28 Şubat 2013 Perşembe

SA191/SD25: İslâm, Felsefe ve Tasavvuf

Aklını kullanan bir kul olmak insana neden zor geliyor?


Öncelikle tertemiz üç soru soralım? İslam'ın derdi ne? Felsefe'nin derdi ne? Tasavvuf'un derdi ne? Sonra temiz cevaplar bulalım. Çok zor değil bu iş.

Felsefe'nin derdine bakalım kısaca. Felsefe, 'Bilgi'nin peşine düşer. Evrene, varlığa ve varlığın oluşumuna dair sorular sorar. Burada İslam'la çelişen bir tarafı yoktur. Zira Kur'an sorular soran insanlara cevaplar verdiğine göre aslında İslam Felsefe'nin kafasını karıştıran soruları ve cevapları kesin bilgiyle temize çıkarır. Bu anlamda felsefe ve İslâm bütünleşiktir. Ancak felsefenin filozoflar tarafından saptırılan hedefleri, işleri karıştırır. Paradoksal kir burada başlar. Yani insanın ve iblis'in megaloman standartları felsefenin temiz yapısını bozar.

Filozof subjektif nedenlerle sorularını çirkinleştirir. Yerküredeki ve evrendeki bilginin asıl kaynağının ne olduğuna dair fikri bulunmayan filozofun bilginin kaynağı olarak insanı ve insan aklını öncelemesi çarpıklığa ilk sapma açısını kazandırır. İşin gerisi filozofu aynı açının daha da genişlemesine ve evrensel bilgiyle zıt yönlü olmasına doğru sürükler. Bu açıktır; günümüz kanıtlanmış göreli kuramlarının tamamına yakını filozofların yanıldığını ve sapma açılarının gerçeğe zıt olduğunu göstermektedir.

Antik çağ filozofunun evren ve zaman bilgisi, mikro ve makrokosmos varlık bilgisi tamamen yanlıştır. Ancak dikkat edilmesi gereken önemli bir nokta vardır. O filozofların sapmış açılarla gördükleri şeyler, öncelikle sapmanın tesbiti, önermelerin yanlışlığında ve gerçeğe ulaşılmasında olumlu sonuçlar elde edilmesinde kullanılmıştır. Farklı açılarla elde edilen yanlış bilgi, doğru bilgiye ulaşılmasında sınırların daralmasına hizmet etmiştir.


Yani Allah'ın varlığını ve O'nun bilginin asıl kaynağı oluşunu inkâr eden bir salt akılcı ve onun önermeleri, belirginleşmiş yanlışlanma olasılığını arttırmış olmakla kesin bilgiye ulaşmada birer araç olmuşlardır. Bir önermenin yanlış olduğunu kanıtlayarak bildiğinizde, o önermeyi doğru kabul etmekle kesin olarak kaybedeceğiniz zamanı ve enerjiyi kaybetmeyerek kazanmış olursunuz. Filozofların bu anlamda büyük hizmet ürettiklerini kimse inkâr edemez.

Ancak filozof bilginin kaynağı hususunda tutarsızdır. Şöyle ki; Antik çağ filozoflarından daha önceye uzanamayan filozoflar zinciri bu tutarsızlığın temel sebebidir. Filozoflar Antik çağ aklının kullandığı bilginin hangi temel vektörleri baz olarak aldığını belirleyebilmiş değildirler. Akıl, bilgi olmadan üretim yapamaz. Filozof aklının kullandığı ilk bilgilerin kaynağı nedir?

Ardışık bütünleşik varlığı kabul eden felsefe, herhangi bir başlangıcı da kabul etmekteyken, başlangıçtaki bilginin kaynağının ne olduğunu açıklamaya çalışırken tutarsız davranır. Bilginin kümülatif yapısına göre başlangıca döndüğümüzde aklın elindeki akıl kökenli bilgi yükünün sıfır olması gerekmektedir. Yoktan bir şey oluşamayacağını iddia eden filozof bu anlamda kendi bilgisini yoklukla temellendirmekten kaçamaz. Tutarsızlık ve çelişki işte burada konumlanır.

Varlık/nesne bilgisi, varlığa ve nesneye dair sorular sorulmasını sağlar. Ancak herhangi bir dış kaynak olmadan varlık ve nesneye dair bilginin akıl sathına girmesi mümkün olmadığına göre, böyle bir tutarsızlığı temel kabul eden felsefenin çıkarımlarının sağlıklı olmadığı, bileşik önermelerinin çelişki oluşturduğu 21. yüzyıl biliminin geldiği noktada kolaylıkla kanıtlanabilmektedir.


Antik filozofların ürettiği felsefe 21.yüzyılda neredeyse yoklukla özdeştir ve önemsizdir. Bugün bilimsel keşiflerin geldiği noktada antik önermelerin yeri ve bilimsel değeri yoktur. Antik çağ ve antik çağdan etkilenmiş ortaçağda üretilmiş bilginin gerçek karşısındaki düşük kalitesi antik çağ ve ortaçağ filozoflarına tamamen nostaljik bir değer atfedilmesine neden olmuştur; bundan dolayı da günümüz düşünürlerine filozof denmemekte, bilimin kanıtlanmış teorilere verdiği önem dolayısıyla salt akıl yürütmeyle gidilen yerde elde edilmiş sonuçların anlamlı olmayacağı görülmektedir.

Buna rağmen bu akıl yürütmeden şu sonuç çıkmamalıdır; felsefe bitmiştir ve felsefenin yöntemleri kullanılamaz. Hayır; felsefe bitmez, bilim adamının sorularını sorarken edindiği tavır değişmez; ancak ve sadece yöntemleri geliştirerek kullanır.


Dünkü filozof, akıl yürütmeye iliştirilen 'pratik örnek' kurnazlığıyla sorularını soruyor ve kanıtlıyordu; kanıtlama tamamen önerme sahibinin zekâsına bağlı kalıyordu. Bugünkü bilim adamı 'pratik örnekleri' teorisinin temelleri olarak değil ürünleri olarak kullanıyor ve bunu değişebilir katsayılı farklı zekâların kolaylıkla anlamasını ve kabullenmesini de sağlayabiliyor.

Dünkü filozof, megaloman gerekçeli sübjektif fikirlerini objektif maskelerle perdeleyebiliyor ve diğerlerinin önermelerinde bulunabilecek objektifliliği manipüle edebiliyordu. Bu gün bu tutum kısmen/aynen sürmekle birlikte eskiden olduğu gibi etkili değil. Objektivitenin yükselen değer olarak bilimsel ilerlemeyi hızlandırdığı artık yadsınamıyor. Bilim subjektif özellikleri olan önermeleri ciddiye almıyor.

Stephen Hawking'in kara delikler teorisine yüklediği subjektif özelliklerin karşıt teori ve kanıtlarla tek tek dökülmesi, bilim adamının bilim dünyasında edindiği konumun önermelerinin yanlışlanmasında pek de umursanmadığını gösteriyor -tersine dair örnekler az da olsa görülmektedir- . Ancak aynı şey antik çağ ve orta çağ filozoflarında geçerli değildi. Filozofun konumu, subjektif unsurlar içeren önermelerinin sorgulanmasını engelleyebiliyordu. Sorgulayıcı filozoflar, sorgulanacak filozoflar sağken çok cesur değillerdi; bilhassa onlar öldükten sonra tırnaklarını parlatıyorlardı ya da sorgulamak için ölü filozofları seçiyorlardı. 21. Yüz yıl bilim adamı buna dikkat etmemekle geldiği objektif noktayı da insana anlatıyor.


Sorularımıza tekrar bakalım. İslâm'ın derdi ne? Felsefe'nin derdi ne? Tasavvuf'un derdi ne? İlk derdi anlamış olmalıyız. Peki tasavvuf'un derdi ne?

Tasavvuf kafası karışık olanların gelip durdukları 'bencillik döngüsüdür'. Buna benlik döngüsü demedik farkında olarak. Bencillik döngüsü, insanın ve iblis'in megaloman standartlarına sıkı sıkıya bağlıdır. Kökeni de insanla iblis arasındaki ilk diyaloğa kadar uzanır.


İblis, insanın 'ölümsüzlük iksirinin saklı olduğunu söylediği' yasak meyveyi yemesini, onun bencil dürtülerini hareketlendirerek sağladığı gibi, tasavvufta da aynı yolu izler. İnsan'a Evren'in yaratıcısıyla bütünleşerek ölümsüzlüğe varmayı hedefletir. Bencil insanın yönlendirildiği adres aynıdır: Ölümsüzlük.

İğfal edilen insan nefsinin vazgeçemediği bu berbat hedef yasak meyvedir. Tasavvuf işte bu sebeple yasak meyve olduğu için insanı cezbeder. Ama reel hiç bir değeri yoktur. Kur'an tarafından hiçbir şekilde önerilmemiş, hiçbir peygamber tarafından tavsiye edilmediği gibi rasyonel ve vahyî kıstasları da belirlenmemiş olan bu bencillik döngüsü'nün İslâmî olduğunu söylemek imkânsızdır.

Yaşayanı ve anlatanı aynı kişi olan 'anlatılmışlıklar'dan gelen ve gittikçe büyüyen rivâyetlerden, rüyâlardan, şeyhlerden ve müritlerden başka bir şey olmayan tasavvuf temelsiz ve evrensel objektiviteden uzaktır. Tasavvuf, insan'ın yasak meyveyi yemesini, yani ölümsüzlüğe ulaşmasını ister. Tasavvuf’un derdi budur(Özel olarak belirtmem gerekir; Allah’ı tesbih tasavvuf demek değildir).


Bu açıdan bakıldığında İblis'in İslam öncesi filozoflara yaptığı şeyi bu kez İslam sonrası filozoflara yaptığını görebiliriz. Antik çağ filozoflarının salt aklı önceleyerek girdikleri temelsiz çıkarımlar zinciri, bu kez yine gerçekle tamamen zıt ancak felsefe kadar somut olmayan -felsefe bu anlamda daha saygın görünmektedir- bir bencillikler manzumesi olarak karşımıza çıkmıştır. Bunun böyle olduğunu da kolaylıkla açıklamamız mümkündür.

Bugün tasavvufla ilgili eşhâs incelendiğinde geriye doğru, Celâleddin Rûmi, İbn-î Arabî, İbn-i Rüşd gibi ileri gelen meşhur isimleri görebilirsiniz. Rûmî'de üretilen ruhsal helezon, İbn-î Arabî de zirveye çıkar. Ancak aynı zincir gide gide İbn-i Arabî’nın hocası İbn-i Rüşd'e dayanır. İbn-i Rüşd ilginç bir şekilde yahudi öğrencileri vasıtasıyla hem bugünkü batı biliminin babasıdır hem de tasavvuf zincirinde bir halkadır. Tasavvuf karşıtı gibi görünen düşünceleri, tersine bir etkiyle tasavvuf’un yerleşmesine hizmet etmiştir.

Bugün anlaşılmaz bir şekilde kavga eden salt akılcılar ile tasavvufçuların aynı şahısta İbn-î Rüşd’de birleşmeleri tuhaf değil midir? Ki; İbn-i Rüşd kendisinden çok daha önce yaşamış olan Gazâlî'nin filozofların tutarsızlığına dair ürettiği önermeleri 'tutarsızlığın tutarsızlığı' olarak ezmeye çalışmıştır (Merak edenler, kavga sebeplerinin varlık, varlık bilgisi olduğunu görebilirler. İbni Rüşd, evrenin «ilk madde» (heyula) denilen öğeden yaratıldığını, dolayısıyla yokluktan yaratma diye bir olayın söz konusu olamayacağını savunur. Evren ezeli bir birlik bütünlüktür. Yaratma, hareketten başka bir şey değildir; her hareketin bir konusu olduğuna ve hareket ezeli-ebedi olduğuna göre varlık ezeli ve ebedidir). Bunu başarabildiği şüpheliyken, Gazâlî'yi akıl düşmanı-tasavvufçu, İbn-İ Rüşd'ü tasavvuf düşmanı-akılcı diye nitelendirmek hiç bir mantıklı gerekçeyle açıklanamaz.


Sadece akıl yoluyla hakikate ulaşmanın imkânsız olduğunu kabul ettiği için felsefenin işe yaramayan bir çaba olduğunu söylemesine rağmen, tasavvufun belli bir felsefesi vardır ve bu felsefe hem mutasavvıf düşünürlerin hem de tasavvufu teorik açıdan ele alarak geliştirmiş ve sistemleştirmiş düşünürlerin eserlerinde dile gelir. (İslâm Düşüncesi, H. Z. Ülken, s. 101-204).

İbn-i Rüşd gibi görünürde aklı önceleyenlerin tasavvufu itmesi, tasavvufun felsefeyi dışlaması gerçekte sadece birer alacakaranlık oluşturma çabasından başka bir şey değildir. Bu alacakaranlık farklı bir kabalistik karmaşanın İslâm'a karşı bir hamlesi olarak görülebilir. Nihayetinde felsefe-tasavvuf çatışmasında boğdurulan düşünürler eliyle İslâm'n doğru algılanmasına engel olunmakta, Allah'ın mesajlarının alınıp, üzerinde düşünülmesine başka sebepler ve hedefler üretilerek mani olunmak istenmektedir; maalesef bu strateji hâlen devam etmektedir.


İslâm’ın derdi, zihinsel ve davranışsal sistematiğin tümünde hâkimiyeti kayıtsız şartsız bir şekilde eşi ve benzeri olmayan, tek yaratıcı olan Allah’a teslim etmektir. Gerçekte buna dert denmesi de doğru olmayabilir. Allah İslâm’ı insanın, İblis’e ölümsüzlük havucuyla mağlup olmasına karşı sonsuz merhamet eseri olarak göndermiştir.

Farabî’nin, İbn-î Sinâ’nın İbn-i Rüşd’ün salt aklın etkisinde kalarak antik çağ filozoflarının açtığı kara deliklerde zaman zaman kaybolmaları da, başlangıçta Gazalî’nin farklı endişelerle tasavvuf gibi dipsiz bir bencillik döngüsüne temkinli yaklaşması da Müslüman insanın ölümsüzlük kaydında yaşadığı tereddütleri anlatmaktadır. Ve bu vakâlar tereddütlerden hiçbir insanın muaf olmadığının da en güzel delilleridirler.


Bizim 21. yüzyılda görmemiz gereken nedir? Temiz sorular sorduğumuzda, temiz cevaplar bulabilecek kadar Kur’an’a sadık mıyız? İnsanlık henüz aklı ‘tanımlayabilmiş’ değildir. İnsanın ruhsal bileşenlerine dair herkes tarafından kabul edilebilir sonuçlara da ulaşılmış değildir. Peki bu gerçek apaçık ortadayken salt aklı her şeyin üstüne çıkarmak ile aklı dışlayarak tamamen ruhsal bir helezona tutulmak insana ne kazandırır? Bu son soru insan için yeterince temiz bir soru değil midir?

İnsanın derdi gerçekte nedir? Eğer insan Allah tarafından kesin bilgiyle bilgilendirilmesine rağmen hala kuşku içinde kalıyorsa bu insanın ölümsüzlük heveslerinden beslenen bir tanrılık kaydı değil midir? Bu kayıt İnsanın hala yasak meyveyi yemenin peşinde olduğunu, iblis tarafından iğfal edilmekte olduğunu göstermiyor mu? Değilse insanın esas derdi nedir? Aklını kullanan bir kul olmak insana neden zor geliyor?



Seçkin Deniz, 06.04.2009, Sistematik Analizler 88

Seçkin Deniz Twitter Akışı