"Güneydoğu Anadolu insanı korkuyor ve korunuyordu. Kendi dilini konuşmaktan korkuyor ve konuşmayarak korunuyordu."
“İyi akşamlar, Hocam!”İrkilmiştim. Duraladım ve sesin geldiği yöne, sağa baktım. Karanlıktı; hiçbir şey görünmüyordu. “İyi akşamlar!” Dedim ve yürümeye devam ettim. Ses, kaymakamlık lojmanının önünde nöbet tutan bekçiye aitti. Yüzünü görmemiştim, kendisini tanımıyordum; fakat o beni tanıyordu. Yürüyüşümden tanımıştı.
Aylardır bu ilçedeydim ve herkesin akşam karanlığının çökmeye başladığı, akşam saat 4 gibi, erken saatlerde evlerine çekildiğini, ilan edilmemiş bir sokağa çıkma yasağına uyduğunu biliyordum.
O saatlerden sonra kuytu köşeler, resmi kurumların çatıları sivil, resmi devlet güvenlik görevlileriyle doluyordu. Diğer evlerin ise damları, bahçe duvarlarının gerisi ve daha karanlık köşeler silahlı, roketatarlı PKK ve Hizbulkontr elemanlarıyla. Biz hiçbirini görmemiştik, fakat karanlığın sakladığı her şeyden haberdârdık.
Öğrencilerimiz, halk gibi korucular ve diğer iki grup olmak üzere üçe ayrılmışlardı. Çok az oranda tamamen tarafsız öğrencilerimiz olmasına rağmen onların da her an üç gruptan birine dâhil olacağını biliyorduk. Ortak iki özellikleri vardı; hepsi Kürt ve hepsi silahlıydı.
Yirmi dört yaşında gencecik stajyer bir öğretmendim, çayım bitmişti ve çay almaya yaklaşık üç yüz metre ötede bulunan markete gidiyordum. Sola L çizerek ilerleyen yolun hemen sağında kaymakamlık lojmanı vardı; gece gündüz korunuyordu. Vakit gece yarısı değilse bile yakındı.
Uzun kış gecelerinde çayını, şekerini, sigarasını stoklayanlara inat, eksilen ihtiyaçlarım için saat kaç olursa olsun çıkar ve gece yarısına kadar açık olan tek markete gider, alır gelirdim. Bilirdim ki; bu yedi bin nüfusluk küçük ilçede herkes birbirini tanıyordu. Bir stajyer öğretmeni dileyen dilediği anda öldürebilirdi. Korkunun ecele faydası yoktu. O halde sıkıntı yapmanın da bir alemi yoktu. Vâde yettiyse mâni olamazdı hiç kimse. O halde ver elini özgürlük.
Birkaç gün önce Star Gazetesi’nde, içlerinde makale yazarı psikoloğun da bulunduğu bir grubun Hakkari ile ilgili gözlemlerini okumuştum. Zaman devrildi, savruldu, geldi; o küçük ilçede yaşadıklarımı hatırlattı bana.
Gezi grubu üyelerinin birkaç günde birbirlerinden şüphelenir hâle geldiğini, etnik kökenlerinin birdenbire önem kazandığını hissettiklerini okudum. Gayr-î ihtiyârî gülümsedim. Ölümü tınlamaz bir hâle gelmeleri için birkaç gün değil, birkaç ay yaşamaları, hatta orada yaşamaya mahkûm olmaları gerekirdi. Birkaç günde yaşadıkları şeyler sadece hoş geldin safhasıydı ya da hoş geldin öpücüğü. Gizli, birbirine bağlı iki emir: Kork ve Korun!
İlk yarı tatilinde baba evine dönme zamanımız geldiğinde fısıltı gazetesi bize bir haber uçurmuştu. Öğretmenler memleketlerine dönerken uçakla ya da konvoyla gideceklermiş. Gittim, otogardan biletimi aldım ve otobüse bindim. Gizli emir tekrarlanmıştı. Ben yine emirde küçük bir değişiklik yapmıştım. Korkma ve Korunma! Fakat her şeye rağmen tedbirsiz olmak da ahmaklıktı. Birkaç gün sakal traşı olmamış ve kazak/mont/kot pantolon gibi bir seriyi giymeyi tercih etmiştim. Ne yazık ki; tedbirim otogarda çöpe gitti.
Kimlik kontrolü için otobüse binen sivil polise, sivil polis olup olmadığından emin olamadığım için Milli Eğitim Bakanlığı Personel Kartımı değil de nüfus cüzdanımı göstermiştim. Yüzüme bakmış ve bana: “Mehmet Kasımoğlu’nu tanır mısın?” diye sormuştu. Ben sinirlenmiştim. Otobüsteki bütün yolcular dönmüş bana bakıyorlardı.
“Orada ne yazıyor ?”dedim sertçe. “Mustafa Eyyüboğlu” dedi. “Ne alakası var sorduğunuz isimle ?” Yüzümdeki ifade ve telaffuzum yetmemişti sanırım. Biraz mazeret beyan edercesine: “Yüzünüz tanıdık geldi. Hiç Ankara’da bulundunuz mu?” Sinirlerim tepeme çıkmıştı. Beş aylık gerginliği büsbütün üzerine boca ettim. “Yok, Memur Bey!” dedim, “Ne sizi tanıyorum ne de Ankara’da bulundum. Nüfus cüzdanımı alabilir miyim?” Yaptığı hatanın farkına varan sivil polis özür dileyerek otobüsten indi.
Yol boyunca bütün yolcular bana bir teröristmişim gibi baktılar. Tedbir ters işlemişti. Polisin düşüncesiz hareketleri, dikkat çekmemek için tedbir alan beni dikkatle izlenen biri hâline getirmişti. Bir öğretmen değil, şüpheli biriydim artık. Yan yana oturduğumuz beyefendi 8 saat tek kelime etmedi. Güvenli sınırlara gelince ancak konuşabildi. O da öğretmendi ve benden şüphelenip tek kelime etmemişti.
Gündüz başlayan yolculuğun sonunda akşam 8 gibi otogarda otobüsten inmiş, servisle şehir merkezine giderken kaldırımlarda yalnız yürüyen kadınları ve adamları görünce şok olmuştum. “Bunlar manyak mı, bu saatte sokaklarda ne arıyorlar?” demiştim içimden. O an acı gerçeği de fark etmiştim. O kanlı topraklarda gece bile olsa dışarı çıkmaktan çekinmeyen ben içten içe tehditleri ciddiye almışım meğer. Korkmuş ve korunmuşum. Ama ne korku ne korunma. Saldırı bir tür savunmadır, stratejisini uygulamışım da haberim yokmuş. Gerçi sonradan bana umursamazlığım yüzünden ‘Deli’ dediler ya, neyse.
On altı yıl öncesi, böyleydi. Bugün İçişleri Bakanı’nın gidip gördüğü Hakkari ve yöresi ise hâlen öyleydi.
Kork ve Korun! Emri verenin kim olduğunun önemi yoktu. Güneydoğu Anadolu insanı korkuyor ve korunuyordu. Kendi dilini konuşmaktan korkuyor ve konuşmayarak korunuyordu. Kendi tarlasına gitmekten korkuyor ve tarlasını ekmeyerek korunuyordu. Ezilmekten korkuyor ve yasası bulunan haklarını istemeyerek korunuyordu. Öldürülmekten korkuyor ve kepenk kapatarak, oy sandığına gitmeyerek korunuyordu.
Şimdiler de çocuğunu okula göndermekten korkuyor; bakalım nasıl korunacak?
Lisede törenlerde İstiklâl Marşını okuturduk okutmasına da iş ‘Kahraman ırkıma’ geldiğinde tüm sesler kısılırdı. Kendi aralarında Kürtçe konuşurken gördüğüm öğrenciler hemen özür diler Türkçe konuşmaya başlarlardı. Yaptıklarının yanlış olduğunu söylemiştim. “Özür dileyecek bir şey yok, bu sizin diliniz elbette konuşacaksınız.” Dememe rağmen korunmaya devam ettiler.
Bu korunma Batı illerinde de hâlen sürüyor farkındaysanız. Aşağılanmamak, horlanmamak için toplum içinde Türkçe konuşmaya çalışanlar azalmalarına rağmen varlar. Oysa aynı toplumun içinde, İngilizce, Almanca, Fransızca, Rusça konuşanların hiçbir korkusu endişesi yok. Korkmadıkları için korunma gereği de duymuyorlar.
Dilin Avrupalı olması dili meşrulaştırıyormuş meğer. Yerli dillerin meşruiyeti ise mümkün değilmiş. Kürtçe, Zazaca, Arapça, Lazca, Çerkezce, Rumca, Ermenice konuşanlara dönen öfkeli gözlerin yaydığı tehditlerin boyutlarına bakmaktan ve çözüm bulmaktan başka çâremiz yok.
Allah’ın verdiği dili yasaklamak gibi bir utanç bu ülkede yaşandı. Yaptığı tahribat, ekilen zehirli tohumlar birçoğumuzun zihinlerinde hayat sürmeye devam ediyor ne yazık ki. Dindar görünenimiz bile bozuk bir Türkçe ile meramını anlatan bir insana küçümseyerek bakmaktan kendini alamıyor.
Gün geçti, gitti benim gençliğimle. Fakat bir tohum atmıştım o günlerde. O günlerden beri dilimde tekrarlanan bir nakarat kaldı. Onları anlamak için Kürtçe öğrenmeye başlamış ve bir slogan üretmiştim. Sınıflarda, bahçede, toplumun içinde her yerde yeri geldikçe bu sloganı tekrarlıyordum. Binlerce lira ödeyerek öğrendiğimiz İngilizce ile ezmeye çalıştığımız Kürtçe’yi ,önceliği Türkçe’ye, ikinciliği Kürtçe’ye vererek, Türkçe ile eşitlemiştim. Gel, Were, Come - Git, Here, Go!
Şimdi balkonda otururken yine gülümsüyorum, yine dilimde aynı nakarat var. Çünkü; on altı yıl önce yaptığım sıralama şimdi yerine oturuyor. O zaman bana ‘Deli’ diyorlardı. Kendi vatanında “Kork ve Korun!” emirlerinin artık bir hükmü yok; emir kimden gelirse gelsin.
Hem artık çoğunun elinde silah yok; ellerine silah verip korkmalarını ve korkutmalarını isteyenlerin oyuncağı olmayacak gibi görünüyorlar.
Mustafa Eyyüboğlu,Otuz Eylül İkiBinOn-Sekiz
Mustafa Eyyüboğlu Yazıları