Sonsuz Yargı/ Bir Roman Yazarı Yargılanırken-1
Nerede olduğunu bilmiyordu. Karanlıktı. Sessizdi
bulunduğu yer. Hiçbir şey duymuyor, görmüyordu. Elleriyle herhangi bir yere dokunmaya
çalıştı. Dokunamadı. Paniğe kapıldı. Yürümek istedi. Bacaklarına hükmedemedi.
Ayakları çıplaktı. Yere yapışmış gibiydi tabanları; kaldıramıyordu ayaklarını.
Panik büyüdü içinde. Neredeydi, neler oluyordu?
Zihnini toparlamaya çalıştı. Öncesini düşündü yaşadığı ânın. Olmadı, hiçbir şey hatırlamıyordu; hafızası silinmiş gibiydi. Bir an kaçırıldığını düşündü. Kim yapabilirdi bunu? Bir roman yazarından kim ne isteyebilirdi?
Tedirgin karanlığın her yerini dolduran sesi duyduğunda iliklerine kadar titredi. Ses her yerdeydi; daha önce duyduğu seslerin hiçbirine benzemiyordu. Ne bir erkek sesi ne de bir kadın sesi. Güçlü, melodik bir sesti bu. Sesi anlamadı önce.
Zihnini sese odaklamaya karar verdi. Kontrolü ele almalıydı; duyduğu ses ne olursa olsun, içinde bulunduğu karmaşayı sadeleştiriyordu. Evet, bilmediği bir yerdeydi ve bilmediği bir ses duyuyordu. Sesin sahibinin kendisiyle bir sorunu olmalıydı. Gizemli bir yerde, karanlıkta ve bir sesle karşı karşıyaydı.
Ses, sanki zihnini toparlamasını bekliyormuş
gibi, kulaklarını doldurdu birden:
“Sen; karanlığı aydınlatamayan, yerinden
kıpırdayamayan insan, duyuyor musun?”
Ses kulaklarında değilmiş gibi, derisinde,
dilinde, gözlerinde, burnunda, tüm bedeninde duyduğu bir sesti. Duymaması
imkânsızdı. Elinde olmadan titredi, kendini cevap vermek zorunda hissetti.
Dudaklarından birdenbire fırlayan sesini tanıyamadı:
“E-evet; duyuyorum!”
Cılız, neredeyse tekrar içine çekilecek kadar
korku dolu bir sesti bu. Utandı kendinden. Cesareti, kendisini kendisi yapan
özgüveni, pervasızlığı ve bildiği diğer her şey yoktu yanında. Yapayalnızdı.
Çok iyi tanıdığını düşündüğü yalnızlıktan başka bir yalnızlıktı bu. Sese
odaklanmak istedi, ama ses duyulmuyordu. Derin bir sessizlik sarmıştı bütün
evreni. Ama ses ansızın geri geldi:
“Bir roman yazmışsın ve bu roman için
yargılanacaksın!”
Roman ve yargılanmak. Kalın seslilerin
doldurduğu iki sözcük kulaklarında yankılandı: ‘Roman ve Yargılanmak’ Çok iyi
bildiği bu sözcükler şimdi ruhunu tırmalıyordu. Demek ki; son romanı için
yargılanacaktı. Biliyordu; romanında suç unsuru yoktu. Demokratik bir ülkede
yaşıyordu ve kendi romanından çok daha zihinleri zorlayıcı romanlar
yayınlanmıştı. Bir roman yüzünden yargılanmak, kendisini ürkütse de rahatladı;
özgüveni yeniden dirildi.
“Romanı neden yazdın?”
Ses tırnaklarına kadar titretti yazarı.
Sonrasında gelen soru içine dehşet vermişti…
“Roman yazarak, hayatlar, insanlar ve olaylar
yarattığını sanarak bir Tanrı olduğunu mu iddia ettin?”
“Hayır!” demek istedi. “Sanatlarımızı
benzettim!” Sesi çıkmadı. Biliyordu; romanında kurduğu özdeşimle Tanrı’yı
kendisine indirgemiş, kendisini Tanrı yapmıştı. İçine bir çözümsüzlük
çöreklenmişti. Özgüveni tekrar kaybolmuştu. Ne diyeceğini bilmiyordu. İtiraf
edebilse, asıl kastının ne olduğunu anlatabilse, belki bir çözüm yolu
bulacaktı.
“Neden yaratıldığımı anlamak istedim!” dedi
kısık bir sesle. Elleri karanlığa doğru uzamıştı; tutunmak ister gibi, yalvarır
gibi. Bükük dizlerine direnç dolsun istedi. Yargılanıyordu; hiçbir şeyi
saklayamayacağını bildiği bu zifiri karanlıkta, ışıksızdı.
“Neden yaratıldığını sana anlatan metinler
okumadın mı? Senin
Tanrı dediğin Allah’ın ,“Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk
etsinler diye yarattım.” (Zâriyât 56
) ve “Biz, gökleri, yeri ve ikisi
arasında bulunanları hak ve hikmete uygun olarak ve belirli bir süre için
yarattık. İnkâr edenler ise, uyarıldıkları şeylerden yüz çevirmektedirler.”
(Ahkâf 3) ayetlerini okumadın mı?
“Okudum; ancak hangisinin gerçeği doğrudan
anlattığını ayırt edemedim.’ Dört Kitap’ vardı. ‘Son Kitap’tan önceki kitaplar,
hepsi parça parça gönderilmiş metinler gibi geldi”
“Hayır; biliyordun! Son Kitap, kendisinden
önceki ilk üç kitap gibi ardışık olarak önceki mesajlar değiştirildikleri,
kutsallıklarını yitirdikleri için gönderildi. Her kitap, her metin aynı
gerçeği, aynı dini anlattı. Bunu biliyordun. Gerçeği çarpıttın ve dinin sürekli
değiştiğini iddia ettin. Bunu neden yaptın?”
“Din kaynaklarından ve farklılıklardan yola
çıkarak böyle bir sonuca ulaştım. Tanrı’nın kurallarını sürekli değiştirdiği
bir oyun oynadığını düşündüm.”
“Son Kitap Kur’an’dan “Dünya hayatı ancak bir
oyun ve bir eğlencedir. Elbette ki âhiret yurdu Allah’a karşı gelmekten
sakınanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?” ((En’âm 32)
ayetini, bu oyuna delil olarak mı kullandın? “Oyun ve Eğlence’den ne kastedildiğini neden
merak etmedin?”
“Romanım için bu alıntının yeteceğini düşündüm!”
“Hayır! İnsanların kendi özgür seçimleriyle
yapageldikleri her şeyi Tanrı’nın bir oyunu gereği kaçınılmaz olarak yapılanlar
diye kabul ettirebilmek için daha fazlasına bakmak istemedin. “Bilin ki, dünya
hayatı ancak bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda karşılıklı bir övünme,
çok mal ve evlat sahibi olma yarışından ibarettir. (Nihayet hepsi yok olur
gider). Tıpkı şöyle: Bir yağmur ki, bitirdiği bitki çiftçilerin hoşuna gider.
Sonra kurumaya yüz tutar da sen onu sararmış olarak görürsün. Sonra da çer çöp
olur. Ahirette ise (dünyadaki amele göre ya) çetin bir azap ve(ya) Allah’ın
mağfiret ve rızası vardır. Dünya hayatı, aldanış metaından başka bir şey
değildir.” (Hadîd 20)
Yazar, titremeye başlamıştı. Gözleri karanlığı
görmüyor, kendi nefes alışlarına odaklanmış kulaklarını tıkıyordu. Diline ve
eline baktı. Hiçbir şey göremedi. Yoktu, kendisi yoktu. Kendi karanlığında
çırılçıplak kalmıştı.
Ses, giderek güçlenen gök gürültüsü gibi bütün
ruhunu sarıyordu:
“Oyun ve Eğlence’de yapılan karşılaştırmayı
anlamak istemedin ve Tanrı’yı suçladın. Amacın insanları Tanrı’ya karşı
kışkırtmaktı. ‘Son Kitap’, sana ve diğer insanlara her şeyi apaçık anlatıyordu,
okumadın ve okumak istemedin: “Biz yeri, göğü ve arasındakileri oyun olsun diye
yaratmadık.” (Enbiyâ 16 ) ve “Dinlerini
oyun ve eğlence edinenleri ve dünya hayatı kendilerini aldatmış olanları bırak.
Hiç kimsenin kazandığı yüzünden mahrumiyete sürüklenmemesi için Kur’an ile öğüt
ver. Yoksa ona Allah’tan başka ne bir dost vardır, ne de bir şefaatçi.
(Kurtuluşu için) her türlü fidyeyi verse de bu ondan kabul edilmez. İşte onlar
kazandıkları yüzünden helâke sürüklenmiş kimselerdir. Küfre saplanıp
kalmalarından dolayı onlara çılgınca kaynamış bir içecek ve elem dolu bir azap
vardır.” (En’âm 70) ayetlerini bu yüzden romanına almadın!”
Yazar, hiçbir şeyi saklayamayacağını biliyordu.
Sonraki soru daha da sarsıcıydı:
“Tanrı
bir roman yazarı mıdır? İnsana, yaratılmışa has bir eylem nasıl tanrısal bir
eylem olabilir?”
Yazar, romanında kullandığı benzetmede insanlar
için kurduğu özne-yüklem alışkanlıklarına kapıldığını fark etti. Sorunun
belirginleştirdiği özne-yüklem uyumsuzluğu zihnini allak bullak etmişti. Bunu
hiç düşünmediğini biliyordu. Terlediğini hissetti. Tanrı roman yazmazdı; insan
roman yazardı. Romanında günlerce emek vererek ürettiği her şeyin tek tek
sorulacağını biliyordu artık.
Uzun süren bir sessizlik oldu. Ses bu kez çok
yumuşak bir çağıltıyla geldi:
Mustafa Ege - Salı,
30/04/2013 - 23:10/ İz Etki Ekinoksları 19
SA247/ME20: “Roman, Yaratmak mıdır?”/ Sonsuz Yargı/ Bir Roman Yazarı Yargılanırken-2
SA293/ME21: “Tanrı Zıddıyla mı Vardır?” / Son Oyun/ Sonsuz Yargı/ Bir Roman Yazarı Yargılanırken-3
SA247/ME20: “Roman, Yaratmak mıdır?”/ Sonsuz Yargı/ Bir Roman Yazarı Yargılanırken-2
SA293/ME21: “Tanrı Zıddıyla mı Vardır?” / Son Oyun/ Sonsuz Yargı/ Bir Roman Yazarı Yargılanırken-3