“Ben saatlerimi saymıyorum ama... gecelerimi, hafta sonlarımı,
vicdanımın çalıştığı saatleri de sayarlar mı acaba?”
Zaman kısıtlıydı. Benden sonra gelecek olan arkadaşlarımla sonradan ‘aşılmış
süre’ sıkıntısı yaşayacağımı da biliyordum. Pazar günü dinlenen, eşi ve
çocuklarıyla yapmayı tasarladığı kahvaltısını tedirgin olmadan yapma
rahatlığını özleyen, ancak her nedense her seferinde pazar günü yapılan
toplantılarla canı sıkılan meslektaşlarımın hakları vardı. Her sınıfta on dakikalık konuşma
sürelerine uyup, işlerini yapıp çekip gitmek istiyorlardı. Hangi mesai
böylesine daimî meşguliyetle iç içeydi ki başka?
Geceler planlamaların, sınavların, ödevlerin, projelerin kurbanı, gündüzler
rengarenk ailelerden gelmiş yüzlerce gencin, hafta sonu ise bizzat ailelerin. Müdürlerin,
müdür yardımcılarının, haftalık ders programlarının ve diğer meslektaşların
kaprislerine bulaşan zamanları ise hiç saymıyorum. Sürekli değişen, farklılaşan
sistemi, iki yılda bir değişen müfredatı hazmetme/hazmettirme sıkıntısı gelip
geçen günler, haftalar, aylar; sık sık kutlanan günler, haftalar, bayramlar,
bitmeyen toplantılar, başarıyı arttırmanın yolları ve yine dudakları, tırnakları
renk renk boyalarla dolu, dişleri telli, dudakları yırtık gencecik insanlar.
Çocuklarının oturdukları sıralara oturmuşlardı ve tıpkı çocukları gibi
yüzüme bakıyorlardı. Yüzleri asık, gözleri üzgün, dudakları kapalıydı. Benden
önce gelip konuşan meslektaşlarımın söylediklerini duymuş, dinlemiş ve üzülmüşlerdi.
Çaresiz bir şekilde kıvranıyorlardı yerlerinde. Dokuzuncu sınıf öğrencisi olan
çocukları ile başları beladaydı. Ders çalışmıyorlar, geceleri uyumuyorlar,
sabahları kalkmıyorlardı. Online oyunlar sosyal medya dedikleri yapışkan dünya
ve cep telefonları.
İlk toplantıda onlara çocuklarına karışmamalarını, serbest bırakmalarını
önermiştim; uzaktan kontrol edeceklerdi. Onlarla sohbet edeceklerdi ve
derslerini hiç sormayacaklardı. Sabahları okula gitmeleri için
uyandırmayacaklar ve zorla yemek, kahvaltı vesaire gibi dayatmalarda
bulunmayacaklardı.
Kızlar ütülerini kendileri yapacak, sabah kahvaltılarını
kendileri hazırlayacak, annelerine mutfakta ve evde yardım edeceklerdi;
erkekler de ev içi teknik işlerle ilgilenecekler, fatura ödeme, alışveriş yapma,
ekmek alma gibi günlük, haftalık, aylık işlerle ilgilenerek babalarına yardım
edeceklerdi.
Çoğu şaşkınlıkla dinlemiş; bana tuhaf tuhaf bakmışlardı. Bazı anneler,
erkeklerin de yemek yapmayı öğrenmeleri gerektiğini ileri sürmüşlerse de, sakin
bir şekilde, erkeklerin doğurmayacağını ve çocuklarını beslemeyeceklerini
söylemiş, “erkekler, yani babalar gerektiğinde gece yarısı evden çıkar,
karınlarını doyururlar; çocukları için hazır yemek alır gelirler; ama anneler
çocuklarını kendi elleriyle yapacakları yemeklerle doyurmak isterler” demiştim.
“Annelerimiz en lezzetli yemekleri yaparlardı ve kızlarımız da lezzetli yemek
yapan anneleri gibi birer anne olacaklar!” diye de eklemiştim.
Gülüşmeler olmuş, itiraz sesleri kesilmişti; bana bakan anneler ve babalar
haklısın bakışlarıyla ve sempatiyle dinlemeye devam ettiler. Çocuklarının nasıl
çalışmaları gerektiğini bildiklerini, onlara bunu defalarca ve ısrarla
anlatmanın anlamsızlığını hatırlatmıştım. Ve o güne kadar yaptıkları her şeyin bu
kez tam tersini yapmalarını istiyordum.
Bakışlarıyla, sözleriyle, davranışlarıyla sürekli ders çalış diyen
annelerden ve eşleri tarafından sürekli kışkırtılan babalardan bıkmışlardı
gençler. Hiçbir şey duymak istemiyorlardı ve umursamıyorlardı. O halde
umursamalarını gerektirecek birden çok değişiklik yaşamaları gerekiyordu. Harçlıklar
çoksa yarıya inecek, azsa iki katına çıkacaktı.
İlk toplantıda söylediklerimi önemseyen anne ve babalar birkaç gün sonra
aldıkları sonucu heyecanla paylaşmak için bana gelmişlerdi; fakat biliyordum ki
çoğu yine eski alışkanlıklarını sürdüreceklerdi ve on altı yaşındaki insanları
bebekler gibi koruyacak, kollayacak ve onların nazlarına, şımarıklıklarına göz
yumarak onları bağımlı olarak yetiştirmeye devam edeceklerdi. Çocuklarının
onları birer uşak olarak gördüklerinin farkında değillerdi. Son model cep
telefonu alacak olan bir para kaynağı ya da dilediği hayat şartlarını sağlamak
zorunda olan iki kişi, iki insan. Aralarında sevgi bağı yoktu.
Gençleri ve anne-babaları
birbirinden uzaklaştırarak, hem gençlerin hem de ebeveynlerin özgürleşmelerini
istiyordum. Ancak o zaman hepsi birer birey olduklarını fark edebilirlerdi. O zaman
başarı gelebilirdi. Başarıyı arttırmanın kalıpları değişmeyecekti ve o ana kadar
yapılanların içinde bu kalıplarla ilgili zerre kadar bir durum yoktu.
Onlara göre çocukları hipertaktifti ve bütün çocuklar, herkesin kendi çocuğu,
en üstün özelliklerle donanmıştı. Çocuk en iyi sonuçları almalı, en zeki, en
sporcu, en sanatçı olmalıydı. Ama zamanla ‘ilkokulda iken matematiği çok iyiydi’
hikâyeleri, ‘ne olduysa ikinci kademede oldu’ suçlamaları ve nihayetinde çaresizliğin
kollarında sona eren çabalar. Beceriksiz ellerin ürünü, düşünemeyen, üretemeyen,
strateji geliştiremeyen bir delikanlının büyüdükçe daha zengin sorunlarla
donanacağını bilmiyorlardı. Ben onlara bir çıkış gösteriyordum. ‘En’ olmanın
bir tek yolu vardı; çalışmak.
Bir annenin prensi ya da prensesi başka bir annenin çocuğunun kralı ya da kraliçesi
olacaktı ve bütün çocuklar asilzâdeydi. Peki
uşaklar? Herkes kendi uşağı olmayı öğrenene kadar yalnızdı, başarısızdı. Onlara
bunu anlatmaya çalışmıştım. Ve söylemiştim; “Benim öğrencilerimin dershaneye,
özel derse veya başka herhangi bir ek faktöre ihtiyacı yoktur; beni
dinlesinler, anlamadıklarını sorsunlar ve soru çözsünler, çözemediklerinin
ardını bırakmasınlar. Üniversite sınavlarına da on ikinci sınıfta değil,
dokuzuncu sınıfta hazırlanmaya başlanır!”
Yormuşlardı beni çocukları; ancak sürekli çalışan, hiç dinlenmeyen
çenelerini yerinde ve zamanında kullanmayı, yerlere çöp atmamayı, sürekli bir
şeyler yiyip içmemeyi, zorunda kaldıklarında bağırarak değil, fısıldayarak
konuşmayı öğretmiştim onlara. Birbirlerini suçlamaktan, aşağılamaktan
vazgeçmişler, paylaşmayı öğrenmişlerdi. Ancak henüz onları ilköğretimden gelen
hastalıklarından arındıramamıştım.
Haftada iki saat, geometri derslerinde birlikte oluyorduk onlarla. Sınavdan
bir gün önce çalışıyorlar ve defterdeki örnekleri ezberleyip geliyorlardı.
Doğal olarak aldıkları sonuçlar berbattı. Günlük ve planlı çalışma
alışkanlıkları hiç yoktu ve sınav sorularım yoruma ve bilgiye dayalıydı, ezbere
değil.
Şimdi karşımda yorgun ve umutsuz gözler vardı. “Canınız sıkkın değil mi?”
dedim gülümseyerek. Hepsi birdenbire rahatlayıp gülümsediler. “Bırakın,
kalacaklarsa kalsınlar sınıfta!” dedim. Gözleri büyüdü hemen; ben teknik bir
rahatlıkla devam ettim: “Siz kalmayacaksınız sınıfta, onlar kalacak,
endişelenmeyin, bırakın onlar endişelensin!”
Çocuklarının takdir veya teşekkür belgesi almalarından çok daha azına
razılardı; ‘Kalmasın yeter!’ Onların bilmedikleri, ama benim bildiğim bir şey
vardı. Gençlerin hepsi istedikleri anda bütün başarısız sonuçlarını başarılı
sonuçlara dönüştürecek kadar uyanık ve akıllıydılar. O güne dek buldukları
suçlularla anne ve babalarını aldatmışlardı; ancak artık kaçacakları yer
kalmamıştı.
Doktorlar, öğretmenler, subaylar, polisler, avukatlar, serbest meslek erbabı insanlar,
işçiler, emekliler ve anneler hepsi orada, bütün meslekî kariyerlerinden arınmış
tedirgin birer insandı; anneydi, babaydı. Hastane kapılarında, asker yolunda,
düğün yerlerinde baktıkları gibi insanca kaygılarla bakıyorlardı. Ve ben de onlara
çocuklarını, bir baba gibi anlatıyordum. Bu çocuklar onların hatalarından
dolayı böyleydi.
Yine süremi aşıp çıktığımda, üzülmüştüm, onları üzgün ve kırgın gördüğüm
için. Ama biliyordum, yıl sonunda o güne dek ektiğim tohumların sonuçlarını
birer birer görecekler ve gülümseyeceklerdi. İşimi seviyordum çünkü.
Bir hafta sonum yine çalışarak geçmişti. Saatleri sayma enstitüsü
kurulmuştu ya hani Başbakanlıkta?… Ben saatlerimi saymıyorum ama... gecelerimi, hafta sonlarımı, vicdanımın çalıştığı
saatleri de sayarlar mı acaba?