“Çatlaklar iyileşmezmiş. Affetsen de iyileşmezmiş.”
Beklemediği anda yediği darbe insanın canını çok acıtır. Can dediğim, ruhu, kafasının içi, düşünceleri. Çocukluğun saflığı, sonrasızlığındadır;
hesapsız akışındadır… Çocuk o an düşündüğü, istediği şeyi yapar ve onun için
her şey bir oyundan başka bir şey değildir; o yüzden kavga eder ve kavga
bittiğinde kavga ettiği ile tekrar oynamaya devam eder. Kızıp kırdığı oyuncağı
onarmaya çalışması, onarınca da sevinmesi hep bu sonrasız masumiyete, hesapsız
akışa borçludur çocukcalığını.
Çocuk, beklemediği darbeyi yediğinde oyun oyun olmaktan çıkmış,
sonrasını da yok etmiştir. Hesap-kitap meselesi girmiştir içine. Beklemediğini
yapan kişi de artık sonsuza dek güvenmeyeceği, ne yapacağı belli olmayan
biridir. Çocuk ihaneti bilmediği için canını acıtanı tekin bulmayarak, zihninin
bir köşesine koyar.
Enver’i, sonraki 40’lı yaşlarda günah çıkardığında tebessümle dinlemiştim. Bizden dört beş yaş büyüktü. Biz de 9-10 yaşlarındaydık. Birdirbir oynuyorduk bizim ve onların evleri arasındaki bize göre koskocaman boş arazi, gerçeğe göre 8-10 bitişik gecekonduyu sığdıracak kadar küçük arsada. Biz dört-beş arkadaş aynı boydaydık. Hep oynardık birbirimizle; ekiptik.
O gün Enver de bize katılmıştı. Boyu uzun diye itiraz edenler oldu
tabi; ama ben üzerinden atlayacağımı bildiğim için pek de rahatsız olmamıştım;
oynasın diye izin verdik.
İlk eğilen kim olacak diye kura çektik; Enver çıktı. Daha oyunun başı.
Zoruna gitti tabi. Upuzun boyuyla yürüdü gitti… Oyun alanımızda durdu ve
eğilerek ellerin dizlerine dayadı ve birdirbir için uygun pozisyonu aldı. Biz
de sıraya girdik. Atlayamayan ebe oluyordu.
Benden biraz uzun boylu olan arkadaşım atladı önce. Sıra bana geldi… Ben de
biraz geri çekilerek koştum ve sıçradım. Sırtına dokunup bacaklarımızı iki
yandan kafasına değmeyecek şekilde sırtından aşırıyor öteki tarafa düşüyorduk.
Sıçradım ve ellerimi sırtına koydum. Üzerinden geçmek üzereydim… Tabi
atlarken sırtından güç alıp bacaklar geçsin diye ellerimle kendimi yukarı doğru
itmiş, bacaklarımı toplayıp öteki tarafa ayaklarımın üstüne düşmeyi
planlamıştım. Planladığım gibi gidiyordu her şey. Ki; Enver ben sırtının
üstünde, tam havada iken kasten doğruluverdi.
Ben ne olduğunu anlayamadan kendimi boşlukta buldum. Tepe üstü yere
çakılıyordum. Yer hızla yaklaşırken, kafamı korumak için sağ kolumu uzatmışım; sağ kolumun üstüne düştüm. Kafamı korumuştum ama yere sert ve dengesiz düşmekten kurtulamamıştım.
Her tarafım ağrıyordu. Sağ bileğimle dirseğim arasında büyük bir sorun vardı. Elektrik çarpmış gibi içten kasılıp titrediğini hissediyordum. Dışarıdan hiçbir şey görünmüyordu. Ağrı gibi de değildi. Daha dikkatle bakınca, bilekle dirsek arasının dışa doğru biraz eğilmiş olduğunu fark ettim.
Her tarafım ağrıyordu. Sağ bileğimle dirseğim arasında büyük bir sorun vardı. Elektrik çarpmış gibi içten kasılıp titrediğini hissediyordum. Dışarıdan hiçbir şey görünmüyordu. Ağrı gibi de değildi. Daha dikkatle bakınca, bilekle dirsek arasının dışa doğru biraz eğilmiş olduğunu fark ettim.
Ayağa kalktım; kolumla uğraşa uğraşa eve gittim. Enver ve diğer
çocuklar ne yaptılar bilmiyorum. Kolumda hala sarsıntılar vardı; anlamıyordum, anlamayınca
kafam daha çok takılıyordu koluma. Kırılmamıştı, fakat tuhafı işte…
Rahmetlik nenem beni o saatte eve gelir görünce, merakla yanıma doğru
koştu. Kolumu tutuyor olmam onu daha çok heyecanlandırmıştı. “Ne oldu?” diye
sordu. Onun en değerli torunuydum; ilk erkek torundum. Anlattım, olanları. “Kırık
mı?” dedi. “Bilmiyorum!” dedim. Zeytinyağı ile ovdu kolumu; elektrik çarpması
gibi şeyler kesildi, ama ağrı artmaya başlamıştı. Bir yandan da Şirin Teyze’nin
oğlu Enver’e söylenip duruyordu: “Eşşek kadarsın, çocukların oyununa niye karışırsın?”
Kırık-çıkıktan anlayan bir teyze vardı uzaktan akrabamız. Aldı beni
yanına, yürüdük birkaç mahalle uzaktaki kırıkçı-çıkıkçı teyzenin evine. Yol git
git, bitmiyor. Nenem yol boyunca söylendi durdu. Oraya varınca, yaşlı teyze
bana sora sora kolumu inceledi, sonra bir şeylerle ovdu ve beyaz bir bezle
sardı. Ondan sonra da kolumu omzuma astı. “Bir hafta oyun yasak!” dedi. “Okula
gidecek miyim?” dedim, “Derslerim ne olacak?” “Kolunu fazla kullanmadan yazı yazabilirsin!”
dedi; “Parmaklarında bir şey yok, ama oyun yasak!”
Ben nasıl yazı yazacağımı tasarlamaya başlamıştım bile. Kolumu masanın
üstüne koyacağım, sol elimle kalemi sağ elimin parmakları arasında alacağım ve
yazacağım. Kırıkçı-çıkıçı teyze kulağıma eğildi: “Nenen duymasın, kolunun
kemiği çatlamış!” Çatlamak… Ağaç dalının çatlaması gibi bir şey herhalde
diyordum, içimden. Ama çatlamış dal bir daha iyileşmezdi ki. Ağaçlara
tırmanırken dallar çatlardı ve birkaç zaman geçtikten sonra o dal iyice kırılır
ya da kurur giderdi.
Bu korkuyla, oyun falan oynamadım; ama biliyordum ki o teyze öyle
söylemeseydi, ne yapıp edecek o sarılı kolla bir oyun icat edip oynayacaktım. Mesela koşabilirdim, vindaviç, mit oynayabilirdim. Bir hafta uslu uslu okula
gittim, geldim. Enver’i hâla unutmuş değilim.
Yıllar geçti aradan. Üniversitede iken, yurtta bilek güreşi yapardık
arkadaşlarla. Üst üste üç kişiyi yenince başlardı kolum çatladığı yerden
sızlamaya ve birkaç gün sızısı devam ederdi. Böylece bilek güreşini de
bıraktım. Sonraki zamanda bizim çocuklardan birinin ayağında bir çarpma
oluştuğunda doktor çekilen röngtende eski bir çatlak daha var demişti. Çatlaklar
iyileşmiyormuş ölene kadar, haklıymışım.
Enver’le bir daha oynamadık ekip olarak, sonraki yıllarda da aynı
ortamda bulunmadım. Enver hep ezik kaldı
mahallede. Onu güvenilmez biri olarak etiketlemiştim ve ondan sonra da
insanları ölçmeye başlamıştım. Çocukluğun masum hesapsızlığı böylece bitmişti.
Galiba insanı o zaman tanımaya başlamışım.
Bir daha birdirbir de oynamadım, oyunda herkesin üzerinden atlamayı başarıp hiç ebe olmayınca zorlarına gidiyormuş demek ki insanların. Ne oynarım ne de insanların bana kötülük yapmalarına izin veririm, dedim.
Bir daha birdirbir de oynamadım, oyunda herkesin üzerinden atlamayı başarıp hiç ebe olmayınca zorlarına gidiyormuş demek ki insanların. Ne oynarım ne de insanların bana kötülük yapmalarına izin veririm, dedim.
Kolumdaki çatlak, insanlığın eseriydi. Anne-babaların, içten pazarlıkların,
kıskançlıkların, adil olmayan rekabetin. Zaten bizden büyüktün Enver, seni
oyunumuza alarak sana iyilik yapmıştık, niye bu kötülüğü yaptın bize?
Yılların sürüp gittiği yerde ihanetlerin hepsi tek tek insanın içinin
yüzeyine yaklaşırmış. Enver’in kasten ayağa kalktığını söylediği o gün, gülümseyerek; Biliyordum kasten yaptığını!” dedim, “Amacın beni düşürmekti” Mahçup bir şekilde itiraf etmişti. O ikimizin
de canını acıtmıştı aslında. Bunu ikimiz de biliyorduk.
Sonra duydum Enver’in öldüğünü. Çok karışık işlere de bulaşmış, ama
hastalanarak ölmüştü. Onu affetmek istedim hep; aklıma o kötülük dikildi
her seferinde. Çatlaklar iyileşmezmiş. Affetsen de iyileşmezmiş.
Enver’in yaptığı kötülük, insanlara daha erken yaşta dikkat etmemi
sağlamıştı. Kim bilir belki de bu bir iyilikti.