“Bu yazı, merhum babamın şahsında benzer tüm babalara ithaf edilmiştir.”
İş, güç…çağın getirdiği hengâmeler. Haberler, kitaplar, dergiler, sinema ve bir de internet. Kavganın bu türlüsüne dalmış olanlaradır sözüm. Kimseyi yadırgamıyorum, kimsenin her bir vakitte elinde tuttuğuna da dikmiyorum gözlerimi. Yüksek bir tepeye çıkıp bağıracak hâlim de yok. Suskun, içe kapanık ve çâresiz çocukların gözlerine bakıyorum ben.
Büyüdüksıra büyüklerinin şaşkın bakışları altında yalan söyleyen, sofrada herkesin tabağındakilere göz diken bencil çocukların günah öncesi dönemlerine yaklaşıyor gözlerim. Günah öncesi dönem, Piaget’in bilişsel gelişim kuramında yok. Gelişim psikolojisi ergenlik dönemini tahlil ederken konuya biraz değinir Dinî gelişim parağrafında, fakat daha fazlası yok. Günah öncesi dönem, günahın tohumlarının atıldığı ya da tam tersi günah üreten nefsin önüne setlerin dikildiği dönemdir.
Başkasının tabağındakilere göz diken o güzel, o tatlı çocuk sofradaki diğerlerinin kendisini izlemediğini düşündüğü o vakitlerde, gezgin bakışlarıyla aslında terbiye alma zamanında olduğunu anlatmaktadır. İş, güç diyerek dikkatlerini yorgun sayfaların, eskimiş duyguların kumdan kalelerine hapseden annelerin ve babaların göremeyeceği kadar uzak yerlerdeki çocuklar içindir kaygım. Hiç kimseye sitem edecek de değilim. Öylesine atıyorum harfleri satırların keskin dönemeçlerine.
Masalların içine saklanmış bulmaca gibi dersleri, yaşanmış gibi anlatılan uydurma hikâyeleri, çekinik kaynanaların utangaç bakışlarından akıp gizliden gizliye verilen ‘Baban görürse, duyarsa ne der?” telkinlerini ve daha birçok şeyi çöpe atıp tartıyorum söylediklerimi. Soruyorum, hangi bir ders alınacak anlatı, yaşanmışlıklardan daha gerçekçi ve etkili olabilir ki? Hangi birimiz içimizde kaynayan kazanın kenarına bize dayatılan öğütleri alıp da oturduk?
Hepimiz, hayatımızın her anında öğüt alıp durmadık mı? O zaman nerede helâl-haram tartımız? Neden kuşku bulutlarının yağdırdığı yağmurlarla içimiz rahat değil? Kazancımızın her bir zerresine itimat edip etmediğimizi denetlediğimiz her an, içimizin gölgeleri neden biraz daha kararır? Hiçbirimiz emin değiliz, değil mi?
Bazılarımız, diğer bazılarımızdan biraz daha rahatlar. Onlar anne-babalarından, bilhassa babalarından aldıkları terbiye ile dümdüz bakıyorlar içlerine. Sokak aralarında oynadığımız oyunlar da ‘üttüğümüz’ gazoz kapaklarından gullelere kadar gezdiğimiz her bir kazanç hamlelerini ve sonrasında fosseptik çukuruna atılan ‘kazanılmışlıkları’, bizi kazıkladıklarını düşündüğümüz bakkal amcalardan hakkımızı almak adına onların boş bir anlarında elimizin kıyısına ilişen ‘bedava alınmış kazançları’ ve daha nicelerini her bir nasihat aklımızda iken çocukluğumuzun kaynar kazanına atmıştık.
Sonra, bizi ne durdurdu? Dayak mı? Nasihât mı? Günah ve sevap üzerine çocuk aklımıza dökülen ne anlama geldiğini bilmediğimiz bir sürü şeyin içinden biz neleri seçip aldık da durduk? Ya da duramayanlarımızda sık sık gördüğümüz gibi, bulduğumuz her şeyi heybemize atmamızın sebebi ne? Neden durdurulamadık?
Biz gördüklerimizi ve yaşadıklarımızı, yaşadıklarımız ve gördüklerimiz üzerinden anlamlandıran babalarımızdan aldık alacaklarımızı ve durduk. Başkasının hakkı üzerinden yürütülen mantık kurgularında ikna olduk. Biz adam yerine konarak, horlanmadan ve ikna edilerek durmayı öğrendik. Ya şimdi? Hangi birimiz iş, güç ve dinlenme sıkıntılarından vakit bulup çocuklarımızı ikna edecek duyarlılıkla helâl-haram ve hâk üzerinde tedip ve terbiye edecek dikkatler üretebiliyoruz?
Mesailerinin her bir dakikasını alınlarının teriyle dolduranlarımız önce Allah’a sonra ebeveynlerine ve dâhi babalarına, emekdâr dedelerine teşekkür etmeliler. Mesailerinden geri kalmayanların alın terlerine hürmeti bilen işverenlerimize ve bu hürmeti, sigorta bedelinden tahsil etmeyip, bir günde iki mesailik zaman çalmayanlarımıza da hatırlatmalıyız, dönüp kendilerine hâkkı öğretenlere teşekkür etmeyi.
Bizlerden bazıları ‘Bu kadar maaşa bu kadar iş’, derlerken hukukuna haksızlık ettiğimiz çocuklarımızın istikbâllerinden çaldıklarını unutuyorlar. Maaşını beğenmeyenlerin çaldığı borazanlara uyup da haksızca elde edilmiş maaşlarını çocuklarının boğazlarından geçirenlerin yaptığı kötülük, yediği hak geçmişte kalmıyor işte.
Biz çocuklarımıza helâl ve haramı sadece nasihatlerimizle vereceğimizi zannediyorsak aldanıyoruz. Bizi örnek aldıklarını unutuyoruz çocuklarımızın. Dersine geç kalan, dersini gereği gibi işlemeyen ve öğrencilerinin gelişim sürecini izlemeyen, öğrencilerini özel derslere veya dershanelere mecbur bırakan öğretmenin, hak edeceği bir maaş yoktur; onun çocuklarına vereceği bir hak dersi yoktur.
Sendikaların, siyasetin ve kibrin doldurup öfkenin boşalttığı meskenlerde eğitim olmuyor, olamıyor. Hâk dersleri Din Kültürü ve Ahlâk Derslerinde de yerini bulmuyor. ‘Gusül abdesti almasını bile bilmiyorlar’ diye 10. sınıf öğrencilerini diğer meslektaşlarına şikâyet eden Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi Dersi Öğretmeni’nin ergenliğin en cevval dönemindeki gençlere vereceği hâk, helâl ve haramla ilgili hiçbir kırıntı yoktur. Zira; o öğrencilerini şikayet ederek onların haklarına müdahil oluyor; yapması gereken şikâyet etmek değil, onlara lâzım olanı öğretmek.
Biz babaların, hükümran olduğumuzu sandığımız evlerimizde yapacaklarımız vardır. Babalar, ah, babam…
Sıcak bir yaz günüydü. Babam, öğle namazı için camideydi, bakkal dükkânımıza bekçilik ediyordum. İlkokuldu o zamanlar, ilköğretim; sanırım dörtteydim, aklımın biraz erdiği bir dönemdi. Bir kadın geldi bakkala, yarım ekmek istedi; ekmekler büyüktü o zamanlar, bir inşaat işçisi bile doyardı yarım ekmekle.
Baktım; ekmek dolabında yarım ekmek var, aldım, utanarak kadına uzattım uzun ve geniş bakkal dolabının üstünden. Utanıyordum, çünkü; yarım ekmeğin kesik ucundan bir lokmalık ekmek koparılmıştı. Korktuğum başıma geldi. Kadın, “Bu ekmeği fare mi yedi? “ diye sordu. Utana sıkıla: “Hayır”, dedim kadına, “Babam ekmeği kesiyor ve tartıyor, ağır gelenden koparıp hafif gelenin üst kısmına sıkıştırıyor.” Kadın şaşırdı: “Allah, Allah ! Bu devirde böyle adamlarda mı var?”dedi ve yarım ekmeği aldı, gitti.
Babam, namazdan dönünce ona:” Baba,” dedim “Yarım ekmeği kesince neden tartıyorsun, bir lokmayla ne olacak ki? Kadının biri, kopuk kısmı görünce, Fare mi yedi diye sordu, utandım; sonra izah ettim.” Babam gülümsedi, bir ekmek aldı ve kesti. Bana, “Hangisini almak istersin?” diye sordu, “Azı mı çoğu mu?” Ben de içimden geldiği gibi, genellikle tam ortasından kesmeye alışkın olan babamın bilerek dengesiz kestiği yarım ekmeklerden büyük olanı almak istediğimi söyledim.
Babam, gülümsemeye devam etti: ”Ya diğer yarım ekmek, onu alan azı almış olacak, ama aynı parayı verecek.” dedi ve “Kendi elimizle birinin hakkını diğerine yedirmiş olmayacak mıyız? Buna hakkımız var mı?“,diye sordu bana. Ben bir şey diyemedim. Sonra ekledi, rahmetlik babam: “Babam”, dedi. “Zaten bizden ekmek alan bilir tarttığımızı, utanmana gerek yok artık.”
İşte o günden beri, çocukluğumun kaynayan kazanları dinginleşmiş durumda. Hele O’nun iki fiyatlı bir litrelik ayçiçeği yağlarının hikâyesi. Az mı kavga etmiştik. Enflasyonun daha yeni azmaya başladığı dönem, eski koliden artakalan yağların fiyatı eskiden olduğu gibiydi, yeni gelen kolideki yağların fiyatı ise zamlı; ama her iki yağ aynı raftaydı. Bir tek fiyatları farklıydı. Bir türlü eski yağları yeni fiyatlarla sattıramamıştım. Enflasyona alışmamıştı, açıkça zarar ediyordu. Sattığı fiyattan alıyordu, yağı. Stok’a girer diye asla taviz vermedi.
Helâl-Haram bilincinin caminin her an uyaran atmosferinde piştiğini biliyordum, nasihatleri de vardı. Ama o dersi kendim bilfiil alana kadar ikna olamamıştım. Herkesin kredi alıp işini geliştirdiği dönemde, o azala azala dükkânı kapatmayı tercih etmişti.
Babalarımız bizi durdurabilmişti, hâk yolundan haksızlığa saparayak giderken. Biz çocuklarımızı durdurabiliyor muyuz, durdurabilecek miyiz, dostlar?
Helâl-Haram tartımız sağlam mı?
Mustafa Eyyüboğlu, OnÜç Mayıs İkiBİnOn- Beş
Mustafa Eyyüboğlu Yazıları