“Gölgemden başkasıyla konuşamazdım bunu dostum. Bu gösteri dünyasında çok aptal olmadığımın en büyük kanıtı da bu değil mi sence?”
Onları
gördüğümde her şey sıradandı, sıralı durağanlıkları kadar nefes alıp
veriyorlardı. Güneş, öğle tepesinden sıyrılmış, kadın gölgelerinin saçlarından
daha fazla uzadığı zamana kayıyordu. Kızıldı, güneşin boyunlarını yere doğru
eğmiş dallarının ucuna sırtını dayayan ağaçların arasından gönderdiği bûseler.
Nehir, güneşin kızıl bûselerini ıslatıp ıslatıp gövdesinin sarıp durduğu
kumsallara gönderiyordu. Gökboylu sulak başka ağaçların köklerine uzanan hafif
gri, bol serinlik baharın ot kokulu dokunuşlarına az daha kırmızı bir rakkase
gibi coşup duracaktı. Cemre bohçasının ucunu toprağa sarkıtmıştı.
İkisi, nehrin az geriye çekilmiş kıyısında,
hüzünlü bakışlarla birbirlerinin ellerine bakıyorlardı. Geniş omuzlu, kehribar
bakışlı olan sağ elini yana doğru açtı ve ince, güçlü parmaklarını şaklattı.
İnce, eni dar kâğıt gibi, teni koyu renkli olan hızla sıçradı yerinde.
“Biliyor musun?” dedi, kehribar bakışlı olan,
geniş omuzlarını, geriye doğru ittiği sırtına birer apolet gibi asarak. “İnsanlar
çok aptal!”
“Sen de insan değil misin?” dedi ince, eni dar
kâğıt gibi olan, koyu rengini daha da kendine gölge yaparak.
“Kendini ayırmadan
bunu söylemen imkânsız, kendini ayırmadan söylediğinde de aptal olmaman. Ve bir
aptal, aptal olduğunu söyleyebilecek durumda değildir. Öyle olsaydı, ona aptal
denilemezdi zaten. Şimdi söyle bakalım; kendi önermenden nasıl sıyıracaksın
kendini?”
Kehribar bakışlar şenlendi ve güneşin kızıl bûselerine
doğru aktılar:
“İnsan, insanlar çok aptal!”
İnce bir melodi yankılandı koyu tende:“ Bunu söyleyebilen bir insanın da çok aptal
olması gerek!”
“Haklısın, dostum!” dedi şaklattığı parmaklarını
birbirine sürterek. “Bu iki parmağım birbiri ile sürtünürken şimdi, senin haklı
olmadığını söyleyemem, ama bir ‘çok aptal’la konuştuğuna, onu anlamaya
çalıştığına göre senin de çok aptal olman gerek!”
“Sâkinim; kışkırtmalarına kanmayacağım dostum.
Senden kendini kendi önermenden sıyırmanı bekleyeceğim keyifle!”
“Bak mesela; insan için de insanlar için de ‘çok
aptal’ yüklemi paydaş. İnsan bir genel isim, insanlar da onun çoğulu. Ancak ‘İnsan
çok aptal’ dediğimde ‘İnsanlar çok aptal’ın
uyandırdığı genel anlam bozulmuyor, kaymıyor. Neden sence?
“Muhtemelen bunun önermenle ilgisi yoktur,
dinlemeye devam ediyorum!”
“Çok ilgisi var. Tekili ile çoğulu, yüklemini
değiştirmeyen ya da yükleminin değişimini gerektirmeyen bir bütünlük içindeyse
bu insanın genetiğindeki aptallığın, az ya da çok olmasına ilişkin kanaat
üretmeme neden olmaz mı?”
“Tekili ve çoğulu aynı yüklemi kullanabilir,
bunun başka örnekleri de aranabilir. Bu neyi değiştirir?”
“Çok şeyi. ‘İnsan çok akıllıdır ve insanlar çok
akıllıdır.’ cümleleri de öyle. Bu çok
ciddî bir çıkarım. Yani insan tanımı bu anlamda insanlar çoğulu ile hiç farklı
değil. İnsanın genetiğine ait olan, insanların oluşturduğu topluluğun
genetiğinde de toplamda aynı yüklemi kullanıyor. Yani sen suflî bir taleple
nasıl davranıyorsan, toplum da aynı şekilde davranıyor. Senin birey olarak
tuvalet, seks, yemek, eğlence, bilgi, barınma, ısınma, güvenlik ihtiyacını
giderdiğin gibi toplumlar da aynı şekilde bu ihtiyaçlarını gideriyor. Dikkat
et toplumlar dedim ve –lar eki almadı, yüklem değişmedi, alabilirdi de. Sen
bütün bunları yaparak bir bütün olduğundan, toplum da bunları yaparak bir bütün
oluyor. O yüzden insanla insanların eylem cümleleri farklı değil; insana ve
insanlara ilişkin önermelerin de yüklemleri paydaş.”
“Haklısın, ama bu senin ‘çok aptal’ bir insan
olmadığını henüz kanıtlamıyor!”
“Evet; henüz sanattan bahsetmedim çünkü. Dikkat
et; sanat her şeyin rengini değiştiriyor. İşte aptallığın doğduğu ve az ya da
çok, insana sıfat olduğu alana, ihtiyaç alanına geldik.”
Koyu tenlinin boyu uzuyordu yavaş yavaş. Güneş
gözlerini kısıyor, kehribar bakışların ışıklarını parlatıyordu. Huzur verici
bir dinginlikle devam etti sözlerine:
“Sanat, ısrarlı emek sarf edilmiş her bir eylemin
sonunda ortaya konan bir sonuç. Buna ister sözlü, ister somut, elle tutulabilir
bir sonuç olarak bak, istersen afakî bir kavram olarak. Kaçınılmaz olan ortaya
konan sonucun sıradan alışkanlıklarla elde edilemeyeceği.”
“Tamam dedik, ya sonra?”
“Sanat kendisini üretene sanatçı dedirtiyor,
tıpkı çiftle çiftçi gibi. O halde sorumuzun yürüyeceği su kıvrımı şu olmalı. Sanatçı,
bir insan olarak mı değerlendirilmeli, sanatını üreten bir makine olarak mı? Sanatçı
bir insan olarak değerlendirilecekse, herhangi bir insanı sınırlayan her şey
onu da sınırlamalıdır. Din, ahlâk, gelenek ya da her neyse, bir dışarlak sınır
koyucu gerek. Sınır koyucunun izin verdiği ölçülerde üretilmiş bir sanat eserinden
bahsedebildiğimizde, ‘Bu bir sanat eseri midir?’ sorularına muhatap olabiliriz.
Bunu sonraya bırakalım. Sanatçıyı, sanatını üreten bir makine olarak
algıladığımızda, -ki mümkün değildir- makinenin insan gibi ihtiyaç algoritması
yok. Doğal olarak onu az ya da çok aptal sıfatından uzağa itebiliriz.”
“Eğlenceli bir hâl alıyor, çektiğin ve
çektirdiğin işkence… devam et, dostum!”
“İnsan olan sanatçıdan ve dışarlak bir sınır
koyucunun izin verdiği ölçülerde üretilen sanat, sanat değil midir? Antik
çağlarda çırılçıplak bir kadın heykelini, mermeri yontarak ortaya koyduğunda
bir heykeltıraş, hükümran bir gücün izin verdiği sınırlarda çalışır; bir nü
çalışanı ressam da. Aksi halde idam edilir. Roma’nın, kilisenin politeist
kalıplarında canlanan çıplak erkekler ve kadınlar tavanları ve duvarları
süslediğinde de onay veren bir dışarlak güç var. Şairler için de öyle.”
“Aptalın izlerini algılamaya başladım, ama artık
güneş dürüyor ışıklarını çabuk ol!”
“Ve sanatçılar, makine olmadıklarından yerler,
içerler, giyinirler, ısınırlar, barınırlar, okurlar, eğlenirler ve seks
yaparlar. Bütün bunlar için de dışarlak gücün sınırları geçerlidir. İnsanlar
sanatçı olsun ya da olmasınlar, hem sıradanlığın gündelik akıntısında
ilerlerken hem de sanat dedikleri oluşlarla meşgul iken dışarlak bir gücün
sınırlarının dışına taşamazlar. Sanatlarını icra ederken hangi sınırlarla çevrili
olduklarını bildikleri için, en çok içki ve seksle bezenen insanlık tarihinin
eğlencelerinde hükümranların sınırları net bir şekilde görülebilir. Zaten dikkat
edersen sanat, yani şiir, heykel, resim, savaşa, aşka, sekse, bayağılığa hizmet
etmiştir. Savaştan elde edilen gücün hizmet arayacağı tek şey eğlencedir.
Süzülmüş bakışların ürettiği eserlerin en kaba, en hayvansı ürünleri bunun için
verilmiştir. Yanlış anlama, eğlenceyi aykırı bulmuyorum, bu olağan bir ihtiyaç.
Aykırı bulduğum dışarlak gücün başlangıçta hayvansı talepleri gerçekleyen bir
serüvenin sonrasında hayvanların bile reddedeceği olgular için insanların
sürekli aşağıya doğru inmelerini sağlayan bir eğlence algısı.”
“Sanat, hangi gücün hükümranlığını kabul ederse,
bu bayağılıktan korunabilir? Korunduğunu kabul edelim, korunmuş bir algıyla
üretilmiş bir esere kim sanat diyebilir? Sonra insan var olduğundan beri hangi
hükümranlığa ihanet etmemiştir ki? Sanat onun anarşist yanını göstermiyor mu
zaten?”
“Aptallık konusunu hallettikten sonra onu da
konuşacağız. Öncelikle şunu netleştirelim. Sanatın, sanat eserinin nasıl
olacağına dair keskin bir yasa yok. Beğeni ve yansımaların, kopyaların ya da
somutlaştırmaların hangi düşünceleri ne kadar kaliteli anlattığı önemli. Buna
itiraz edebilecek kimse yok. Beni rahatsız eden, hükümranlıkları
reddettiklerini söyleyenlerin özgür dedikleri sanat anlayışı. Nasıl özgür?
İnsan hangi eseri üretirse üretsin, muhtaç olduğu somut ya da soyut objelere
ihtiyaç duyar. Başka bir şeye ihtiyaç duyan biri nasıl özgürlükten bahsedebilir
ki? Bu çelişki değil midir? Ve bu çelişki,
bununla yaşamaktan mutlu olduğunu iddia eden insana, insanlara akıllı dememize
engel olur; aksine aptal dememizi gerektirir; hem de çok aptal!”
“Sert bir vuruştu; ama henüz kendini sıyırmadın
insandan?!”
“Sıyırmayacağım, acele etme! ‘Az aptal’ seçeneğini
tercih edebilirim; ama henüz bitmedi çok aptal performansı. Günümüz
sanatçılarına, özellikle sinema, sahne sanatlarında ya da şarkı, dans
sanatlarında sırtımı çiğneyen bir konu var. Biliyorsun gösteri sanatlarında,
göze ve kulağa hitap eden sanatlarda baskın talepleri önemseyen bir standart incelmiş
durumda. İnsanın ruhuna, nefsine dokunma ustalığı gelişmiş olanlara sanatçı
deniyor. Sinema, televizyon, tiyatro çalışanlarının yanı sıra dansözlerin,
kadın şarkıcıların vücutlarının her kıvrımını teşhir ederek icra ettikleri şey
de bir sanat; değil diyemez kimse. İncelmiş beğenileri tatmin ettiği için bu
böyle. Erkek şarkıcıların her türlü sefahâtle meşgul oldukları da sır değil. Bütün bunlar, baştan sona sorgulanması gereken
şeyler. Bunu da sorgulamıyorum. Aptallığı aradığım yer burası değil."
"Ya?!"
"İnsan’dan insanlara doğru çoğul yüklem almayacak kadar açık bir şeyden bahsedeceğim. Bahsettiğim sanat faaliyetleri insanın erdem algılarının olmadığı faaliyetler. Bunlar da din, ahlak, gelenek veya başka bir dışarlak güç değil, bunların yapılmasını isteyen bir içsel güç var. Beni şaşırtan, insana çok aptal dedirten şey, diğerlerinin tavrı. Hangi tür gücün egemen olduğunu bildikleri halde, sanatçı dedikleri kişileri birer erdem simgesi diye saygıyla karşılamalarına tahammül edemiyorum. Kucaktan kucağa gezdiğini herkesin bildiği bir kadına ya da sahnelerin gerisinde başka kadınlara tecavüz ederek tatmin olan erkeklere sanatçı dendiğinde rahatsız olmuyorum, ancak erdem gerektiren sosyal bir tepkiye önderlik etmeleri nesnel bakışlarımda öfkeler biriktiriyor. Onlara değil, iblise efendilik ettikleri halde, iblisi tanrı olarak kabul etmeyenlerin, onlardan iblisin giremeyeceği alanlarda rehberlik etmelerini istemeleri yüzünden diğerlerine yakıştırıyorum ‘çok aptal’ı. Bana göre sanatçı da olsalar onlar, insan değil, hatta hayvan bile değiller. Bu yüzden insana ait olabilecek olan ‘aptal’ sıfatını onlar için harcamıyorum. Sanat budalası olmak, insanı insanlardan ayırmıyor.”
“Çok keyif aldım gerçekten, ancak vaktim azalıyor. Uzun boylu cümlelerinden anladığım şu; sen de insansın ve doğal olarak kendini kendi önermenden sıyıramadın. Beni ikna edemedin ‘çok aptal’ olmadığına!”
Kehribar gözler güneşin son kızıl bûselerini
gülümseyerek emmekle meşgullerdi. Geniş omuzlar dikleşti:
“Biliyorsun; az sonra güneş son ışıklarını
gönderdikten sonra sen yok olacaksın, dostum. İtiraf etmem gerekirse cümlelerimin
boyunu güneşin kızıl bûselerinin gücüne göre ayarlıyor ve gittikçe uzayan
boyunu, eriyen, yayılan koyu tenini gözlüyordum. Önermemi kanıtladığımda senin
burada olmanı istemedim, ellerime bakmanı da. Çok sonra ‘az ya da çok aptal’
olmayı seçemeyeceğime emin olamadığım için, ‘aptallığı toptan reddedebileceğim
bir seçeneğim olsun’ istedim. Sen de gitmeden önce duy: İnsandan, insanlardan
hükümdar kabul eden insanların evrenin yaratıcısını bir hükümdar olarak kabul
etmemeleri bence insana, insanlara ait ‘çok aptal’ın en büyük kanıtı! Belki
subjektif diyeceksin buna, ama kabul et ki sanat bir subjektif algılar bileşimi.
Bilmeni istiyorum ki; İnsan, Allah’a inanıp onun belirlediği sınırlara uymuyorsa
çok aptaldır ve çok aptal olabilmesi için de içinde genetik bir imkân vardır.”
Koyu tenli ses, güneşin kaybolan ışıklarıyla
birlikte kaybolup gitmişti. Kehribar bakışlı, geniş omuzlu olan, gölgesiyle
konuşuyordu nehir kıyısında. Nehir ıslak bir akşama şarkılar söyleyecekti.
Ayağa kalktı ve nehrin kararan sularında kaybolan gölgesinin izlerini aradı.
Fısıldadı:
“Gölgemden başkasıyla konuşamazdım bunu dostum. Bu gösteri dünyasında çok aptal olmadığımın en büyük kanıtı da bu değil mi sence?”
Mustafa Ege - Pzt, 04/03/2013 - 21:56/ İz
Etki Ekinoksları 17
Sonsuz Ark'tan
- Sonsuz Ark'ta yayınlanan yazılardan yazarları sorumludur.
- Sonsuz Ark linki verilerek kısmen alıntı yapılabilir.
- Sonsuz Ark yayınları Sonsuz Ark manifestosuna aykırı yayın yapan sitelerde yayınlanamaz.
- Sonsuz Ark Yayınlarının Kullanımına İlişkin Önemli Duyuru için lütfen tıklayınız.