“Elleri dolaşıktı insanların, ayakları kavgalı. Anlamsızdı
sesler, öyleydi ölüm; öyle soğuk, öyle alışılmaz.”
Kanatları o kadar hızlıydı ki; gözlerimle takip
etmem imkânsızdı. Geldi, tam burnumun karşısında durdu. Yakut yeşili alnı, yakut
kırmızısı boynu, koyu çimen yeşili gövdesi vardı. Kanatlarının rengi göğün
rengine karışıp duruyordu. Anlatacak çok
şeyi vardı Kolibri’nin. Çok uzak topraklardan gelmişti, gördüklerini anlatacaktı
bana.
Tüm dikkatimle ona baktım; kulaklarımı seslerden
arındırdım… Kanatlarından yükselen şarkıları dinledim. Anlayamadım önce; gözlerine
baktım. Burnumun bir karış uzağında havaya sabitlemişti kendisini. Güneş akşama
dönmek üzereydi yüzünü, acelesi vardı. Onu anlamalıydım.
Kanatlarından sıyrılan her ses bir heceye, her hece bir sözcüğe, her sözcük bir cümleye tutundu. Artık onu anlıyordum. Diyordu ki sinek kuşu:
“Sen görmedin, insanlar görmedi; göremiyorlardı.
Sen duymadın, insanlar duymadı; duyamıyorlardı. Ama sana gördüklerimi, duyduklarımı anlatırsam sen anlarsın, sen anlatırsın; işte o zaman insanlar görürler,
duyarlar ve anlarlar!”
Meraklanmıştım. Ne görmüştü, ne anlatacaktı? Ona
gülümsedim; tebessümün sesini duyuyordu ve anlıyordu, önce göğe yükseldi, sonra
tekrar indi kanatlarını çırparak, anlatmaya başladı:
“İki adamı gördüm, duydum; biri ölüydü diğeri
diri. Diri, ölüyü gömmek üzere toplanan insanların içindeydi. Onlarlaydı,
onlarla yürüyordu, onlarla yapıyordu her şeyi. Ama onlardan başka bakıyordu;
başka türlü davranıyordu.”
“Nasıl?” dedim dudaklarımdaki tebessümün sesleriyle,
“Nasıl başka türlü?”
“Sana baştan anlatayım. Ölü adam, bir trafik
kazasında öldü. Onu, bindikleri araba tırın altına girerken duydum, geceydi,
gecenin yarısını biraz geçmişti. Hızlı gidiyorlardı. Tır birden önlerine
kıvrıldı. Adam, son anda, o anda ölümün geldiğini gördü. Elleri, kapının koluna
tutundu, dudakları kıpırdadı; gözlerinin kocaman açıldığını, nefesinin sustuğunu
duydum. Zihninden geçenleri duydum; kanatlarımdan daha hızlı anlatıyordu. Anlamıyordum;
huzursuz bir anlatımdı, panik vardı. Tövbe edecek gibiydi, edemiyordu. Allah
diyecekti, diyemiyordu. Arabanın arkasında iki oğlu vardı. Ölümün bütün
renkleri kâbus gibi sinmişti ruhuna. Şoföre baktı, önüne baktı. Tırın arkası
arabanın önüne girdi, adamın başını ezdi savurdu; arabayı altına aldı.”
Yüzüm durmuştu, dudaklarım tebessümü yutarak
kasılmıştı, ama o anlatıyordu yerinden bir an bile ayrılmadan; kanatlarını
çırparak.
“Diri, sabah duydu. Uzaktan akrabasıydı. Bir an
durdu; uyku akıntısından alamamıştı aklını. Sordu, soruşturdu. Doğruydu. İki
oğlu yaralı olarak kurtulmuşlardı. Adam ve şoför ölmüştü. Zihnindeki sesleri
duyuyordum. Oradaydım; o gece ruhu huzursuzdu dirinin. Aklı doğru bildiği yolda
ilerlerken darbeler alıyordu dirilerden. O gün biraz daha fazla uyuyacaktı. Uyuyamadı.
Kalktı giyindi; yola çıktı. Ölü adamın evine gitti. Ölü adamın seslerini duyuyordu
zihninde. Diri iken kendisini anlatan seslerini… hatalarını hatırlıyordu;
bencilliğini. Oğullarını gördü. Yüzü, elleri çizik olan birini, kolu kırık
sargılı olan diğerini. Gözleri bomboş bakıyordu ikisinin; ağlıyordu biri,
atılıyordu öteki. Eve dönene dek bilmemişlerdi babalarının öldüğünü.
Bildiklerinde durmuştu ruhları. İtişip kakışıyordu hakikat gözlerindeki
inanmazlıkla. Bir sürü suskun diri adamın içinden çıktı gitti diri adam, önce
ağlayan oğula dokundu. Ruhuna baktı; “Sağlam dur!” dedi, “Sağlam. Dua et
babana, onun için yapacağın tek şey bu. Dua!” Ötekine gitti. Ayaktaydı, ayakta
duramıyordu. Ağlayamıyor, atılıyordu ileriye. Onu tuttu, omzundan. Kan çanağı gözlerine
baktı. Ona da seslendi dünyadan, onun kırık kolunun üzerindeki omzuna dokundu. “Güçlü
ol!” dedi, “Diri ol!”
Kolibri, bütün seslerimin sustuğunu görse de
anlatmaya devam etti. Gözlerime anlatıyordu; gözlerine bakıyordum. Yeşil
kanatları parlıyordu küçük sinek kuşunun.
“Beklediler. Ölü yoldaydı, cenaze arabası
getiriyordu onu kaza yaptıkları şehirden. Başka bir şehirden de yaşı doksana
yaklaşmış bir baba daha yola çıkmıştı. Oğlunun ölümünden habersiz, başka bir
yalana inanarak sürükleniyordu yola. Bir başka dirinin öldüğünü söylemişlerdi
ona ve karısına. Bir sürü diri, sessizce bekliyorlardı. Bir sürü kadın ve
erkek. Saatler sonra geldiler. Cenaze arabası sokağa girdiğinde haykırışlar koptu
evden. Oğullar sürüklendiler tabuta. Dokundurmadılar onları tabuta diğer diri
adamlar… “Orada bir şey yok!” dediler kanayan gözlerindeki yalanla. Diri adam,
herkesi izliyordu. Oğulları, adamları, kadınları. Herkesin aklında bir
tutkunluk vardı. Elleri dolaşıktı insanların, ayakları kavgalı. Anlamsızdı
sesler, öyleydi ölüm; öyle soğuk, öyle alışılmaz. Sonra götürdüler diriler,
tabuttaki ölüyü… Mezarlığa doğru sürüklendiler bir sürü araba ve bir sürü durgun
ruh, hangisi ölüydü, belli değildi.”
Yorulmuştum. Dur dedim dudaklarımla… Durdu.
Sonra yine anlatmaya başladı, sabırsızdı.
“Mezarlıkta, ölüleri yıkadıkları yere götürdüler
ölüyü. Diri adam bekledi dışarıda diğer bir sürü ölü olmayan adamlarla ve kadınlarla…
Herkes ölüden bahsediyordu; herkes suçlu arıyordu. Hızlı giden şoförden. Ama
kendisi de ölen şoförden; az önce ölüsü aynı yerde yıkanan, aynı mezarlığa
gömülen şoförden. Sonra dedikodular bitiyor; Allah’ın takdiri deyip susuyordu
hepsi. Ölüyü yıkadılar, sonra sırayla girdi içeri yakınları. Sonra tek tek
çıktılar, gözleri kan çanağı. Diri de girdi içeri. Yüzünün gözleri ve burnu
görünen kısmından ölüye baktı. Bembeyaz kefene sarılıydı her yeri. Gözkapakları
şiş, yüzü şiş. Artık deriye dönemiyordu ölü, onun artık geriye dönemeyeceğini
biliyordu diri. İçi buruktu; diğerleri gibi donuktu düşünceleri. Hiç kimse bir
şey düşünemiyordu ölümün acı soğukluğundan kurtulup. Ölüm sizin için böyle bir
şeymiş. Donuyormuşsunuz hepiniz!”
Bana seslendiğini anladığımda gitmek üzereydi
Kolibri. Ben de donmuştum. “Dur!” dedim, “Ben donmadım, seni dinliyorum, senin
sesinden gördüğün, duyduğun şeyleri anlamaya alışıyordum. Biz diriyken de donuk
görünürüz ama donmayız Kolibri, sen anlat!”
“Musalla taşına taşıdılar ölüyü. Ölünün annesi
ve babası yoldaydı. Onlar yetişmeden kılmayacaklardı namazını. Beklediler,
beklediler. Oğullar musalla taşındaki babalarının yanındaydı. Elleri koynunda,
dudakları suskun. Baba indi önce arabadan, araba durduğunda. Bağırıyordu
titreyen sakallarının arasından. Çırpınıyordu gözleri.” Ne oldu?” diyordu, Ne
olduuuu?” Anne indi sonra, yine aynı umutsuzluk: “Ne olduuuu?” Sürüklendiler
kollarından. Düşüp kalmasınlar diye orta yere. Musalla taşında koptu
haykırışlar, yüreklerinin sesini duyuyordum. Evlat acısı, diyordu bütün
diriler. Dudaklarında yabancı bir sızlanma. Acının düştüğü yerdekinden daha
soğuk, daha uzak bir sızlanma. Uzaklaştırdılar anne-babayı ve oğulları musalla
taşından. İmam gür sesiyle anlattı nasıl cenaze namazı kılınacağını.”
Biliyordum o anları, yakınlarımdan. O an
tekrarlandı gözlerimde. Cenazeye karşı ve kıbleye döner insanlar saf saf, niyet
edilir. Anlatır imam: "Niyet ettim Allah rızası için hazır olan cenaze
namazını kılmaya şu mevtâ için duaya'"diye anlatmaya başlar cemaat için.
Unutmuştur herkes ölüden ölüye yaptıkları şeyleri.
Kolibri içimdeki sesleri kesti, tamamladı
sözlerini niyetin; duyuyordu zaten. Dedi ki Kolibri:
“Er kişi niyetine… dediler hepsi içlerinden. İmam tekbir alarak ellerini namazda olduğu gibi bağladı. Öteki diriler de içlerinden tekbir alarak ellerini bağladılar. Tekbirin arkasından hem imam hem cemaat, "ve celle senâüke" cümlesini de ekleyerek içlerinden ‘Sübhâneke’yi okudular. Ardından imam ellerini kaldırmadan ‘Allahüekber ‘diye seslice tekbir aldı. Cemaat de ellerini kaldırmadan içlerinden tekrarladı. Bundan sonra hepsi içlerinden ‘Allahümme salli’ ve ‘Allahümme bârik’ dualarını okudular. Sonra ellerini salmadan ‘Allahüekber’ diye tekbir aldılar. Bilenler cenâze duasını, bilmeyenler de, dua niyetiyle “Fatiha” suresini okudu. Sonra yine ‘Allahüekber’ dediler. Ellerini kaldırılmadan tekbir aldılar ve arkasından önce sağa sonra sola imam yüksek sesle, cemaat alçak sesle selâm verdiler. İmam: “Helal ediyor musunuz haklarınızı?” diye sordu. Diri adamlar, “Helal olsun!” diye bağırdılar üç kere. İmam dua etti, af diledi ölü için; sonra ‘Fatiha’ okudular hep beraber. Ölünün gömüleceği mezara doğru yola koyuldular. Herkes tabuta dokunmak, taşımak istiyordu, itişip kakışarak.”
“Er kişi niyetine… dediler hepsi içlerinden. İmam tekbir alarak ellerini namazda olduğu gibi bağladı. Öteki diriler de içlerinden tekbir alarak ellerini bağladılar. Tekbirin arkasından hem imam hem cemaat, "ve celle senâüke" cümlesini de ekleyerek içlerinden ‘Sübhâneke’yi okudular. Ardından imam ellerini kaldırmadan ‘Allahüekber ‘diye seslice tekbir aldı. Cemaat de ellerini kaldırmadan içlerinden tekrarladı. Bundan sonra hepsi içlerinden ‘Allahümme salli’ ve ‘Allahümme bârik’ dualarını okudular. Sonra ellerini salmadan ‘Allahüekber’ diye tekbir aldılar. Bilenler cenâze duasını, bilmeyenler de, dua niyetiyle “Fatiha” suresini okudu. Sonra yine ‘Allahüekber’ dediler. Ellerini kaldırılmadan tekbir aldılar ve arkasından önce sağa sonra sola imam yüksek sesle, cemaat alçak sesle selâm verdiler. İmam: “Helal ediyor musunuz haklarınızı?” diye sordu. Diri adamlar, “Helal olsun!” diye bağırdılar üç kere. İmam dua etti, af diledi ölü için; sonra ‘Fatiha’ okudular hep beraber. Ölünün gömüleceği mezara doğru yola koyuldular. Herkes tabuta dokunmak, taşımak istiyordu, itişip kakışarak.”
Burnumun hizasından ayrıldı bir süre,
göğe yükseldi, sonra hızlıca az önce durduğu yere geri dönerek anlatmaya devam
etti, Kolibri:
“Diri adamın zihninde karmaşa vardı. Cenazede
peygamberleri anmanın gereğini sorguluyordu. “Cenaze namazı kıldıran bir
peygamber kendisini de kutsayacak şekilde dua eder miydi?” Onu dinledim bir
süre. Haklı olabilirdi. Bilmiyorum. Ama mezara varana kadar tedirgindi diri
adam. Mezarlar açılmıştı diriler için ardı ardına, yan yana. Ölüyü bir
tanesinin yanına, toprağa indirdiler tabutla. Annesi haykırdı uzaktan. “Onu
görmezsem kendimi öldürürüm!” Onu engellediler, yüz tanınmaz halde diyerek.
Diri adam fırladı yerinden. “Anası, oğlunu görmek istiyor, görecek!” dedi.
Kargaşa koptu ansızın.” Ölüsünü görmezse içine dert olur, görürse acısı
hafifler!” dedi sonra ısrarla. “Babası da görsün!” Gördü dediler, gösterdik
dediler. Diri adam, döndü baktı, anne hala görmedim diye ağlıyordu, yırtıyordu
sesi mezarlığı. Hızlıca indirdiler ölüyü mezara. Sağa yatırdılar; üzerine
tahtadan korunak yaptılar. İmam Yasin okumaya başladı. Kürekler elden yere
yerden ele dolaşıyor, toprak hızlıca doluyordu mezara. Herkesin acelesi vardı.
Herkes ölüyü toprakla buluşturup gitmek istiyordu. Açık mezarlar, ölülerini
beklerken diriler tedirgin oluyorlardı.”
Sinek kuşunun kanat sesleri zayıfladı. Gözlerime
baktı sessizce. Susmuştu. Geceydi. Gidecekti, gidemiyordu. Söyleyeceği son şeyler var
gibiydi. Ona baktım dikkatle, son sözlerini duydum kanatlarının arasından
sıyrılıp gelen harflerden, hecelerden, sözcüklerden ve cümlelerden:
“Ne adını söyledi imam ölünün; ne de işini,
gücünü, soyunu, ırkını. Unutma ve insanlara anlat; imam sadece “Er kişi
niyetine”, dedi namaza niyetlenirken. Er kişi niyetine…unutma!”
Kolibri hızla yükseldi göğe tüm renklerini gözlerimdeki ışıkla parlatarak. Kalakalmıştım öyle göçmen sinek kuşu bildiğimi, ancak hep unuttuğumu
tekrar anlatırken ve giderken. Dudaklarımdan dökülüyordu sesli sesim.
“Er kişi ya da Hatun kişi niyetine… O kadar, hepsi bu
Allah’ım. Bizleri affet! Günahlarımızı bağışla!”
Mustafa Ege - Pzt, 25/03/2013 - 22:56/ İz
Etki Ekinoksları 18