"Beş sene akan kanı bir gecede durduracakken durdurmayan, darbe yapana kadar bekleyen bir ordu komutanı bu adam. Bu adam isteseydi bir tek genç ölmezdi bu memlekette."
Ömür bitmemişse kimse kimsenin canını alamaz.
O saat gelince ne bir saat ileri ne de geri alınabilir, buyuruyor Allah.
Amennâ. Ömrümüz varmış demek ki. Bizden bir sokak ötedeki bakkalı
vurduklarında, aklıma çoluk çocuk gelmişti. Kimseleri kalmayacaktı Allah’tan
başka. Kardeş yok, amca yok, dayı yok. Anam, hanım hadi neyse de en büyüğü on dört
yaşında, en küçüğü yeni doğmuş kızımız, yedi çocuk meydanda kalacaktı. Büyük
oğlumuz daha 8 yaşında. Ölümden korkumuz yok ama…
Sabah, çaycı söylemişti. Fukaranın horantası da vardı bizim gibi. Tek suçu esnaf olmaktı. Herkes gibi, yoksulluk çekmemekti. Solcular Bakkal’a kapitalizmin adamı derlerdi, sevmezlerdi. Sağcıların adam vurduğunu görmemiştik o vakte kadar. Yine solcular vurdu sandık.
Halbuki, bakkal dediğin ne ki. Yediği, içtiği bir tablacının yediğinden farklı
değildi. Hepimiz gecekonduda oturuyorduk. Ağalarla, atadan zengin olanların
dışında gecekondu hepimizin başını soktuğu sıcak bir yuva demekti.
Değil Adana, Türkiye’nin hepsi yoksuldu, gecekonduda oturuyordu. Hepimizin sokakları çamurdu, hepimizin kunduraları tabanından ıslanarak çürürdü ayağımızda. Tahta sandıklarda boyacılar çok çalıştıkları için evlerini geçindirebilirlerdi. Ayakkabı kıymetliydi, boyatıp boyatıp giyiyorduk. En zenginimizin, en bakkalımızın iki ayakkabısı vardı. Kışlık yazlık bilmezdik. Birini bayramlık, misafirlik giyerdik ötekini de her gün.
Şimdi zengin oldu memleket, herkesin yazlık-kışlık beş altı ayakkabısı var. Ki köşkerler, boyacılar azaldı, kala kala tek tük üç-dört işi, bıçak bileyiciliği, ayakkabı boyacılığı, deri kıyafet tamiri, demlik çaydanlık tamiri gibi işleri bir arada yapan dükkanlar var. Her birinden bir ev geçinen mesleklerden dördü ancak bir ev geçindiriyordu. Yoksul meslekleriydi bunlar, yoksulluk azaldıkça nesli tükenen meslekler…
Fakat dördü de bir arada olsa buraya yine yoksullar gidiyordu. Demek yoksulluk devam ediyor. Memleketi idare edenler bunu akıllarından çıkarmasın. Yoksul kadınlar, yaşları geçkinse kendileri, değilse çocukları pazaryerlerinin akşamını gözlüyorlar, kimse görmeden, belediye gelip süpürmeden artıklardan aş çıkarmak için bekliyorlar.
Yarısı sağlam domatesler, lahana yaprakları, biberler, patlıcanlar, meyveler… hep öyle yarısı sağlamsa gözleri ışıldayıp topluyorlar onları, çöplerin içinden. Götürüp yıkayıp kesip aş yapıp yiyorlar. Yüreği cızırdayan kalmışsa görüp duruyorlardır herhalde, benim yüreğim elvermiyor bu zenginliğin içinde onları öyle görmek. İki tane adam tutup bakacak onlara belediye, kollayacak gözleyecek, belediye olmadı devlet, devlet gibi olacak; arayacak bulacak yoksulu.
İki kızı bir oğlu varmış aklımda kaldığı kadarıyla öldürdükleri bakkalın. Bizim dükkânın olduğu mahal, sağcıların elinde. Üstte, Basri Bey oturur, oğlu Adnan cevval on sekizinde, çıkar girer her yere, babası perişan, ne zaman başına iş alacak diye titrer durur. 12 Eylül darbesinden sonra idamla yargılandı, beraat etti gerçi. Sordum Adnan’a, “Bakkalı kim vurdu, sağcılar mı solcular mı?” Adnan kafasını eğdi, “Solcuların içinde oturuyormuş, solcuymuş!” dedi.
Değil Adana, Türkiye’nin hepsi yoksuldu, gecekonduda oturuyordu. Hepimizin sokakları çamurdu, hepimizin kunduraları tabanından ıslanarak çürürdü ayağımızda. Tahta sandıklarda boyacılar çok çalıştıkları için evlerini geçindirebilirlerdi. Ayakkabı kıymetliydi, boyatıp boyatıp giyiyorduk. En zenginimizin, en bakkalımızın iki ayakkabısı vardı. Kışlık yazlık bilmezdik. Birini bayramlık, misafirlik giyerdik ötekini de her gün.
Şimdi zengin oldu memleket, herkesin yazlık-kışlık beş altı ayakkabısı var. Ki köşkerler, boyacılar azaldı, kala kala tek tük üç-dört işi, bıçak bileyiciliği, ayakkabı boyacılığı, deri kıyafet tamiri, demlik çaydanlık tamiri gibi işleri bir arada yapan dükkanlar var. Her birinden bir ev geçinen mesleklerden dördü ancak bir ev geçindiriyordu. Yoksul meslekleriydi bunlar, yoksulluk azaldıkça nesli tükenen meslekler…
Fakat dördü de bir arada olsa buraya yine yoksullar gidiyordu. Demek yoksulluk devam ediyor. Memleketi idare edenler bunu akıllarından çıkarmasın. Yoksul kadınlar, yaşları geçkinse kendileri, değilse çocukları pazaryerlerinin akşamını gözlüyorlar, kimse görmeden, belediye gelip süpürmeden artıklardan aş çıkarmak için bekliyorlar.
Yarısı sağlam domatesler, lahana yaprakları, biberler, patlıcanlar, meyveler… hep öyle yarısı sağlamsa gözleri ışıldayıp topluyorlar onları, çöplerin içinden. Götürüp yıkayıp kesip aş yapıp yiyorlar. Yüreği cızırdayan kalmışsa görüp duruyorlardır herhalde, benim yüreğim elvermiyor bu zenginliğin içinde onları öyle görmek. İki tane adam tutup bakacak onlara belediye, kollayacak gözleyecek, belediye olmadı devlet, devlet gibi olacak; arayacak bulacak yoksulu.
İki kızı bir oğlu varmış aklımda kaldığı kadarıyla öldürdükleri bakkalın. Bizim dükkânın olduğu mahal, sağcıların elinde. Üstte, Basri Bey oturur, oğlu Adnan cevval on sekizinde, çıkar girer her yere, babası perişan, ne zaman başına iş alacak diye titrer durur. 12 Eylül darbesinden sonra idamla yargılandı, beraat etti gerçi. Sordum Adnan’a, “Bakkalı kim vurdu, sağcılar mı solcular mı?” Adnan kafasını eğdi, “Solcuların içinde oturuyormuş, solcuymuş!” dedi.
Anladım ki, fukaranın günahı bakkal olmak da
değilmiş, solcuların içinde oturmakmış. Sordun mu sağcı mısın solcu musun diye?
Nerede? Nasılsa orada oturup sağ kalmışsa, demek solcudur. Bakkal sağcı olsa ne
olur solcu olsa ne olur, be hey Allah’tan korkmazlar? Sağcılar vurmuştu adamı. Sabah
erkek vakitte. Darabayı kaldırır kaldırmaz, sırtını dönükken yaklaşmışlar
arkasından kafasına sıkmışlardı. Zaten başımıza ne gelse ya sabahın erken
saatinde ya da akşamın karanlığında gelirdi. Tekin olmayan saatlerdi onlar.
Bizim mahallede öyle fazla sağcı solcu davası
yok, olsa da hepimiz uzaktan akraba ya da köylüyüz. Fakat birkaç sokak ötesi
sağcı, onun tam zıddı taraf solcu. Karşı komşumuz Emin Ağa’nın yetişkin
oğulları vardı. Onlar birahanelere girip çıkarlardı. Onlardan bir tanesi, Recep
fabrikada çalışırdı, ayağı aksaktı. Sessiz, sakin bir delikanlıydı. Solcuymuş,
hiç bilmezdik, fakat adımı listeye koyduklarında Recep geldi, anlattı. Çarşı da
Adnan, mahallede Recep, ölüm listesinden adımı sildirmişler. Bu adamın sağla
solla alakası yok diye. Tabi çok sonradan haberini alıyorum. Darbeden çok
sonra.
O zaman çıktı bu laf. Taraf olmazsan bertaraf
olursun diye. Ne gençler heder oldu sağla solla. Kabul etmeyenin kafasına
sıktılar, kabul edenin de eline silah verdiler, adam vurdurttular. Bir akşam
yatsıya gideyim dedim, bir Pazar günü. Asfalt derdik çamur olmayan yola.
Asfalta çıkar, orada biraz yürür camiye giderdik. Baktım birkaç genç sardılar
etrafımı. Mahallenin tam o noktasının sağı, camiden yana kalan kısmı sağcı,
solu solcu. O vakte kadar hiçbir solcu yolumu kesmemişti. Karanlıkta gelir
karanlıkta giderdik işe.
Solcular parka giyerdi, bıyıkları üst
dudaklarından aşağı sarkardı. Sağcıların ise bıyıkları sağdan soldan aşağı
sarkardı, dudakları kapatmazdı, parka giymezlerdi. Bu gençlerin parkası yoktu,
bıyıkları da sağdan soldan aşağı doğru sarkıyordu. Ellerinde silah vardı.
Türkeşçiler derlerdi onlara o zaman, kimse ülkücü nedir bilmezdi, o sonradan
çıktı.
Bana “Amca eve git!” dediler. “Camiye gidiyorum!”
dedim, “ Hadi solcular cami düşmanı, peki size ne oluyor da gelip insanların
camiye gitmelerine mani oluyorsunuz?” Biraz kararsız kaldılar, sonra içlerinden
biri, “Amca solcular bir şey yaparlar diye bekliyoruz burada, sen yine de eve
git!” dedi. “Siz de elinize silah aldıysanız sizin de onlardan farkınız yok.
Ben camiye gideceğim!” dedim. Yürüdüm geçtim yanlarından, fakat beni
durdurmadılar.
Rahmetlik anam, ben akşam eve dönene kadar
asfalta kadar gelir orada bazen yalnız bazen de bizim sekiz yaşındaki oğlumuzu
yanına alır gelir orada beni beklerlerdi. Her akşam fukara anam öylece beklerdi,
ya oğlum gelecek ya da kara haberi. Bakkalı ona söylemedim. Bilseydi, aç
kalmaya razı gelirdi, beni göndermezdi dükkâna.
Tabi o aralar sıkıntımız ev. Sığmıyoruz bir
oda bir mutfağa Dokuz nüfus nereye sığacak. Neyse ustayı bulduk anlaştık. İki
üstü çinko kaplı mutfağın üstünü beton yapacağız, iki de oda ekleyeceğiz.
Durumumuz fena değil. Evi çattık yaptık derken iki sene geçti. Ev oldu üç oda bir mutfak. Oldu gözümüzde bir
saray. Yeni odalardan birini misafir odası, diğerini mutfak yaptık, eski
mutfağı yatak odası. Saray dedik, ama hepi topu sekiz metre cephe, on iki metre
uzunluk, etti doksan altı metrekare. O sevinci ancak yaşayan bilir.
Tabi o aralar gelen giden çok. Ekmek parası
diye yola düşüp ta memleketten Adana’ya gelenlerin otele, lokantaya verecekleri
paraları yok, başka tanıdık ev de yok Adana’da. Dükkâna gelirler, akşama kadar
iş bulamazlarsa beraberce eve gelirdik. Yedirir, içirir, banyo yaptırır, çamaşırlarını
yıkatırdım. Sabah da beraberce dükkâna giderdik.
Yolcuya, yoksula, muhtaca el uzatmayacaksın da kime uzatacaksın? Sana muhtaç olmayan sana niye gelsin? Sana gelmişse gönlünü hoş edeceksin, incitmeyeceksin. Yüzüne vurmayacaksın. Misafirin kalbi bardak gibidir, ekşi surat gördü mü, sessizce göçer içi.
Yolcuya, yoksula, muhtaca el uzatmayacaksın da kime uzatacaksın? Sana muhtaç olmayan sana niye gelsin? Sana gelmişse gönlünü hoş edeceksin, incitmeyeceksin. Yüzüne vurmayacaksın. Misafirin kalbi bardak gibidir, ekşi surat gördü mü, sessizce göçer içi.
Gelen giden çok olurdu dükkâna. Ağalar gelir,
sucu, patosçu, aşçı, yamak, çoban isterlerdi. Dükkânın sağı solu, bazen sıra
sıra dolardı iş bekleyenlerle. İşe işçi, işçiye iş bulur gönderirdik. Çaycı, elinde çay tepsisiyle öteden “Çaaay!”
diye bağırırdı. El ederdim, gelir orada kim varsa çayını verir giderdi. Cumartesi
hesap günüydü. Üç yüz-dört yüz marka çay çekerdi haftada. Allah kabul etsin.
Bunu parasını bankalarda biriktirenler duysun diye anlatıyorum, yoksa demek yakışmaz bize. Yedirin muhtaca, paranız eksilmez. Benim ki eksilmedi, arttı gün be gün. Kenan Evren 80’de elli bin lira mecburî vergi alana kadar. Belimi o vergi büktü. Vatan dedik, dirlik dedik diye devletin belimize vurduğu vergi, evimizi ocağımızı yıktı. Komünistin yapamayacağını devlet yaptı bize.
Bunu parasını bankalarda biriktirenler duysun diye anlatıyorum, yoksa demek yakışmaz bize. Yedirin muhtaca, paranız eksilmez. Benim ki eksilmedi, arttı gün be gün. Kenan Evren 80’de elli bin lira mecburî vergi alana kadar. Belimi o vergi büktü. Vatan dedik, dirlik dedik diye devletin belimize vurduğu vergi, evimizi ocağımızı yıktı. Komünistin yapamayacağını devlet yaptı bize.
Allah, zâlimin yaptığını ne dünyada yanına kor
ne de ahrette. Öyle doksan küsur yaşında bütün dünyaya rezil eder. Canını
almaz, hastane köşelerinde süründürür; mahkemelerde o suçlarının hesabını
verir. Kafasına sıkacaktı hani, savcılar soruşturma açarlarsa. Niye sıkmadı
kafasına o korkak Kenan Evren? Hâlâ her yerde adı var. Her yerde siliyorlar
adını okullardan, caddelerden, ama Adana’da duruyor Kenan Evren Caddesi. (Seçkin Deniz'in notu: Kenan Evren Caddesi'nin adı, 2018 yılında Şehitler Bulvarı olarak değiştirilmiştir.)
Beş sene akan kanı bir gecede durduracakken durdurmayan, darbe
yapana kadar bekleyen bir ordu komutanı bu adam. Bu adam isteseydi bir tek genç
ölmezdi bu memlekette. Utanmıyor musunuz hâlâ o hainin adından? Silin onun
adını her yerden. Bize hürmetiniz olsun, ölülerinize hürmetiniz olsun. Ancak o
zaman kalıbınızı dik tutabilirsiniz.
Piro Zaza, Sonsuz Ark, 26.02.2013