“Aile kavramı bencilliklerle deforme edildiğinden,
sosyolojik ve ekonomik ölüm kaçınılmaz bir son olarak ABD’nin ve Avrupa
ülkelerinin karşısında duruyor.”
Dünya
ekonomisini yönetenlerin, 19. ve 20. yüzyıllardaki kıtlık/güvenlik/savaş gibi tehdit
algılarının planlanmasına müdahale ederek kıskaç teorileri ile devletleri faizle
borçlanmaya zorlaması, ekonomi (iktisat) tanımını değiştirdi. Ekonomi, yeryüzündeki
yeterli kaynakları egemen güçlerin kontrolünde tutabilmek için ‘kıt kaynakların
yönetimi’ olarak tanımlandı. Minyatür bir devlet modeli olan bir evin varlığını
sürdürmesi için gerekli olan enstrümanları yönetmek demek olan ekonomi, dar
alanlı, yönetici elitin taleplerini ve çıkarlarını öne çıkaran bir yapı olarak
tanzim edildi.
İnsanlık
tarihi boyunca üretim (ekme, biçme), tüketim (yeme, içme, giyinme, barınma,
ısınma), tasarruf (biriktirme) ve yatırım (mülkiyet) gibi dört çekirdek olguyla
yetinebilen insan, ticaret, dağıtım, ithalat ve ihracat gibi kavramları kendi
doğal akışında tedrici olarak içselleştirdikten sonra sistematik olarak işgücünü,
sermayeyi, doğal kaynakları kullandı; üretim, ticaret ile dağıtımda rol alan
ekonomik kuruluşlarla mal ve hizmetlerin tüketimini arttırarak ekonomiyi
genişletti.
20. yüzyılın tümünde ve 21. yüzyılın başlangıcına kadar geçen sürede ekonomi, teknolojik inovasyon, tarih ve sosyal organizasyon ile coğrafya, doğal kaynaklar, gelir ve ekoloji gibi ana faktörlerin birleşmesiyle de devasa bir ilişkiler ağına dönüştü. Bugün, tabana inildikçe azalan, tabandan uzaklaşıldıkça artan gelir grafiği, bu devasa ilişkiler ağının sömürü merkezli yapısından kaynaklanmaktadır. Faiz de sömürü merkezli bu yapıyı süreklileştiren ana enstrümandır.
20. yüzyılın tümünde ve 21. yüzyılın başlangıcına kadar geçen sürede ekonomi, teknolojik inovasyon, tarih ve sosyal organizasyon ile coğrafya, doğal kaynaklar, gelir ve ekoloji gibi ana faktörlerin birleşmesiyle de devasa bir ilişkiler ağına dönüştü. Bugün, tabana inildikçe azalan, tabandan uzaklaşıldıkça artan gelir grafiği, bu devasa ilişkiler ağının sömürü merkezli yapısından kaynaklanmaktadır. Faiz de sömürü merkezli bu yapıyı süreklileştiren ana enstrümandır.
Faize endeksli
ekonomik sistemler, 2008 krizine dek, sıra dışı bir refah düzeni ile ABD‘yi ve Avrupa
ülkelerini gelişmiş ülkeler düzeyinde tuttu. Gelişmiş ülkelerin ‘kıtlık’
tanımlı ekonomi ile sorunları yoktu. Tanımı yapabilme güçleri, onları bu
tanımın dışında tutuyordu. Doğal olarak gelişmiş ülkelerin dışında kalan
ülkeler, ‘kıtlık’ tanımlı ekonominin doğrudan muhatapları olmak zorundaydılar.
Dünyanın
bütün ekonomik değerlerini satın alabilen dolar, sterlin, mark, frank ve
sonradan euro, dar gelirli ülkelerin hayat damarlarına vurulan birer pranga
gibi faizden sonraki sömürü araçları oldular. Gelişmiş silahlara sahip
devletlerin, özgürlük arayışları karşısında ürettikleri dehşet, darbeleri ve orantısız
güç savaşlarını süreklileştirdi. Silahlı güce dayalı ekonomik refah, aşırı
tüketim alışkanlıklarının bir üst sınırı bulunmadığından kendi içinde tıkanmaya
başladı.
Dünyanın
geri kalanını sömüren ABD’li ve Avrupalı şirketler daha fazla kâr hırsıyla
üretim merkezlerini ucuz işgücüne sahip Çin, Hindistan ve Bangladeş gibi
ülkelere taşıdıktan çok kısa bir süre sonra, ABD ve Avrupa ülkeleri üretimden
gelen güçlerini kaybettiler. İşsizlikle
başlayan tıkanıklık, Kıtlık tanımlı ekonomiyi içeriye taşıdı. Kıt kaynakların
yönetilmesi gibi yepyeni bir sorunla karşılaşan gelişmiş ülkeler, sahip
oldukları ekonomik tröstlerin acımasız kurallarına boyun eğdiler. Özel sektör,
devletlerin sosyal yönlerini hırpaladı ve faiz sarmalı ile nefesiz kalan batılı
ekonomiler ve ilgili kuruluşlar güven kaybettiler ya da iflas ettiler.
İnsanlık
binlerce yıl sonra üretim (ekme, biçme), tüketim (yeme, içme, giyinme, barınma,
ısınma), tasarruf (biriktirme) ve yatırım (mülkiyet) dört çekirdek ekonomik
kavramla yeniden sınırlandı. ABD ve AB gibi gelişmiş ülkelerde artan işsizlik,
sosyal güvenlik sisteminde yaşanan finansal sorunlarla daha da derinleşti.
Emekliler, zorunlu ihtiyaçlarını giderecek gelirden yoksun kaldılar; çalışacak
durumdaki iş gücü, rekabet koşullarına yenilen gelişmiş ekonomilerin tasarruf
tedbirlerine kurban edildi. ABD ve AB ülkeleri yaşadıkları ekonomik travmaları
atlatabilmek için, küreselleşmenin sonunu hızlandırdılar ve ulusallaşma stratejileri
geliştirmeye başladılar.
Ulusallaşma katı kurallarla inşa edilmek istendi. Göreli olarak küçük ekonomiler kaldıraç olarak kullanılmak üzere deney alanına dönüştürüldü. İzlanda, Yunanistan, Güney Kıbrıs ve benzeri ekonomiler vahşi dengeler gözetilerek ateşte ısıtıldı ve birdenbire soğutularak bu ülkelerde yaşayan halk açlığa terk edildi. İspanya, Portekiz ve İtalya gibi büyük ekonomiler stres üretme kapasiteleri dikkate alınarak korundu.
Artan işsizlik göçmenler üzerinde kurulan baskıları arttırdı. Fransa, Almanya, Yunanistan ve demokratik alışkanlıkları insan hakları üzerine bina edilmiş görünen İsveç, Norveç, Finlandiya, Danimarka gibi kuzey ülkelerinde aşırı ırkçılık devletlerin desteği ile tırmandırıldı. Özellikle Almanya ve Fransa’da göçmenlerin yakılan evleri, dehşet üretmek ve oluşan atmosferle birlikte göçmenleri tedirgin ederek kaçmalarını sağlamaya yönelikti.
Göçmenler gettolarda yaşamaya zorlandı. Yaşlı Alman kadınlar sokaklarda karşılaştıkları göçmen çocuklarını ailelerinin yanında kollarından tutup yerlere fırlattılar. Alman mahkemeleri ‘sünnet’ gibi dinî uygulamaları ‘yaralama suçu’ olarak tanımlayarak yasakladı. Fransa, Müslüman kadınların giyimleri üzerinden üretilen yasakları genişletti. Avrupalılar aç kaldıklarında vahşileşiyorlar ve iki yüz yıldır sömürdükleri insanları acımasızca aşağılıyor ve kovmaya çalışıyorlardı.
Ulusallaşma katı kurallarla inşa edilmek istendi. Göreli olarak küçük ekonomiler kaldıraç olarak kullanılmak üzere deney alanına dönüştürüldü. İzlanda, Yunanistan, Güney Kıbrıs ve benzeri ekonomiler vahşi dengeler gözetilerek ateşte ısıtıldı ve birdenbire soğutularak bu ülkelerde yaşayan halk açlığa terk edildi. İspanya, Portekiz ve İtalya gibi büyük ekonomiler stres üretme kapasiteleri dikkate alınarak korundu.
Artan işsizlik göçmenler üzerinde kurulan baskıları arttırdı. Fransa, Almanya, Yunanistan ve demokratik alışkanlıkları insan hakları üzerine bina edilmiş görünen İsveç, Norveç, Finlandiya, Danimarka gibi kuzey ülkelerinde aşırı ırkçılık devletlerin desteği ile tırmandırıldı. Özellikle Almanya ve Fransa’da göçmenlerin yakılan evleri, dehşet üretmek ve oluşan atmosferle birlikte göçmenleri tedirgin ederek kaçmalarını sağlamaya yönelikti.
Göçmenler gettolarda yaşamaya zorlandı. Yaşlı Alman kadınlar sokaklarda karşılaştıkları göçmen çocuklarını ailelerinin yanında kollarından tutup yerlere fırlattılar. Alman mahkemeleri ‘sünnet’ gibi dinî uygulamaları ‘yaralama suçu’ olarak tanımlayarak yasakladı. Fransa, Müslüman kadınların giyimleri üzerinden üretilen yasakları genişletti. Avrupalılar aç kaldıklarında vahşileşiyorlar ve iki yüz yıldır sömürdükleri insanları acımasızca aşağılıyor ve kovmaya çalışıyorlardı.
Amerikan
Merkez Bankası FED’in, Avrupa Merkez Bankası olan ECB’nin uyguladığı sıfır faiz
politikasına büyük ekonomik sarsıntılar geçiren, ancak Yunanistan ve Güney Kıbrıs’ın
aksine AB ve Almanya için deney tüpü olmayı reddeden Macaristan Merkez Bankası
da dâhil olduğunda gelişmiş ülkelerin tutundukları yeni dal netleşti; sıfır faiz,
üretimi, tasarrufu ve yatırımı güçlendirecek böylelikle zorunlu tüketim sorunları
çözülecekti; refah başka bir bahara ertelenmişti. Amerikalılar ve Avrupalılar, kendilerine ait faize ve sömürüye dayalı
kapitalist sistem araçlarını reddederek ayakta kalabileceklerinin farkına
varmışlardı.
ABD ve
Avrupa ülkelerinde yönetici elitin yaşadığı etik sorunlar (yolsuzluk, haksız
kazanç, rüşvet) gelişmemiş ülkelerdeki kadar yaygınlaşmamış da olsa, çöken
kapitalist sistemde hırsızların olmaması mümkün değildi. Batı bütün kurumları ile
önceliklerini tek tek yitirmişti ve ilkel güdülerinin esiri olmuştu.
Örneklik
değeri düşen gelişmiş ülkelerin öğrenecekleri yeni şeyler var; tasarruf ve sosyal
paylaşım olarak tasadduk. Aşırı tüketim çılgınlığının dünyaya ikram ettiği
vahşet, dizginlenmiş olarak insanlığın hizmetinde; fakat Batılılar ödeyecekleri
bedelle meşgul olduklarından yapabilecekleri fazla bir şey yok. Aile kavramı
bencilliklerle deforme edildiğinden, sosyolojik ve ekonomik ölüm kaçınılmaz bir
son olarak ABD’nin ve Avrupa ülkelerinin karşısında duruyor.