"Savaş alanında veya düelloda yendiğimiz bir adamın canını bağışlamış gibi, şişinirdik. Şimdi de öyle değil mi, rekabet ve kazanma hırsının olduğu her alanda?"
Kumara
nasıl alışır insan? Gulle (Bilye) oynamak ya da yutma (ütme) ağırlıklı oyunlar çocukları
kumara alıştırır mı? Şu sıralar, online bilgisayar oyunlarında sürekli
birilerini öldüren çocuklara baktıkça gullelerimiz masum kalıyor zihnimde… En
kötü ihtimalle kumarbaz olurduk, ama katil olmazdık, öldürmeyi kanıksamazdık
diye düşünüyorum. Belki de hatalıyım, yorum yapamayacağım.
İki kötülükten birini seçmek zorunda mıyız? Değiliz elbette; peki ya insanın içindeki kazanma hırsını ne yapacağız? Kazanmak ve en iyi olmak? Bir çocuğu bırakın, sıradan bir yetişkin bile kazanma, rakiplerini teker teker yenme azminden, heyecanından bahsetmeden durabilir mi?
Bir yazar düşünün mesela. En çok satan, en çok okunan, en çok yazan falan. Belki de bir doktor; hastası hiç ölmemiş olan ya da bir asker hiçbir operasyondan başarısız çıkmayan. Aldığı kelle sayısıyla övünen teröristin hırsıyla, kazandığı oydan kişisel bir başarı hikâyesi üreten siyasetçi arasında ne fark var? Gazete ve dergi trajları, televizyon ratingleri, sinemada hasılat miktarları, ödüller. Her meslekten kaç tane insan vardır kazanma ve bundan övünç duyma refleksi, hırsı, vesair tantanaları olmayan?
Gullelerim,
henüz lağım sistemi olmayan 70’li yılların ortalarında, sevgili annem
tarafından fosseptik çukuru üzerine bina edilmiş olan tuvaletin o dar
deliğinden poşet poşet atıldıkça üzülürdüm ben. O kadar emek sarf etmiş,
alnımın teriyle kazanmıştım o gulleleri ve annem babam görüp kızmasın diye ,
tekrar almam mümkün olmasın diye tuvalete atıyordu. Yaşadığım üzüntüyü
gülümseyerek hatırlıyorum şimdi. Pantolonlarımın dizleri tozlanır, erirdi. Pantolonlar
bir yana, onca emek tuvalete giderdi ya.
Mahallenin çocuklarında gulle bırakmamış, ütmüştüm. Gulle oynarken parmaklarda en iyi duran, iyi nişan alınan, uğur getiren ve sürekli onunla oynanan gulleye dakkalık derdik. Dakkalığını kaybetmiş olan oyuncu oyundaki şerefini de kaybetmiş oluyordu. Bir rakibini yenmek için illa elindeki dakkalığı da ütmek zorundaydın. Aksi halde kazanmış sayılmazdın. Bu öylesine acımasız bir rekabet alanıydı.
İyi nişancı olmayan çocuklar benle oynamazlardı. Eski kovboy filmlerindeki gibi, diğer mahallelerden rakip olmak isteyen çocuklar gelirdi, beni yenmek için.. Hepsi omuzları düşük, dakkalıklarını da üttürmüş olarak döner giderlerdi. Hoşuma gidiyordu kazanmak.
Gullelerim annemin elleriyle tuvalete gidince, birikmiş hallerini izleyip keyif alma şansım ortadan kalktı. Ben de nasılsa tuvalete gidecek gulleler diye, gulle oynamayı bıraktım. Ama bir gün sordum babama: “Siz çocukken ne oynardınız baba?”
Babam gülümsemiş ve anlatmıştı. Çelik-çomak gibi bir oyun oynarlamış köyde.. Bir de kemiklerden yapılma, zar şeklinde atılan ve dik/yatık gelme durumlarına göre kazananın belli olduğu oyundan bahsetti adı ise ilginçti: ‘Kelek’. Ve annesinin o oyunu kumar olduğu için yasakladığını söyledi. O da iyi oynarmış o oyunu… Sanırım benim bıraktığım nedenlerle bırakmıştı o da.
Babamla aynı nedenlere sahip olduğumu anlayınca biraz rahatlamıştım. Evet; arkadaşlarım gullelerini kaybedince üzülüyorlardı ve bu gittikçe içine farklı kazançlar alan bir sarmaldı. Kazanmanın tadını gulleyle alıyordun; kaybedenler gidip parayla yeni gulleler alıyorlardı ve sen onları da ütüyordun. Kaybedenler para kaybediyorlardı.
Parayla gulle almak iyi bir gulleci için zûldü; küçük düşürücü bir şeydi. Sonuçta evet; oyun da olsa bu bir kumardı. Ben parayla gulle almadığıma ve bir sürü gullem olduğuna göre, kumar oynuyormuşum. Ki; ben bıraktıktan sonra, gulleye devam eden bazı çocukların büyüdükçe kağıt oyunlarıyla oynanan kumara dadandıklarını görmüştüm. Annem ve babam zamanında müdahale etmişlerdi bana.
Mahallenin çocuklarında gulle bırakmamış, ütmüştüm. Gulle oynarken parmaklarda en iyi duran, iyi nişan alınan, uğur getiren ve sürekli onunla oynanan gulleye dakkalık derdik. Dakkalığını kaybetmiş olan oyuncu oyundaki şerefini de kaybetmiş oluyordu. Bir rakibini yenmek için illa elindeki dakkalığı da ütmek zorundaydın. Aksi halde kazanmış sayılmazdın. Bu öylesine acımasız bir rekabet alanıydı.
İyi nişancı olmayan çocuklar benle oynamazlardı. Eski kovboy filmlerindeki gibi, diğer mahallelerden rakip olmak isteyen çocuklar gelirdi, beni yenmek için.. Hepsi omuzları düşük, dakkalıklarını da üttürmüş olarak döner giderlerdi. Hoşuma gidiyordu kazanmak.
Gullelerim annemin elleriyle tuvalete gidince, birikmiş hallerini izleyip keyif alma şansım ortadan kalktı. Ben de nasılsa tuvalete gidecek gulleler diye, gulle oynamayı bıraktım. Ama bir gün sordum babama: “Siz çocukken ne oynardınız baba?”
Babam gülümsemiş ve anlatmıştı. Çelik-çomak gibi bir oyun oynarlamış köyde.. Bir de kemiklerden yapılma, zar şeklinde atılan ve dik/yatık gelme durumlarına göre kazananın belli olduğu oyundan bahsetti adı ise ilginçti: ‘Kelek’. Ve annesinin o oyunu kumar olduğu için yasakladığını söyledi. O da iyi oynarmış o oyunu… Sanırım benim bıraktığım nedenlerle bırakmıştı o da.
Babamla aynı nedenlere sahip olduğumu anlayınca biraz rahatlamıştım. Evet; arkadaşlarım gullelerini kaybedince üzülüyorlardı ve bu gittikçe içine farklı kazançlar alan bir sarmaldı. Kazanmanın tadını gulleyle alıyordun; kaybedenler gidip parayla yeni gulleler alıyorlardı ve sen onları da ütüyordun. Kaybedenler para kaybediyorlardı.
Parayla gulle almak iyi bir gulleci için zûldü; küçük düşürücü bir şeydi. Sonuçta evet; oyun da olsa bu bir kumardı. Ben parayla gulle almadığıma ve bir sürü gullem olduğuna göre, kumar oynuyormuşum. Ki; ben bıraktıktan sonra, gulleye devam eden bazı çocukların büyüdükçe kağıt oyunlarıyla oynanan kumara dadandıklarını görmüştüm. Annem ve babam zamanında müdahale etmişlerdi bana.
Yalaklar
açardık çamurdan; kuruduktan sonra da oynardık. Gulleri yalağa sokma yarışı
vardı; bir çizgi çizerdik, oradan yalağa sokmaya çalışırdık dakkalık gulleyi.
Yan yana dizerek, baş, başaltı gibi yan yana dizdiğimiz gulleri, dakkalıkla
nişanlayarak baştan vurmak ve geride kalan tüm gulleleri almak isterdik. Başı
vuran tüm dizili gulleleri alırdı, başaltından vuran baş hariç diğerlerini. Üstümüz
başımız, toz, çamur olurdu. Gider bir bahçede dikili muslukta temizlenir,
yıkardık üstümüzü başımızı ıslattığımız parmaklarımızla.
Yağmur
yağardı; saçlarımızdan yüzümüze sızan yağmur damlaları, geze geze dudaklarımıza
gelirdi. Biz de emerdik. Emdikçe de daha bir hırslanırdık. Kavgalar ederdik,
dakkalığını üttüğümüz halde vermek istemeyen çocuklarla. Küserdik birbirimizle.
Dakkalığını almamak, bağışlamak demekti. Savaş alanında veya düelloda yendiğimiz
bir adamın canını bağışlamış gibi, şişinirdik. Şimdi de öyle değil mi, rekabet
ve kazanma hırsının olduğu her alanda?
Bağışlamanın getirdiği kibir ve dayılanma hâli. İnsanı belki de çürüten ve sevilmezleştiren buydu. Herkesin gullelerini aldığım için sevilmezdim. Ama benden de kopamazlardı arkadaşlarım; ütünce onlara da veririm diye. Güçlü olanın yanında durmak ve onun arkadaşıyım demek, avantajlar sağlıyordu onlara.
Gullelerle vedalaştıktan sonra çevremdeki arkadaşlarım değişmeye başlamıştı. Sevilmezliğim azalmıştı. ‘Gulle oynamayı bırakmış’, dediler ya bir defa; canım istese de oynayamazdım erkekliğe sığdırıp. Yine de güzel günlerdi o günler; şimdimi sağladığı için. Babam ve annem; Allah size rahmet etsin, sizleri bağışlasın. Belki en büyük kazancım bu dua olur, kim bilir?
Kitaplara dadanmıştım gullelerden uzaklaşınca. Ağaçlar, dallar, sokaklar, yağmurda koşmak, vindaviç oynamak yavaş yavaş azaldı çocukluğumdan. İyi mi oldu? Belki de; ama kitaplara fazla zaman ayırınca hayatı ıskalayabiliyor insan. Kitaplardan bir dünya kuruyor kendine ve kopuyor hayattan; başka bir hayata geçtiği için. Arkadaşlarımdan koptuğumu hatırladığım zaman o zamandı işte. Hırsımı da dizginlemeye başladığım o zaman.
Hüzün bu, neden akıp gelir ki geçmişten? Gülümsetir bazen ve tekrar hüzne çeker insanı hatırâlar. Ben seviyorum bunu.
Bağışlamanın getirdiği kibir ve dayılanma hâli. İnsanı belki de çürüten ve sevilmezleştiren buydu. Herkesin gullelerini aldığım için sevilmezdim. Ama benden de kopamazlardı arkadaşlarım; ütünce onlara da veririm diye. Güçlü olanın yanında durmak ve onun arkadaşıyım demek, avantajlar sağlıyordu onlara.
Gullelerle vedalaştıktan sonra çevremdeki arkadaşlarım değişmeye başlamıştı. Sevilmezliğim azalmıştı. ‘Gulle oynamayı bırakmış’, dediler ya bir defa; canım istese de oynayamazdım erkekliğe sığdırıp. Yine de güzel günlerdi o günler; şimdimi sağladığı için. Babam ve annem; Allah size rahmet etsin, sizleri bağışlasın. Belki en büyük kazancım bu dua olur, kim bilir?
Kitaplara dadanmıştım gullelerden uzaklaşınca. Ağaçlar, dallar, sokaklar, yağmurda koşmak, vindaviç oynamak yavaş yavaş azaldı çocukluğumdan. İyi mi oldu? Belki de; ama kitaplara fazla zaman ayırınca hayatı ıskalayabiliyor insan. Kitaplardan bir dünya kuruyor kendine ve kopuyor hayattan; başka bir hayata geçtiği için. Arkadaşlarımdan koptuğumu hatırladığım zaman o zamandı işte. Hırsımı da dizginlemeye başladığım o zaman.
Hüzün bu, neden akıp gelir ki geçmişten? Gülümsetir bazen ve tekrar hüzne çeker insanı hatırâlar. Ben seviyorum bunu.