7 Nisan 2013 Pazar

SA223/AÇ10: Değişen İç Politika Araçları’nın İç Barış Sürecine Etkileri

Heyet-i Nasîha, Âkil İnsanlar Heyeti,  Hükümetin Çözüm Stratejisi, Muhalefet Partilerinin Çatışmacı Dili


Herkesin birinci sınıf olduğu bir Türkiye inşa etmenin çabası içerisindeyiz.” 
Başbakan Erdoğan

Türkiye, çok boyutlu bir değişim sürecinden geçiyor. Değişiyor; yaklaşık iki yüz yıllık modernleşme/çağdaşlaşma ve aynı zamanda ayrışma dönemini büyük bedeller ödeyerek geride bırakıyor. Tarihte hiçbir toplumda çoğunlukçu bir talebe bağlı olarak sosyolojik değişim yaşanmadı, Türkiye de bu hususta istisna değil ve diğer ülkelerden görece çok daha avantajlı bir profil sergiliyor.

İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Rusya, Çin, Japonya ve ABD birkaç kişiden oluşan komisyonlar tarafından yüksek basınçla kapitalizm, sosyalizm ve ikisiyle birlikte ateizm ile değişime zorlandı. Her zorlama karşı tepkiler alsa da sonuçlar değişmedi ve toplumlar bugün tasarlandıkları biçimde küresel sahnede yer alıyorlar. Yani büyük bir kaosun irrasyonel parçaları olarak büyük bir çöküşün fonksiyonel sonuçlarını bizlere anlatıyorlar.

Türkiye ise dağılmadan; eksikleriyle erimeden, kendisini onararak geleceğini tasarlıyor. Uzun ilk aşamadan sonra ikinci aşamaya geçmiş sosyolojik ve kültürel değişim, üçüncü ve son aşama için olumlu veriler taşıyor. Artan ekonomik gelirle birlikte, daha özgün daha sorgulayıcı bir toplumsal yapı şekilleniyor.

Türkiye, kendisini zorlayan iki yüz yıllık zorba devleti ve devleti aracı kılarak insanların hayat alanını daraltan tarihî karakterleri sorguluyor. Darbeleri yargılıyor, darbe teşebbüslerini cezalandırıyor. Devleti sadece bir etnik temele oturtmaya çalışan insanlık dışı politikaları acımasızca eleştiriyor. Devlet eliyle icra edilen kültürel ve etnik asimilasyona karşı refleksif değil rasyonel/demokratik tepkiler vererek illegal güç merkezlerini geriletiyor.

Cumhuriyet’in kuruluşundan önce başlayan ırk temelli ayrışmaların yüz yıllık bedeli, genel muhasebe hesaplarıyla tespit edilerek, kâr-zarar karşılaştırması yapılıyor. Devlet böylelikle asimile etmeye çalıştığı Türk dışı etnik bileşenlerini tarihî bir uzlaşmayla, saygıyla karşılayacak bir olgunluğa ulaşıyor.

Toplumsal taleplerin %50 lik oy oranı ile 11 yıldır iktidarda olan Adalet ve Kalkınma Partisi eliyle realize ediliyor olması, kronik elit rahatsızlığını arttırıyor ve vatandaşların lehine elde edilen her bir kazanım, bu grubun depresif/agresif tepkiler vermesine neden oluyor. Ancak; toplum sürü tasnifini reddediyor ve çatışmacı fikirleri tarihin karanlık odalarına gömmeye kararlı görünüyor.

Cumhuriyetin ilk elitlerinin ürettiği asimilasyon politikalarının, sonraki dönemde yine elitlerce 12 Eylül 1980 darbesi ile sistematik biçimde terör üretecek şiddette daha da sertleştirilmesi, yoksulluğun artması, eğitimin kalitesizleşmesi, dillerin yasaklanması, dinî özgürlüklerin kısıtlanması gibi sonuçlar üretti. CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu Nisan 2013’te, “12 Eylül PKK'yı güçlendiren bir olaydır.” diyecekti.

Farklı etnik bileşenlerin Türk varlığı merkezli projeksiyonlarla aşağılanması ile birlikte, ABD’nin, İngiltere’nin, Almanya’nın, Fransa’nın ve Rusya’nın doğrudan müdahaleleri ile ortaya çıkan terör ve bölücü semptomlar 34 yıllık bir kanlı geçmişten sonra, yeni yüzyılda farkındalığı artan toplum tarafından reddediliyor. Ağırlaştırılmış müebbed hapse mahkûm olan PKK lideri Abdullah Öcalan, ideolojik bozunmalar yaşıyor; kendi eliyle yazdığı birleştirici ayrıntıların vurgulandığı mektuplarla silahlı militanlarını eylemsizliğe davet ediyor ve onları sınırların dışına gitmeye zorluyor.

Terör ve terörle birlikte anılan bir savaş sona ererken zafer kazanan hiç kimse yok. 2010-2012 yıllarında, büyük şehirlerin ara sokaklarına kadar inen, Türkiye’yi ikiye bölen bir kontrol alanı iddiasına kadar çıtası yükseltilen bir silahlı mücadele ansızın bitiyor ve toplum inanamayacağı bir hızla barışla tanışmaya başlıyor.

İnsanların anlamlandırmakta zorlandığı, kuşkulandığı barış sürecinde akıllara takılan sorular Hükümet tarafından doğrudan cevaplanmasa da, nedenler ve sonuçlar arasındaki bu hızlı ilişki tam olarak açıklanmasa da soruların, kuşkuların bir tek açıklaması var: Dış destekli bir terör formu, darbecilerin stratejileriyle ırk temelli bir başkaldırıya dönüşürken; Terör Sorunu ile Kürt Sorunu bütünleştirilirken etkin güç olarak çalışan Amerika Birleşik Devletleri, Türkiye’ye yaşattığı iç savaştan kendi çıkarları gereği vazgeçiyor. PKK lideri de asla karşı çıkamayacağı ABD’nin talimatlarını hızla uygulayarak Türkiye’nin bölgesel ve küresel politikalarına uygun bakış açılarıyla kendi taraftarlarını ikna ediyor.

Terörü destekleyen ABD’yi, Almanya’yı Fransa’yı ve İngiltere’yi kıskaca alan dış politika hamleleri sonuca ulaşma hızını arttırdı. Hükümetin 2009’da başlattığı çözüm süreci PKK tarafından sabote edilerek başarısızlığa uğramasına, aksamasına rağmen sona ermedi.  Hükümet dış politik hamlelerle elde ettiği avantajı bu kez aracısız görüşmelerde ivme arttırıcı etken olarak kullandı.

Şiddeti ve silahlı saldırıları arttıran PKK’ya karşı hükümetin talimatlarına uyan TSK acımasız bir temizlik harekâtına girişti. Savaşçı 1300 militanın imha edilmesi, PKK’yı büyük bir bunalıma sürükledi. Şehir yapılanması olan KCK büyük bir baskıyla kontrol altına alındı.  PKK ile görüşmeler bu koşullarda başladı.

Darbe tehditleriyle 2010 yılına kadar engellenen Hükümet, referandumla yaptığı anayasal değişikliklerden sonra iç politika araçlarını üretecek kapasiteye ulaştı. 2011’de yaşanan Mit müsteşarına yönelik sindirme harekâtına rağmen, 2012 yılı sonlarına doğru geliştirilen stratejilerle Öcalan’la görüşmeler başlatıldı ve Başbakan Erdoğan büyük bir özgüvenle ‘Terör Sorunu’nun çözümüne yönelik büyük adımlar attı. Görüşmeler sürerken ilk toplantı tutanakları sızdırılarak hükümetin ihanet içerisinde olduğu savı işlendi.

Sızdırma amacına ulaşmadı, aksine Öcalan’ın sert ve dengesiz yorumlarının değişmesine, kurgulanan tuzakların deşifre edilmesine yaradı. BDP’li vekiller tahrik edici tutumlarını bıraktılar, KCK tutukluları peyder pey serbest bırakıldılar.

CHP ve MHP’nin gittikçe saldırganlaşan tavırları çözüm sürecinde tünelin ucunun göründüğünü gösteriyordu. Başbakan’ın terörle beslendiğini iddia ettiği iki parti Kürt sorunu ile terör sorununun başlamasına ve derinleşmesine neden olan derin yapılanmalarla doğrudan ve dolaylı ilişkileri; terör örgütü olarak yargılanan ve Türkiye’de her türlü terörle ilişkili olan Ergenekon yapılanmasında yer alan milletvekilleri vardı.

Türkiye, barış ya da çözüm süreci denen bu yüksek gerilimli süreci sanıldığının aksine çok sakin geçiriyor. CHP ve MHP yönetimi ile onlarla ilişkili medya organları dışında gerginlik üreten hiçbir merkez kalmadı. Toplum, bu ayrışmanın farkındaydı. Başbakan’ın ve hükümetinin geliştirdiği iç politika araçları bu farkındalığı arttırmaya yönelik bir iletişim sürecinin parçaları olarak yavaş yavaş belirginleştiler.

Erdoğan, çözüm isteyen insanların çözüme ilişkin görüşlerini halkla paylaşmaları için ‘Âkil İnsanlar’ diye tanımlanan her biri 9 kişiden oluşan ve Türkiye’nin 7 bölgesi için belirlenen gruplarla 63 kadını ve erkeği, “Heyeti oluştururken çok zorlandık. Heyetin etkinliği ve çalışma kolaylığı açısından sayıyı sınırlı tutmak zorundaydık. 76 milyonun özeti sayılabilecek bir listeyi oluşturmaya gayret ettik “ diyerek mesleklerinin ve cesaretlerinin etkilerini iç savaşı sona erdirmek için kullanmak üzere 04.04.2013 günü, Dolmabahçe Sarayı’nda 'Çözüm Süreci Akil İnsanlar Heyeti İstişare Toplantısı’ ile bir araya getirdi. Toplantıya, Başbakan yardımcıları Bülent Arınç, Bekir Bozdağ ve Beşir Atalay, Adalet Bakanı Sadullah Ergin, İçişleri Bakanı Muammer Güler, Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik, AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan da katıldı.

Başbakan’ın açıklamaları çok netti:

“Bu ülkede, bu topraklarda aynı milletin fertleri olarak hepimiz aynı zulmü iliklerimize kadar yaşadık. Kimliklerimiz, etnik kökenlerimiz, mezheplerimiz farklı olabildi ama hepimiz aynı zalim zihniyet tarafından aynı zulümlere uğradık. Hepimizin kitapları yasaklandı, sesi kısılmak istendi. Sadece etnik kökenler değil inançlar değerler dahi asimilasyona tabi tutuldu. Kelimelerimiz, kavramlarımız dahi sakıncalı bulundu. 10 yıldır Cumhuriyetimizin kuruluşundaki o ruhu, inancı, özü ve öz kardeşliği tesis etmenin mücadelesi içindeyiz. Eksiklerimiz, hatalarımız olabilir ama asli niyetimiz bu. Yeni bir Türkiye yeni bir Cumhuriyet kurmanın çabasında değil Türkiye'nin özüyle buluşturmanın gayreti içerisindeyiz.“
Binlerce insanın ölümüne neden olan kanlı savaşın bitmesi için ‘vatandaşların onaylamadığı tavizler verilmediğini söyledi:

“Bu süreç kardeşlik hukukunu tesis etme, silahı aradan çıkarma, düşünceyi ve siyaseti devreye alma sürecidir. Çözüm süreci pazarlıkların yapıldığı, teröre karşı geri adımların atıldığı bir süreç değildir, terörün sonlandırılması sürecidir. Kardeşliğimizin önündeki son engel terördür.”

Başbakan’ın sorunu “terör sorunu” olarak ifade etmesinin Kürtlerde güvensizlik yarattığını söyleyen, Kürt sorununun tarihsel boyutuna işaret ederek “terör” kavramına indirgenemeyeceğini ifade eden bazı âkil insanlara, toplantıda, çalışma programı ile ilgili herhangi bir belirleme yapılmadığı ve bunun tamamen heyetlere bırakıldığı anlatıldı. “Parti veya hükümet temsilcisi değilsiniz” denilen bilgilendirmede, heyetlerin çalışma biçimlerine ve içeriklerine hiçbir şekilde karışılmayacağı ifade edildi. Üyelere bilgi veren Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı yetkilileri de heyetlere lojistik destek vereceklerini, uçak, otel, otobüs gibi masrafların karşılanacağını söylediler.

Yapılacak şeyler sıradan enformasyon toplantılarından ibaret görünüyor olsa da böyle bir strateji çözüm sürecini tabana yaymaya ve eleştirileri sadece hükümetin sırtında değil, yazıları, açıklamaları ile ortaya koydukları fikirleri ile heyetin varlığında karşılamaya, toplamda barışa hizmet edecek. Heyetler bölgelerinde vatandaşlarla ve kanaat önderleriyle görüşecekler. Panellere konferanslara katılacaklar. Karşıt görüşlere sahip kişileri ikna etmeye çalışacaklar. Âkil insanlarca çözüm sürecine ilişkin 15 günde bir izlenim raporları hazırlanacak; sonuç raporu iki ayda tamamlanacak.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, âkil insanlar heyeti ile konunun magazinleştirildiğini iddia etti ve âkil insanları aşağıladı: "Burada seçim Sayın Başbakan tarafından yapıldı ve bir psikolojik hareketle görevlendirildiler" dedi.
Kılıçdaroğlu, PKK’nın hangi taviz karşılığında silahlarını bırakıp çıkacaklarını merak ediyordu. Öcalan’ın dinin, tarihin ve coğrafyanın birleştiriciliğini vurgulayan mektuplarını anlayamıyordu. Süreçteki ABD etkisini idrak edemiyordu. PKK’yi kurduran, büyüten, lojistik destek veren ve Türkiye’nin, Irak’ın, İran’ın istikrarsızlaştırılması için kullanan ABD, tamamen deşifre olmuştu; bundan dolayı kendini yeniden inşa etmek için uğraşan Türkiye’nin önündeki engelleri ortadan kaldırmak zorunda bırakılmıştı. Pasifikteki hâkimiyet kaygıları ve kazandığı antipati nedeniyle çekildiği ortadoğuda, Rusya’ya karşı etkin bir güç olarak Türkiye’nin konumlanmasını umuyordu

Bir ayda ikinci kez Türkiye'ye gelen ABD Dış işleri Bakanı Kerry, ''Biz Türk hükümetinin çabasına hayranız. PKK'nın silahları bırakma çabasını destekliyoruz. Cesaret ve kararlılık gerekli. Yıllardır süren kan gölü bitebilir.'' diyordu.

CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü Haluk Koç, Akil İnsanlar Heyeti ile ilgili "Başbakan'ın camdan konuşmalarını, metinlerini hazırlayan memurları, seçim kampanyalarını yürüten şirketler, ajanslar ne görev yapıyorsa oluşturulan bu heyete de aynı görevin tebliğ edileceği anlaşılıyor" diyerek heyet üyelerini aşağılamaya devam etti.

MHP Genel Başkanı Bahçeli,  Kılıçdaroğlu ile aynı şeyleri söyledi; ancak işin boyutlarını değiştirerek âkil insanlar heyetinin PKK projesi olduğunu iddia etti, ürettiği hakaretlerin boyutlarını derinleştirdi; 

'PKK simyacısı' olarak nitelediği âkil İnsanlara, "Akılları çoksa bunu kendilerine saklamalarını” söyledi ve "Kendini âkil zanneden söz konusu 63 isim, Başbakan Erdoğan'ın çözüm süreci isimli çözülme ve çöküş projesini anlatmaya memur edilmişlerdir. Türk milletine fitne ve bozgunculuk taşıyıcılığı yapmaya yönlendirilen 63'lüklerin, yanlıştan dönmesi, ihanetten cayması, işbirlikçilikten kurtulması için henüz önlerinde vakitleri vardır.” dedi.

Bahçeli CHP ile aynı düşünceleri aynı sözcüklerle ifade ediyordu. Çözümden rahatsızdı, öfkeliydi; hükümete ve heyete karşı hakaretin tüm sınırlarını aşmıştı: 

’Görülmektedir ki, AKP hükümeti Türkiye'yi yıkmak ve milli varlığın tüm cephelerini çökertmek için iktidar imkânlarını devreye sokmuş ve böylelikle asırlardır senaryosu hiç değişmeyen küresel oyunun yerli figüranı olduğunu tekrar tescillemiştir. Hükümet, Türk milletine yanlışın, kötünün ve ayrılığın kabullendirilmesi amacıyla her yolu, her yöntemi kurnazca, pişkince ve sinsice harekete geçirmiştir.”

Şiddeti muhayyel bir gelecekte eyleme geçirmeyi vadeden Bahçeli, heyetin bütün insanî değerleri yerle bir etmeye kararlıydı:

 “Akordu bozulmuş, kafası karışmış, aklı kararmış bu 63 kişi, 9'arlı gruplar halinde yurdumuzun 7 bölgesinde PKK sözcülüğüne talip olmuşlar ve Türk milletini kandırmak üzere son hazırlıklarını Başbakan gözetiminde yapmışlardır. Sözde Âkil Adamlar Heyeti'nin içinde yer alanlar büyük bir vebalin altına girmişler, ömürleri boyunca kendilerini takip edecek bir hatanın tarafı olmuşlardır. Başbakan Erdoğan, bölücü terörün dayatmalarını; çıkar, mevki, statü ve makam vaat ederek bir araya getirdiği 63 kişiyle birlikte yurdumuzun dört bir yanına serpiştirmeye tüm gücüyle yönelmiştir. Kendini âkil zanneden söz konusu 63 isim, Başbakan Erdoğan'ın çözüm süreci isimli çözülme ve çöküş projesini anlatmaya memur edilmişlerdir."

Devlet Bahçeli’nin dili ulaşılmaz bir zenginlikle hakaretler sıralıyor, hiçbir sıfatı eksik bırakmak istemezcesine, heyecanla bağırıyordu, anlaşılmaz bir panik havasına kapılmıştı. Kimle görüşülse görüşülsün, amaç kanın durmasını engellemekti. Bahçeli, hiçbir şekilde yaklaşmadığı çözümü, çözümsüzlükle birlikte siyaset yapabilme sebebi sayıyordu. Kendini kaybetmiş, soğukkanlılığını koruyamamıştı.
“Başbakan Erdoğan, aziz milletimizin tümüyle karşı çıktığı ve reddettiği ihanet sürecini kabullendirebilmek için artistleri, dönekleri, bölücüleri, terörist stepnelerini, yandaşları, menfaatperestleri, fikirsizleri, vicdansızları ve batı beslemelerini aceleyle seferber etmiştir. 63 karanlık yüz, Türkiye'nin nasıl bölüneceğini, Türk milletinin etnik kamplara nasıl ayrılması gerektiğini, PKK'nın ne şekilde meşrulaştırılacağını ve milli devlet yapısının hangi yollarla çökertileceğini Türkiye genelinde hevesle anlatacaktır.”

Kürt Açılımı, Demokratik Açılım, Milli Birlik ve Beraberlik Projesi, Oslo Süreci, İmralı Süreci, Barış Süreci ve en son “Çözüm Süreci” olarak kayıtlara geçen çaba, Bahçeli’ye göre ‘kepazelik’ti.

“Başbakan Erdoğan'ın İmralı canisiyle müştereken icra ettiği süreç kepazeliğinin, Türk milletine hüsran ve hezimetten başka bir şey getirmesi söz konusu değildir. Ve PKK'yla müzakereden, İmralı canisinin çözümünden, Başbakan'ın yıkım projesinden huzur, istikrar, refah ve esenlik doğması düşünülemeyecektir… Bölücülüğün çirkin oyunları, hükümetin çirkef komploları, emperyalizmin melanet tuzakları Türk milleti tarafında bozulacak ve Allah'ın izniyle muhataplarının başında paralanacaktır."

Genel Başkanının her türlü nezaketin sınırlarını tahrip etmesi MHP Hatay Milletvekili Adnan Şefik Çirkin’i kontrolsüz, sorumsuz ve çılgınca davranmaya sevk etti. BDP Muş Milletvekili Sırrı Sakık'ın BDP’li vekillerin saldırgan tutumlarının sürdüğü dönemde "Elinde iple dolaşıp Öcalan'ı as diyen Bahçeli, sen bu saatten sonra assan assan Sayın Öcalan'ın paltosunu vestiyere asarsın" diyerek alay etmesine sert tepki gösterdi: "Günü geldiğinde biz Öcalan'ın paltosunu değil, gönderine asmadığınız bayrağın direğine inşallah sizleri asacağız.”

Ergenekon terör örgütünü savunan, kollayan ve yargılamaya ilişkin soru işaretleri üreten medya mensupları, oluşturulan Âkil İnsanlar Heyetini 1919’da Osmanlı Hükümeti tarafından ihdas edilen Heyet-i Nasîha ile mukayese ettiler. Ve tarihî gerçeği çarpıttılar; Heyet-i Nasîha’nın TBMM’ye ve milli mücadeleye karşı oluşturulduğunu iddia ederek yalan söylediler.

Gerçek şuydu. Nisan 1919’da Osmanlı Hükümeti’nin ve Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisinin ihdas ettiği iki Heyet-i Nasîha süreci vardı.

İlk süreçte, Damat Ferit Paşa, Mondros Mütarekesi sonrası Batılı müttefiklerce ve Ruslarca kışkırtılan Ermeni, Rum çetelerinin halka yönelik tedhiş hareketlerine engel olmak için 7’şer kişiden oluşan ve ikisine şehzadelerin başkanlık edeceği heyetler oluşturdu. İç unsurlar arasındaki çatışmaları ortadan kaldırmak için heyete Ermeniler ve Kürtler de dâhil edildi. Heyetler, Anadolu’nun çeşitli yörelerini gezecekler ve halka uzlaşma ve vatandaşlık hissi telkin edeceklerdi. ‘Heyet-i Nasîha’nın görevi tıpkı bugün olduğu gibi  ‘manevî’ idi. Damat Ferit Paşa, 5 Nisan 1919’da, İngilizlerin İstanbul Temsilcisi Webb’i ziyaret ederek heyetlerin işlevleri hakkında bilgi verdi ve heyete İngiliz subayların da katılmasını istedi. Webb, bunu kabul etmedi.

Gazetelerde Anasır-ı Muhtelife arasında ortaya çıkan nifakın ortadan kaldırılması, Ahaliyi irşad ve tenvir, Memalik-i Osmaniye’de yaşayan çeşitli unsurlar arasında uyum sağlamak olarak görev tanımı açıklanan Heyet-i Nasîha, Anadolu’yu dolaştı. Ancak işgalci devletlerin aksine etkisi heyetin başarıya ulaşmasını engelledi. Tarih 19 Mayıs 1919’dan önceydi ve müddei medya mensuplarının iddialarının aksine henüz Milli Mücadele başlamamıştı.

İkinci Heyet-i Nasîha oluşumu bir yıl sonra Büyük Millet Meclisi’nin iradesiyle gerçekleşti. Düzce’de beliren Çerkes liderlerin takındığı Ankara karşıtı tutum sebebiyle Ankara'nın Düzce, Bolu, Mudurnu ve Gerede ile telgraf bağlantısı kesik durumdaydı. Sorunları çözmek ve halkla görüşmek üzere bir Heyet-i Nasîha'nın Bolu'ya gönderilmesi planlandı. BMM'nin gizli oturumunda konuşan Mustafa Kemal Paşa, milletvekillerine hitaben; "... böylece başsız kalan ve muzlim birtakım cereyanlara sahne olarak terk edilen Bolu için yalnız kuvvet sevk etmek gayr-ı kâfi olduğu ve sevk-ü idareye muktedir bir arkadaşın gönderilmesine lüzûm hâsıl olduğu anlaşıldı. Bu maksadla rüfekâ-yı muhteremden Hüsrev Bey'i, diğer bildiğimiz arkadaşları memur (ettik)"( TBMM Gizli Celse Zabıtları I, s. 4.) demekteydi.

Askerî tedbirlerin yetersiz olacağını düşünen Mustafa Kemal, bir de görüşme heyeti gönderecekti. heyette Kurmay Binbaşı Hüsrev (Gerede) Bey ,İsmailzâde Osman (Özgen) Bey, Dr. Mehmed Fuad Bey,  İlyâszâde Şükrü (Giilez) Bey  olmak üzere dört kişi  ve onları korumakla görevli bir müfreze vardı. (Hüsrev Gerede (1886-1962). Bkz. Fethi Tevetoğlu, Atatürk'le Samsun'a Çıkanlar, Ankara 1987, s. 201-214.)

Bolu'ya gönderilmesi kararlaştırılan Heyet-i Nasîha'nın görevi; Ankara lehinde propaganda yapmak, Millî teşkilât vücuda getirmek, XXXII. Kafkas Piyade Alayı ile birleşerek, Bolu'ya gitmek,  Bolu'da, Düzce üzerinden gelecek olan Kaymakam Mahmud Bey'in komutasındaki XXIV. Fırka ile birlikte hareket etmekti.  Dr. Fuad (Umay) Bey, Heyet-i Nasîha'nm görevlerine; "Bolu isyanını nasihat ve gerektiğinde silahla bastırmak" (Yunus Nadi, Kurtuluş Savaşı Anıları, İstanbul 1978, s. 297.) hususunu da eklemektedir.

Kurmay Binbaşı Hüsrev Bey başkanlığında, ikisi Bolu yöresine mensup, üç milletvekilinin teşkil ettiği Heyet-i Nasîha, hazırlıklarını tamamladıktan sonra, 21 Nisan 1920 Çarşamba günü sabahı Ankara'dan hareket etti; ancak bölgeye vardıklarında silahlı direnişle karşılaştılar ve yakalandılar.

Kalabalık arasından ihtiyar bir kişi Binbaşı Hüsrev'in üstüne kapanarak, “Bu kadar cesur ve güzel adamı nasıl öldürebilirsiniz? Ben ömrümün, sonuna geldim. Allah ve Peygamber aşkına öldürmeyin!” diyerek öldürülmesini engellemişti. (Halide Edib Adıvar, Türkün Ateşle İmtihanı, İstanbul 1983, s. 138-139.)

Gerede halkı, ayaklanmada rol oynayan ve hiddetli bir şekilde tavırları olan bazı kimselerin tahriki ile Heyet-i Nasîha'ya düşman nazarlarla bakmakta idiler. Hüsrev Bey'in, Müftü Ali Rıza Efendi ve bazı ileri gelen kimselere, hareketlerinin vatanın kurtarılmasına darbe indirebileceğini ve bu tehlikeli davranışlarından vazgeçmelerini, hapishanenin dar pencerelerinden anlatmaya çalışması da bir netice vermemişti (Hüsrev Gerede, Bolu İsyanı. Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Kütüphanesi, No: 21/3001-3005, s. 6-7)

Ayaklanma 23 Mayıs 1920 anlaşması ile ortadan kalkmış ve bunda Heyet-i Nasîha büyük rol oynamıştı. (TBMM Zabıt Ceridesi II, s. 24-25.) Hüsrev Bey, 23 Mayıs 1920 günü, millî kuvvetlerin elinde bulunan Mudurnu'dan Ankara'ya şu mühim telgrafı göndermişti (TBMM Zabıt Ceridesi II, s. 24):

"Büyük Millet Meclisi Riyasetine,

Adapazarı, Düzce ve Bolu mukabil harekâtını idare eden rüesa-yı Çerakese, Osmanlı müslümanlığının esaret ve felâketini bugünkü sulh karşısında ikinci derecede bazı eşhasın yanlış hareketleri ve esbab-ı saire yüzünden tahassül eden vak'a-i âhire-i müreessifeyi selâmet-i mülk ve millete tamamen muzır görüyorlar ve tarih-i millîmizin kaydetmediği bu elîm zamanda beynelislâm münazaat ve müsadematı terk ile sevgili vatanımız içi yekvücud bir halde haricî tehlike ve taaruzlara göğüs vermeğe hazırlanmayı her müslüman için farz-ı 'ayn telâkkî eyliyorlar. Böyle pek mukaddes ve mübeccel bir tavassuta âcizleri ile refikim Lâzistan Meb'usu Osman Bey'i tâyin eyledikleri ma'ruzdur.”  Trabzon Meb'usu, Hüsrev

Heyet-i Nasîha bu şekilde, Ankara'nın zamanında yardımına koşmuş ve Düzce'deki Çerkes liderlerin, Kuvâ-yi Milliye saflarına katılmalarını sağlamak gibi tarihî bir vazifeyi ifa etmiştir. Mustafa Kemal Paşa, Soyadı Kanunu'nu yürürlüğe soktuğunda, Hüsrev Bey'in Heyet-i Nasîha üyesi olarak gerçekleştirdiği tarihî görevi unutmayarak, ona "Gerede" soyadını vermiştir.

Tarihî belgelere karşılık MHP Grup başkan vekili Oktay Vural, her iki heyet-i Nasîha’nın görev alanlarını çarpıtarak şöyle diyordu: “Heyet-i Nasiha, Türk milletine rağmen sözde barış getirmeye kalkmış, Sevr’i dayatanların sözcülüğüne kalkışmıştır. Damat Ferit’in heyeti nasihaları da o günkü Sevr’i bu millete hazmettirmek için kurulmuştu. AKP Hükümeti’nin akil adamları, Mondros Mütarekesi sonrası, işgal güçlerine karşı Anadolu’da başlayan direnişi engellemek amacıyla Damat Ferit’in kurdurduğu Heyet-i Nasîha’nın AKP şubesinden başka bir şey değildir.”

Heyet-i Nasîha Başkanı Hüsrev Gerede’nin ve Meclis zabıtlarının anlatımı, Oktay Vural’ı yalanlamakta ve çarpıtmalarını açığa çıkarmaktadır. Her iki heyetin amacı milli birlik ve beraberlik sağlamaktı. 2013 yılında kurulan Âkil İnsanlar Heyeti, hem TBMM’nin hem de Osmanlı Hükümetlerinin kurduğu Heyet-i Nâsiha’ların kazandırdığı devlet tecrübesi kullanılarak oluşturulmuştur. Askerî operasyonlarla silahlı mücadele gücü kırılan PKK ile görüşmeleri Hüsrev Gerede gibi devlet görevlileri sağlamış, sürecin ikincil adımı da toplum tarafından tanınan isimlerin katılımı ile atılmıştır.

Başbakan Erdoğan, ismi ve yapısı eleştirilen Âkil İnsanlar Heyeti’ne hitap ederken eleştirilerin anlamsızlığını tarihe şöyle kazıyacaktı:
“Hepimizin ittifak edeceği konu kanın durmasıdır. Herkesin yapması gereken elini taşın altına koymak ve akan kana 'dur' demektir. Bu salonda bulunan insanlar sadece akil değildir; aynı zamanda cesurdur.”

34 yıl boyunca masum binlerce insanın ölümüne, savaş harcamaları yüzünden derin ekonomik krizlere ve psikolojik, sosyolojik sorunlara neden olan ve Mondros-Sevr organizatörlerince sahneye konan bir senaryoyu sona erdirmek isteyen Başbakan Erdoğan’a karşı, Mondros-Sevr yandaşları gibi davranarak çözüm yollarını akıl almaz eleştirilerle tıkamaya çalışan MHP ve CHP genel başkanları tarihe karşı sorumlu olacakları bu yolda bozgunculuk yaparak, Milli Birlik ve Beraberliğe yönelik mektupları ile kanlı geçmişini unutturmaya çalışan PKK lideri ile yer değiştirmiş olmak gibi bir tehlike ile karşı karşıya kaldıklarını idrak edemiyorlar. Toplumu geren ve ayrıştırmaya devam eden söylemleri ile marjinalleşerek kendi politik geleceklerini yok ediyorlar. Belki de ilişkili oldukları derin yapılar onları böyle davranmaya zorluyor. Gerçek, er veya geç gün yüzüne çıkma alışkanlığına sahiptir, zaman bize  doğruyu anlatacaktır.

Çözüm Süreci başladığından bu yana herhangi bir silahlı çatışma olmaması ve insanların ölmemesi, hükümetin hedeflenen barış ortamının vaat ettiği ilk sonuçları aldığını gösteriyor. Süreç, şehitleri ile kan ağlayan geniş toplum kitlelerinin onayını almış durumda ve derin, acı dolu bir sosyolojik, politik deneyim, PKK, BDP, CHP ve MHP’den kaynaklanacak muhtemel bozguncu girişimleri bertaraf edecek kadar sağlam.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 04.04.2013 günü Dolmabahçe Sarayı’ndaki ‘Çözüm Süreci Âkil İnsanlar Heyeti İstişare Toplantısı’nda, çatışmacı, sorunların çözümünü engelleyici bir dil kullanan muhalefet partilerine karşı, iç politika araçlarını tarihî devlet deneyiminden ders alarak değiştiren ve olgunlaştıran hükümetinin kararlı tutumunu takdim etmişti:

“Çözümün değil, sorunun parçası olanların eleştirisi umudumuzu zayıflatmayacak.”

Çözüm Süreci’nin Türkiye’yi büyük bir güce dönüştüreceğinden korku duyanlar, sürekli suçladıkları iç ve dış hainlerin ta kendileri olduklarını saklayamadıklarını bile fark edemiyorlar. Onların ödedikleri bedel de bu.



Adil Çelik, Sonsuz Ark, 06.04.2013




Not: İrşad Encümeni'nin teşkili, 21 Nisan 1920'de Ankara'dan Bolu'ya hareket eden Heyet-i Nasîha'dan sonra,  27 Nisan 1920 tarihli oturumda Bursa Mebusu Şeyh Servet Efendi, İrşat Encümeni kurulmasına dair bir önergenin kabulü ile kararlaştırılmıştır.

Halkın aydınlatılması ve bilgilendirilmesi amacıyla bir "İrşat Encümeni" kurulması fikri Meclisin açılışının hemen ilk günlerinde ele alınmasına sebep, Ankara'nın yanı başında, Beypazarı'nda meydana gelen olaylar ve bunun sonucunda Meclise bu bölge eşrafından gelen bir telgraf olmuştur.

Ayaklanma halinde bulunan Beypazarı'ndan 52 ulema ve eşraf adına Müftü M. Mevlüt Efendi ile Belediye Reisi Hakkı Bey tarafından gönderilen bu telgraf, TBMM'nin 25 Nisan 1920 tarihli üçüncü oturumunda okunmuştu.

Mektupta, bölge halkının çeşitli şekillerde nasıl aldatıldığı, silahlı çatışmaların meydana geldiği ve insanların öldüğünden bahsedildikten sonra, Beypazarı'nda silahlarını bırakmayan kişilere eğer gerçekler anlatılır ve nasihat verilirse ayaklananların silahlarını teslim edebileceği, bu şekilde halkın, ayaklananlar ile bunu önlemek için gönderilen kuvvetler arasında kalıp, ölmekten kurtulacakları söylenmişti.

Müftü Mevlüt Efendi ve Belediye Reisi Hakkı Bey aldatılmışlık içerisinde bulunan halkın, sözlerine güvenecekleri şahsiyetlerin onları aydınlatması sonucunda, bu insanların hem milli mücadele hareketi içerisinde yer alacakları hem de affedilmiş olmanın minneti ile can ve mallarını vatan için seve seve vereceklerini belirtmişler ve Meclisten bu yönde kendilerine yardım edilmesini istemişlerdi.

Telgrafın okunmasından sonra Mecliste konu ile ilgi 27 Nisan 1920 tarihli oturumda Bursa Mebusu Şeyh Servet Efendi, İrşat Encümeni kurulmasına dair bir önergeyi meclise verdi. Servet Efendi bu önergesinde; "İrşad’ın insanlık hayatının saadeti yolunda en önemli unsur olduğunu, fakat ne yazık ki, düşmanların bu güzel hakikati, kötü yollarda kullanmakta ve batıl hak gibi gösterme gayreti ile insanları kötü duruma düşürdüklerini ifade etmiş ve düşmanların yapmış olduğu plan ve teşkilatlı programın çok etkili olduğunu, bunun için silaha benzer silahla karşı konulabileceğini, doğruluğuna inanılan gerçekleri milletin önüne açıkça sermek için harekete geçilmesi gerektiğini belitmiş ve bu amaçla da Büyük Millet Meclisi'nin oluşturacağı şubeler arasında bir '''İrşad Şubesi’nin de kurulmasını önermişti.

Bu önergeye göre; kurulacak İrşad Encümeni, görevlerini üç şekilde yapmalıdır:

Birincisi; düşmanın yapmış olduğu propaganda sonucu elimizden çıkmış yerlerde, meclisin vereceği karara göre ya buraların eşraf, ayan ve uleması Ankara'ya getirilerek İrşad Heyeti tarafından bilgilendirilir ve ruhları aydınlatılır veya uygun olan yerlere İrşad Heyetleri gönderilir.

İkincisi; asker, polis ve jandarma gibi memleketin ve milletin güvenliğinden sorumlu olan kesimin, gerek meclisin almış olduğu kararlar ve faaliyetlerden, gerekse ülke içinde ve dışında meydana gelen gelişmelerden haberdar edilmesi ve aydınlatılmasıdır.

 Üçüncüsü; düşman işgali altında bulunmayan bölgelere, yine ya heyetlerin girmesi veya bölgelerin ileri gelenlerinin Ankara'ya getirilerek aydınlatılması ya da buralarda birer şube teşkili suretiyle bu işin yapılmasıdır.

Şeyh Servet Efendi'nin' önergesi, mecliste genel olarak kabul görmüşse de bazı mebuslar, bu iş için ayrı bir encümene gerek olmadığını Umur-u Şeriye tarafından bu görevin yerine getirilebileceği üzerinde durmuşlar. Şeyh Servet Efendi’nin, İngilizlerin bu iş için bakanlık bile kurduklarını ifade etmesi üzerine Mecliste aynı gün vermiş olduğu önerge büyük bir ekseriyetle kabul edilmiştir

Büyük Millet Meclisi Hükümeti kurulduktan sonra oluşturulan komisyonlar içinde yer alan İrşat Encümeni'nin, her encümenden bir kişinin seçilmesi suretiyle oluşturulması istenmiş ve kısa zamanda İrşat Encümeni ile Meclisin en kalabalık komisyonu olmuştur. İrşat Encümeni'nin ilk başkanlığına Yunus Nadi(İzmir Mebusu), Mazbata Muharrirliğine Ali Şükrü (Trabzon Mebusu) ve katipliğe de Muhiddin Baha(Bursa Mebusu) seçilmişlerdir.  

TBMM ZC,D.I, cı, s.322-323.
TBMM ZC, DJ, c.ı, s.257.



Alıntılar:


Seçkin Deniz Twitter Akışı