"Çarklar insanları öğüttüler."
Allah'ın önceki peygamberler aracılığıyla gönderdiği mesajların tahrif edildiği apaçıkken, bu tahrifi yapanların mevcut olacağı da açıktır -Kendilerini bağımsız araştırmacı olarak tanıtan Yahudi ve Hıristiyan araştırmacılar bu tahrifleri bilimsel çalışmalarla da kesinleştirmiş durumdadırlar-. Peki, Allah'ın mesajlarını tahrif ederek, tahrif edilmiş bu mesajlarla insanlar üzerinde hâkimiyet kurmak isteyenler kimlerdi? Allah'ın mesajlarını kendi çıkarları doğrultusunda yorumlayıp değiştirmek, hukukî değerlendirmelere göre ne anlama geliyordu?
İncil'in gönderilmesi, muharref ve eklemeli (Talmud) Tevrat'ın Yahudi din adamları, hahamlar ve havraların kurumsal hâkimiyetlerini sağlamak adına insanlara zulmetmek için kullanılmasının sona erdirilmesi gibi 'İnsanların özgürleşmesi/kişileşmesi' hedefine yönelikti.
Yahudi ruhban sınıfı diyebileceğimiz bu sınıfın -her Yahudi o sınıfa dahil olamaz- Allah'ı ve dini kullanarak kendi çıkar mekanizmalarını sürdürmek adına insanları sömürdüğünü, bu sömürü düzenini mantıksız ve akıl dışı bulanların da 'kâfir' ilân edilerek toplumdan dışlandığını, haklarının ellerinden alındığını, cezalandırıldığını ve hatta öldürüldüğünü biliyoruz. Bu sınıfın baskılarına peygamberlerin de maruz kaldığını yine ayetlerden öğreniyoruz.
İnsanı Allah'tan uzaklaştıran ve ruhban sınıfının kölesi haline getiren uygulamaların sonucunda İncil, Hz.İsa vasıtasıyla insanlara gönderildi. Tevrat insanları özgürleştirici olarak gönderilmişti; ancak tahrif edilerek insanları köleleştirici bir niteliğe büründürüldüğü için İncil gönderildi.
Hz.İsa'nın vaazlarında en çok değindiği konu, yine kişilerin özgürleşmesi ve sadece Allah'a kul olmaları emriydi. Yahudi ruhban sınıfı kendi egemenliklerinin sürmesi adına İncil'i reddettiler ve Hz.İsa'yı alaya alarak, öldürmeye çalıştılar. İnsanların özgürleşmesi onların kurumsal hâkimiyetlerinin sürmesini imkansız kılacaktı. Hahamların izinleri olmadan hiçbir hukuki (miras, evlilik, ticaret vs) kazanıma sahip olamayan insanlar, hukukun kaynağı değişeceği için egemenliği asıl sahibine ait kılacak ve bu egemenliğin şemsiyesi altında özgürleşerek yaşayabileceklerdi.
Bu yüzlerce yıllık alışkanlıkların değişmesi, dikey hiyerarşinin en katı özelliklerle uygulandığı (Yehova adını hiyerarşide en tepede bulunan haham yılda bir kez büyük bir törende telaffuz edebiliyordu, onun dışında hiç kimse Yehova adını ağzına alamazdı, hâlen de alamaz. İnsanın inandığı yaratıcıyı anması bile tapınakçıların belirlediği kurallara bağlıydı) ruhbanlık sınıfının sona ermesi demek olacaktı.
Tapınak'ın efendileri Hz.İsa'nın özgürlük savaşını yapageldikleri tuzaklarla engelledikten çok kısa bir süre sonra, Havarilerin insanlara ulaştırdıkları İncil'in mesajlarının ardına düştüler, o mesajların insanların zihinlerine yerleşmelerini engellemek için yok edilmeleri gerekiyordu. Başlangıçta azılı bir Hz.İsa düşmanı olan Paul adında bir Yahudi, gördüğünü söylediği bir rüya ile Hz.İsa taraftarı oldu ve Havarilere inanmış olan mü'minleri aldatarak, o mesajların algılanışında yeni formlar oluşturdu.
Bu tipik bir tapınak organizasyonuydu. Daha sonra, yeni dine yeni insanlar kazandırmak bahanesiyle, İncil'in mesajlarını değiştirmeye başladı, yerel ve batıl dini unsurların, özellikle paganizmin Hıristiyanlığın temellerine oturmasını sağladı. Bu organizasyon sonrasında İncil'in mesajları da tahrif edildi ve Yahudilerin diledikleri bozunma sağlanmış oldu. Bu bozunmanın sağladığı güven ortamında da Süleyman Mabedi'nin bekçileri yüzlerce yıllık hükümranlıklarını sürdürmeye devam ettiler. Sonrasında da yeni bir Hıristiyan ruhbanlık sınıfı meydana getirildi. (Bugün Yahudilikteki din adamları sınıfının aynısı, daha geniş hakimiyet unsurlarına sahip bir şekilde Vatikan'da, İstanbul'da, Antakya'da İskenderiye'de -varsayılarak-temsil ediliyor).
İncil'in insanın özgürlük mücadelesinde büyük bir adım olduğu, ancak yapılan büyük ölçekli tahrifâtla bu adımın yeni bir kölelik zinciri oluşturduğu çok sonradan anlaşılabildi. Ancak yeni din, Roma İmparatorluğunun siyasi güdümünde Avrupa'da en uzak köşeye kadar yayılana dek insanlar bunu fark etmediler.
Kralların ve derebeylerinin Kiliseyle kurdukları sıkı işbirliği sayesinde insanların, canları, kanları, malları, namusları ve çocuklarıyla herhangi bir hakka sahip olmayan sadık birer köle hâline getirilmeleri, aklın tüm sınırlarını zorlamakta gecikmedi. Hahamların Elohim (Tanrılar)i ve Yehova'sı ile Papaların Teslis'i insan aklını zorladı ve akıl kendi özgürlük alanında bilinen tüm engelleyici unsurları reddetti.
Bilim, Yahudiliği ve Hıristiyanlığı reddeden insanların akılları ile yeni bir döneme girdi -Müslüman bilim adamlarının çalışmalarını çalarak kendi kurduğu 'bilim dairesi' içine hapseden kilise, egemenliğini bu şekilde de koruyamadı-. İnsanlığın kâbus olarak gördüğü ruhbanlık sınıfı, insan aklının fıtrattan ileri gelen özgürlük arayışına mâni olamamıştı.
İncil'in insanın özgürleşmesi yolunda yaşadığı son, Tevrat'ın yaşadığı sonla aynı olunca Allah yeni ve son bir mesaj gönderdi. Hz.Muhammed vasıtasıyla insanlara gönderilen Kur'an, insan'ın kişileşmesi -birey olması- ve özgürleşmesi mücadelesinde tâze bir güç oldu.
İnsan heykellerinden oluşan tanrılar topluluğunun işgal ettiği Kâbe, insanların köleleşmesini sağlayan kabile efendilerinin elinde bir araçtı.Aslında Kâbe'nin heykel tanrılarla dolması da Yahudi din adamlarının ince marifetlerindendi. Onlar kendi kutsanmış ırklarının dışındaki diğer insanları heykelden tanrılar edindikleri için aşağılamaya devam ediyorlar ve onların birer 'taştan başka bir şey olmayan tanrılara kölelik etmelerinden memnun olarak' bilgelik pınarının tek sahibi olduklarını vurgulayıp bundan sağladıkları menfaatlerle insanlığın özgürlüğüne mâni olmaya devam ediyorlardı.
Peygamberlere yaptıkları yüzünden uğradıkları lanetle dağıldıkları yeryüzünde fesat çıkararak insanları sömürüyorlardı. Sömürü mekanizmaları Kur'an'ın gönderilmesiyle büyük bir yok olma riskiyle karşılaştı. İncil'in yaşadığı son, onların Kur'an'ı da tahrif edebilecekleri hususunda cesaretlendirmişti.
Allah'ın Kur'an'a verdiği sonsuza dek 'değişmez' olma özelliği insanları özgürleştirmeye ve sadece Allah'a kul olmaya davet ettikçe ve insanlar bu davete seve seve koşa koşa icabet ettikçe, Yahudi din adamları büyük bir bunalıma sürüklendiler. Kilise, coğrafî sebeplerle konudan uzaktı ve kendi hâkimiyet alanlarını risk altında görmüyordu. Ama yüzlerce yıllık fitne fesat kazanı tekrar kaynamaya, İslâm üzerinde ince, uzmanlık gerektirecek kurgular yapılmaya başlandı.
Yahudilikten dönme Münâfıkların yaptıkları başlangıçta pek işe yaramadı. Peygamber sağdı ve her türlü tahrifâta anında müdahale edebiliyordu. Birinci Halife Ebu Bekir'in ayetlerin yazılı olduğu materyalleri korumaya almasıyla, Yahudilerin metin üzerinde tahrifât yapma girişimleri boşa çıkarıldı.
Ömer ve Osman eliyle de Kur'an mushaf haline getirildiğinde de Tevrat ve İncil'in yaşadığı sonu Kur'an'a uygulayamayacaklarını anlayan Yahudiler, eski yöntemlerinden birini tekrar uygulamaya koydular; Hıristiyanlara Allah'tan başka Oğul ve Kutsal Ruh (veya Kutsal Anne) Tanrılarını edindirdiklerinden Müslümanlara da Allah'tan başka tanrılar edindirmeye çalışacaklardı. Ya da kendilerinde ve Hıristiyanlarda olduğu gibi bir ruhban sınıfı oluşturacaklardı. Egemenlik kayıtsız şartsız Allah'a ait olmamalıydı.
Abdullah Bin Seb'e ve arkadaşları Ali'yi yolda karşılayıp ona secde edecekler ve O'nun Allah'ın cisme bürünmüş hâli olduğunu söyleyeceklerdi. Amaçları fitneler, fesatlar, ihtilâller oluşturmak Müslümanları fırka fırka ayırmak, onları Resulü Ekrem'in ashabından soğutmak, onların rehberliğini imha etmek; bizzat Peygamberin nam ve nişanını ortadan kaldırarak, onun yerine mitolojik bir takım vasıflarla tanıtacak bir şahsiyet koymak (yeni bir İsa) ve böylelikle İslam'ı da tahrif ederek Hıristiyanlığa benzetmekti.
Zaman geçecek, Kur'an insanlar tarafından benimsenecek, hâfızâlarda korunacak, yazılı nüshâlarla küresel bir yayılma gücü bulacaktı. Fakat bununla beraber Abdullah Bin Seb'e ve diğer Yahudilerce yakılan fitne ateşi de büyüyecekti ve sonrada bu ateşin sönmemesi için gerekli olan her şey yapılacaktı.
Sahabîler vefat ettikten sonra itikâdî ve amelî tartışmalar başlatılacak, tabiîn ve etbâuttabiîn dönemlerinde 'saptırılmış önermelerle' aklın egemenliği tesis edilmeye, İslâm siyâsî egemenliklere alet edilmeye çalışılacak; ancak bütün bunlara rağmen İmam-ı Âzam, İmam-ı Şâfi, İmam-ı Mâlik ve İmâm-ı Hanbel gibi Kur'an'a ve sahih hadislere sadık, mantıksal çıkarım gücü yüksek düşünürlerce İslam (özellikle fıkıh) sonradan çok fazla ayrıntılara girilse de bozulmadan yaygınlaşacaktır.
Dört mezhep imamından sonra itikâdî meseleler, helenistik materyalizmin çeviri eserleri kullanılarak abartılmaya ve özünden saptırılmaya çalışılmışsa da bazı değerli düşünürlerin çabalarıyla Kur'an ve sahih sünnet merkezli esaslar tazyif edilememiştir.
Bugün Müslümanların büyük çoğunluğu tarafından aynı şekilde algılanan İslâm, o dönemlerde can karşılığında verilmiş mücadelelerle, insanın özgürleşmesi sürecinin devam etmesini sağlamıştır. Fakat fitne engellenememiş; Ali üzerinden yürütülen çalışmalar şiâ gibi bir mezhebin doğmasına neden olmuş ve böylece de bu mezhepte bir ruhbanlık sınıfı (imamlar) oluşturularak kısmı bir başarı sağlanmıştır. Sunnî ve şiâ gibi iki mezhebe mensup olmak durumunda kalan Müslümanlar, Yahudilerin tâcizinden kurtulamamışlardır. Şia kendi çizgisinde ilerlemiş, ancak insanın ince özgür çizgisini fâkihlerin aşırı müdahalesi yüzünden kısmen muhafaza eden Sünnîlik, henüz Yahudilerin istediği çarpıklıklarla eğriltilmemişti.
Emeviler, Abbasiler ve Memluklardan sonra Osmanlılar Sunnîliğin temsilcisi olarak Hilâfet mekanizmasını kullanmışlar, İslam, Osmanlılar döneminde medreseler ve şeyhülislamlık gibi yeni kurumlarla kendi varlığını sürdürmeye devam etmiştir. Hilafet ve şeyhülislamlık gibi kurumlar, şiâdaki gibi Ayetullahlar silsilesinden farklı olmakla birlikte -ancak onlarla benzer sonuçlar oluşturacak şekilde- insanların özgürleşmesinde engelleyici roller oynamaktan kurtulamamışlardır.
Fetvâların insan hayatındaki önemi giderek artmış, Muhkem ayetlerin bazı hükümleri göz ardı edilip onların yerine ictihad sonuçları kullanılmış, Mezhep İmamlarınca Kur'an, Hadis, kısas ve ictihad ölçü alınarak tesis edilen İslâmî Hukuk nosyonları (fıkıh) kişilerin aleyhine daraltılarak birer hüküm aracı haline getirilmişlerdir.
-Bu uzun bir süreçtir ve bu sürecin bir çok aşamasında medreselerde müderris ve sonrasında şeyhülislam olmayı başarabilen Yahudiler en önemli etkendirler. Bu etki II.Beyazıt döneminde başlamış Kanuni döneminde artmış ve Osmanlı'nın gerileme ve yıkılış dönemlerinde sistematik bir şekilde ve fikrî bozunmayı sağlayacak düzeyde etkili olmuştur. Sunnîlik içindeki ruhbanlık sınıfı da bu dönemde oluşturulmuş, başlangıçta insan'ın özgürleşmesine hizmet eden tarikatlerin giderek yozlaşması ve çeşitlenmesi ile tarikat mensuplarının dinî ve siyasî sistem üzerinde güçleri artmış,tekke ve zaviyeler eliyle gerekli olan altyapılar hazırlanmış ve dergâhlarda bina işlemleri tamamlanarak özlenen hedefe ulaşılmıştır-.
İnsanlığın özgürleşmesinde kurumsal olarak siyasî literatürde ulaşılan zirve devletin (Osmanlı Devleti) yıkılmasını sağlayan veya hızlandıran en önemli unsur Yahudilerin tarikâtler ve dergâhlar vasıtasıyla oluşturdukları bu yeni sınıf oldu.
Allah'ın mesajlarını değiştiremeyenler bu kez, Allah'ın mesajlarının doğrudan ulaşılabilir olmasını engellediler. İnsanları dergâhlara ve şeyhlere bağlı olmakla övünür ve bu bağlılıkla siyasî, iktisadî ve ilmî pâyeler alabilecek hale getirdiler.
Allah'a ulaşmak gibi, İslam dışı, fantastik ve kabalistik bir hedef oluşturarak, insanın tasavvuf gibi paranoid bir döngüde sarkaç salınımına tutulmasını sağladılar. Şeyhler ve mürşidler efendileşti, insanın Allah'a ulaşması yolunda birer rehber olmaktan çıkıp aracıya dönüştüler.
Allah'ın emirlerinden önce şeyhlerin emirleri dinlendi; ilerleyen zamanda Allah'ın emirlerini merak eden müntesip kalmadı, körleştirildiler ve böylelikle köleleştirildiler. Ve Abdullah Bin Seb'e nin yüzlerce yıl önceki hedefi, yüzlerce yeni tanrı sayılabilecek kişiden müteşekkil çok geniş yetkili 'ruhbanlar sınıfı', Sunnîlik içinde tartışılmaz bir güce ulaşılacak özelliklerde inşa edildi.
İslam'ın yaygın iki mezhebi de Yahudilikteki gibi bir yapılanmaya mahkûm olmaktan kurtulamamışlardı. Tıpkı hahamlar heyetinin icraatları gibi Şeyhlerin, efendilerin izni olmadan evlilik, ticâret, siyâset, ibadet yapılamamış, ek olarak yeni ibadet türleri ortaya çıkmış, insanların Allah'a yaklaşma, Allah'ı anlama ihtiyaçları sömürülerek ve yönlendirilerek Allah'tan uzaklaşmaları sağlanmıştır.
Bütün olumsuzluklara karşın İnsanlığın özgürlük mücadelesi, Allah'ın koyduğu ölçüler ve beyan ettiği değişmez mesajı sayesinde, her iki mezhebin (Sunnî ve Şiâ) içinden Kur'an merkezli düşünceler üreten akl-ı selim sahibi insanlarla sürmeye devam etti. Onların varlığı ve verdikleri eserler Müslümanların özgürleşmesinde ve kişileşmesinde gelecekte çok önemli görev üstleneceklerdi.
Yeni dönemin yeni devleti Türkiye, yerleştirilen yeni rejimle batıdakinden farklı bir seyir izlemedi. Batıda Hahamlar heyeti ile Papaların aklın özgürleşmesi sürecinde reddedilişi, birçok aklıbaşında Yahudi ve Hıristiyanın dinsizliğe yönelmesine neden olurken, tarikâtlerin, dergâhların, şeyhlerin akılla reddedilişi de Türkiye'de ve diğer Müslüman ülkelerde de benzer sonuçlar oluşmasına yol açtı.
Egemenlik çatışmaları sürdü, yasaklanan tarikâtler, tekkeler türdeşleri gibi gözlerden ırak, gönüllere yakın bir yol izlediler. Geçmişten gelen iz sürüldü. İslâm'ın yeryüzüne yayılışındaki hizmetleri asla inkâr edilemeyen bazı yapılanmalar varlıklarını bu çatışma esnasında koruyabildiler ve yeni nesillere ulaşmakta başarılı oldular. Ancak; Yahudi kökenli yapılanmalar da varlıklarını sürdürüyorlardı.
Güç elde etme çabası iyi ve kötü niyetli yapılanmaların birbirinden ayırdedilmesini zorlaştırdı. İnsanların özgürlüğü geçmiş kötü alışkanlıklarla yine ellerinden alınmaya başlandı. Cemaatler veya tarikâtler eliyle insanlara yeniden istendik kalıplar giydirildi. Çarklar insanları öğüttüler.
Bilginin engellenemez bir kolaylıkla ulaşılabilir olması bu yeni dönemde, insanın özgürlüğü için büyük bir fırsattı. İnsanın kişileşmesi, çeşitlenen Kur'an mealleri ve aklın ulaştığı algılama ve kavrama düzeyi sayesinde ciddi ve saygın bir sorgulama evresine girmeyi başarabildi. İnsan Allah'ı, okumakla anlayabileceğini, bu yolda kendisine rehberlik edecek olanların yeterli olup olmadıklarını denetleyebileceğini/denetlemesi gerektiğini öğrendi.
İrâdî yeterlilikleri yontulan, kendi özel hayatlarındaki tercihleri kısıtlanan ve sonrasında kısıtlanan varlıklarıyla birlikte gelen ruhsal ve sosyal sorunlarla bunalan ve başka kaynaklardan 'öğrenen' insanlar tepkiler vermeye başladılar.
Kuşkusuz her yeni yol kendi özel zorluklarını da beraberinde taşıyacaktır. Türkiye'de Müslümanların kişileşmesi çok zor olmayabileceği gibi çok da kolay olmayacaktı. Fikrî altyapılarını batılı düşünürlerin düşünceleriyle bezeyen ve sonra dönüp bu fikirleri Kur'an süzgecinden geçirmeyi başarabilenler -bu kişileşme mücadelesinde büyük zayiatlar vermelerine rağmen- kendi kişilikleriyle hizmet ettiler.
Ayakta kalabilenler, 'Önce Kur'an okuyun, kişiye kişi olma özelliğini Kur'an kazandırır, sonra diğerlerini, sonra yine Kur'anı okuyun!", dediler. Batı'nın kirli bilgisinde dağılıp eriyenler bile dönüp geldiler.
Yeni dönemde, Allah'ın mesajlarını kendi çıkarları doğrultusunda yorumlayıp değiştirenlere karşı, Allah'ın mesajlarını gelişen bilim ile anlamayı tercih edenler artıyor. Türkiye'de insanların ruhunu, malını, çocuklarını köleleştiren bir ruhbanlık sınıfının -ihdâs edilse bile- iflas etmekten kurtulamayacak olan bir ideal olacağını düşünen ve yazan her akl-ı selim sahibi Müslüman kişileşiyor; kişileştikçe insan olma onurunu, kendisine verilen 'Allah'a kul olma' ödevine/görevine göre elde edip edemeyeceğini biliyor. Kanaatlerine önderlik eden nice insanın boğulup kaldıkları yerde "Ben falan hocaya bağlıyım" diye bağırdıklarını işiten/fark eden her Müslüman, boğulmamanın yollarını Allah'ın son mesajına bağlanarak bulabileceğini idrâk etti. Onu anlamak için çalışıyor.
Seçkin Deniz, 23.06.2008, Sistematik Analizler 65
(*)Diğer dinlerdeki ruhbanlık sınıfları da insanın özgürleşmesinin önündeki en büyük engeldir.
1. Sümerler dönemi, ruhban sınıfının korkunç taassubu ve hakimiyeti altındaydı. Kendilerini "Tanrı Hizmetçileri" kabul eden bu sınıf, yoksulların bahçesinde yetiştirdikleri meyvelere, besledikleri hayvanlara el koyuyor, halkın ödediği dini vergileri gün geçtikçe artırıyorlardı. Şehir devletlerine hakimdiler. Şehir devletinin başında Rahip-Kral vardı. Ruhban sınıfı, onun en yakın yardımcısıydı. Bütün şehir devleti, "Tanrı Ülkesi" sayılırdı. Ziraat, askerlik ve yönetimle ilgili işler büyük şehir mabedinde kararlaştırılıyordu. M.Ö. 2750 yıllarında Kral Urganika, ruhban sınıfına karşı çıkarak bazı reform metinleri hazırladı, çeşitli kanunlar koydu ve hukuka dayalı bir düzen kurarak bu kargaşaya son vermeye çalıştı.
2. Mısır medeniyetinin ilk yıllarında, tarih öncesi çağlardan kalma şehir tanrıları varlığını sürdürüyordu. Heliopolis şehrinde bulunan Ra rarihlerine göre, Güneş Tanrısı Ra bütün ilahların en büyüğüydü. M.Ö. 2250 yıllarına doğru bu rahiplerin Güneş dini, devlet dini oldu. M.Ö. 1230 yıllarından itibaren bütün Mısır'a hakim olan Orta Krallık devrinde, ruhbanların gayretiyle hükümdarlar ilahlaştırılmaya başlandı
3. İran'da bulunan Zerdüşt (M.Ö. 570-493), alemi yaratan ve şekillendiren Ahura Mazda dediği bir Tanrı inancını savunuyor ve görevlendirildiğine inanıyordu. Ancak, Zerdüşt'ün ölümünden sonra ruhbanlar, yüce varlığın nuru olarak kabul ettikleri ateşi kutsallaştırdılar
4. Hindistan'da, kurucusu olmayan Hinduizm dini hakim durumdaydı. Bu din bir bakıma, hind toplumundaki kast sistemini koruyan ve yorumlayan ilkelere dayanıyordu. Aslında Felsefi Hinduizm'de, mutlak, ebedi, sonsuz ve nitelendirilemeyen bir varlık olarak açıklanan Brahma inancı vardı. Bu durum Hinduizm'in, Tek Tanrı inancından kaynaklandığını ancak, ruhbanların ve hükümdarların bunu kendi menfaatlerine uygun bir şekle soktukları düşüncesini akla getiriyordu. M.Ö. 2000'e kadar dayanan Vedalar, Hinduizm'in temeliydi. Bunların nasıl yazıldığı bilinmediğinden, dinin kurucusu da meçhuldü. Açık olan gerçek, Hinduizm'de ruhbanların ve imtiyazlı sınıfların egemenliğiydi.
5. Çin'de ortaya çıkan düşünürlerden ilki, Taoizm'in kurucusu olan Li-Tan (M.Ö. 604- ? ) idi. Taoizm'de daha sonraları, büyücüleri, rahip ve rahibeleriyle, dini şefleriyle bir ruhban sınıfı meydana geldi. Bunlar türlü ayinler ve törenler icad ettiler. M.S. 156 yılında, devlet tarafından O'na kurbanlar kesilmesi emredildi. M.S. IV. yüzyılda ise, Lao Tzu'ya bazı olağanüstü özellikler yakıştırıldı (Dr.Abdullah Manaz, İlahi Kitaplar ve Kur'an)