşu bahçesindeki musluğa ağzımızı dayar, kana kana su içerdik. Arada fırsat bulunca da, eve gider, varsa hazırda birkaç gözleme ya da atıştıracak bir şeyler, onları yerdik; yoksa bir parça ekmeğe salça sürer ve koşarak yemeğe devam ederdik.
Pek ebe olmazdım. Kolay yakalanmazdım. Ebeler bana denk geldiklerinde yakalayamayacaklarını düşünür ve ardıma düşmezlerdi de. İşte o yorgun akşamlarda sık sık gördüğüm tek kâbus vardı. Mahalleye pek sık polis gelmezdi, ama ne zaman polis adını duysam tüylerim ürperirdi... Adamı biz öldürmüşüz de yakalanacakmış gibi tedirgin olurduk. Olayın sıcaklığı geçince kâbus dolu günlerim de geçti. Olay aydınlanmıştı güyâ, artık rahattık.
Darbelere giden süreçlerin, darbelerin çocuklarında ne gizli izler bıraktığını incelemiyor üniversiteler. Kapasiteleri yeterli değil çünkü. Biz darbelere giden yolda döşenen terör taşlarını iyi tanıyan nesiller olarak büyüdük. Korku bizde tedirginlik olarak başladı ve belki de bu yüzden korkuyu kontrol etmeyi kâbuslarla öğrendik. Ve bir de tedbirli olmayı.
Bizim nesil, terörü, ölümü çok iyi gözlemleyen bir nesildi ve 2000’li yıllarda eğer Türkiye, bütünlüğünü koruyabilmişse bunu bizdeki ferasete, farkındalığa borçluydu. Belki yorgunduk, belki zedelenmiş çocukluğumuzu, masumiyetimizi erkenden kaybettik; ama suça bulaşma konusunda bilinçliydik, ya cezaevi ya da mezarlık. Biz bu iki seçeneğe de uzak kalmayı öğrendik. Bazılarımız fire verse de çoğumuz ayakta kaldık.
Öldürülmüş babaların çocuklarını gördük ya da hapisteki babaların. Bu bilinç bize Türkiye’yi değiştirme fırsatı verdi. Bugün darbecileri tavizsiz yargılayabiliyorsak bu farkındalığın sayesinde oldu bu. Babalarımızın paha biçilmez duruşundan öğrenerek sabrettik ve insanın hayat hakkının ne kadar değerli bir hak olduğunu erkenden öğrendik.
Bir panelde dinledim; 2012 Kasım ayında. Bir dinleyici konuşmak için izin istemiş ve anlatmıştı. Bir öğretmen çocuğuydu. Babası öldürüldüğünde bir buçuk yaşındaymış; solcular öldürmüş babasını.
“Babam iyi biriymiş, namazında niyazındaymış, arkadaşları öyle söylüyorlardı”, demişti; “Ama ben babamı görmedim ve büyüyene kadar çok acılar çektim. Sağcılara da solculara da kızmıyorum, artık insanları böyle ayırmasınlar. Ayrımcılık yapmasınlar. 'İmam-Hatip Lisesi'ni bitirdim; asker (subay) olmak istedim, bana sen subay olamazsın, çünkü İmam-Hatiplisin, dediler. Üniversite sınavına girdim. 50 matematik sorusu yapmam gerekiyormuş, 45 tane yaptım, ama yine istediğim bölümü kazanamadım, puanlarımı kırdılar. Ben de sizin gibi profösör olabilirdim!” sonra kendini tutamamış ve hıçkırıklara boğulmuştu.
Onunla beraber ben de ağlamak istedim. Onu anlıyordum; ondan yaşça büyüktüm ve babasının nasıl öldürülmüş olabileceğini çok iyi biliyordum. Bir sokak arasında, bir el uzanır, bir silah patlar ve bir adam çuval gibi yere düşer. Geride kalan her ne varsa hepsi tamamen acıdır. Ne öldüren neden öldürdüğünü bilmektedir ne de öldürülen neden öldürüldüğünü…
Vindaviç çağlarımızdan kalan tedirginlerimiz henüz sona ermedi, her gün terörle meşgul kafamız, çocuklarımıza daha güzel daha huzurlu bir ülke bırakabilecek miyiz? Şimdi sokaklarda koşamıyorlar akşama kadar ve yorulmuyorlar masum çocuklarımız ve büyümüyorlar… yeni tedirginlikler var ruhlarında. Şiddet içeren film ve dizi müziklerinden korku dehlizleri oluşuyor kafalarında.
Acıları eksiltiyoruz belki ama, çocuklarımıza hayat hakları için gerekli olan ortamı sağlayacak kadar babalarımıza benzeyebildik mi, emin değilim. Darbecileri yargılıyor olmamız, terörün bitmesine hizmet edecek umuyoruz; ama içimiz rahat değil.
Doğa Toprak, Sonsuz Ark, 21.12.2012
Doğa Toprak Yazıları