Türkiye, 31 Mayıs 2013'te yine küresel ve yerel unsurlar eliyle Taksim'de kaosa sürüklenmek istendi.
Neocon-Ergenekon damar irin akıtmaya devam ediyor.
31 Mart Vahşeti tekrarlanıyor.
31 Mart Vahşeti tekrarlanıyor.
Bizler, Dünya’nın geldiği zamanın kesif bu aralığında bir dönüşüm sürecinin evrelerini Türkiye’de basamak basamak yaşayan insanlarız. Bulunduğumuz basamaklar da her birimizi yetkin ve haklı çıkaracak perspektifler edinebildiğimiz basamaklardır. Görünürde bir kaosa hizmet eder gibi duran basamaklarımızda ürettiğimiz düşüncelerin her biri içinde bulunduğumuz dönüşüm sürecinin kalitesine olumlu katkılar sağlayacak, dönüşümü zengin içeriklerle besleyecektir.
Kim ne derse desin Türkiye’de yaşayan insanlar, yaşlı kürenin diğer topraklarında yaşayan insanlara oranla daha nesnel, daha hoşgörülü ve daha iyimser olmakla tavsif edilebilirler. Son dönem Osmanlı ve ilk dönem Cumhuriyet mirâsının zihinlere zerkettiği ‘aşağılık kompleksi’nin yerini hızla haklı ve onurlu duruşlara, düşüncelere terk ettiğini müşâhâde etmekteyiz. Zikredilen duruş ve düşüncelerin üzerinde konumlandığı zemin, gerçekte ‘kafası karışık’ bir yığın düşünce eylemcisinin bilerek veya bilmeyerek katkıda bulunduğu bir eserdir. Eserdir, çünkü; aşağılık kompleksi can acıtıcı tırmıklarıyla bizlerden bir ve iki önceki kuşağı, bütün güçleri ve samimiyetleriyle hakikati aramaya yöneltmiştir.
Onların hakikâtı arayış serüveninde yaşadıkları her bir deneyim bizlere miras olarak bırakılmış ve bu eser bu mirâs’ın her bir acısını, heyecanını ve samimiyetini bizlere ulaştırmak üzere kendi içinde derlemiş ve bizlere sunmuştur. Bizler bu nadasa bırakılmış bu verimli zeminde/eserde tırnaklarımız sökülmeden, zindanların rutubetli karanlıklarında çürümeden ve darağaçlarında sallanmadan okuma ve düşünme ve daha sonra düşündüklerimizi paylaşma fırsatı bulabilmişiz.
Birbirini öldürecek kadar düşman kuşakların bizlere verdikleri ders hoş görme ve yaşatma dersidir. Hor görmeyle ve köylülükle başlayan çukur edebiyatı, hor görülemez sağlamlıkta bir ülke oluşturmaya çalışan insanların tırnaklarıyla kazıyarak geldikleri yerleri anlamaya ve dahi anlatmaya mecbur bırakılmıştır.
Türkiye toprağında yaşayan yüzlerce, hatta binlerce insan, ihtilalci Fransa’da, Reformcu ve Rönesansçı Hıristiyan aleminde, kibirli ve sömürgeci İngiltere’de, yayılmacı Rusya’da, mekanik ve kaba Almanya’da, katliamcı ve darbeci Amerika’da, tarihin en acımasız yönetiminin yaşadığı Çin’den, kastlarla insanlık onurunu ayaklar altına alan Hindistan’da, Peygamber’in maddi mirâsına sahip çıkıp getirdiği dinin emrettiğinin tersine müşriklerle ve ehl-i kitapla dostluklar kurup onları zenginleştiren Arap Ülkeleri’nde ve kendi tarihi mirâsına emperyal kavanoz dibinden bakarak kendisini hak ettiği yere gitmekten alıkoyan İran’da yaşayan insanlardan daha fazla düşünmekte ve üretmektedir.
Yanlış anlaşılmasın yaptığımız şey ‘ülke narsizmi’nin dile getirildiği sürreel bir şizofrenik tepkinin tezahürü değildir. Bu sadece geçmişte yaşayanların bizlere bıraktığı mirâs’ta bulduklarımızın bize kazandırdığı bir elbisedir; biz bu elbiseden bahsediyoruz. Biz bu elbisenin tertemiz olduğunu da iddia etmiyoruz. Biz bize bırakılan elbisenin kirli olduğunu biliyoruz. Yine biliyoruz ki; yıkayabileceğimiz bir elbisemiz var. Yakın gelecekte bu elbiseyi tamamen temizleyip tüm insanlığın sırtına giydirmeye çalışacağımıza inanıyoruz.
İnsanın genlerine yerleştirilmiş olan aşağılık duygulardan ve vahşetten âri olduğumuzu da düşünmüyoruz. Ama diyoruz ki; her türlü kirli organizasyona rağmen içimizdeki aşağılık duyguların ve vahşetin ‘farkındayız’. Farkında olduklarımız, bizi farkında olmadığımız çirkinliklere ve kötülüklere bulaşmaktan alıkoyuyor. Taşkınlıklarımızı doğmadan önlüyor; sözlerimizin -şimdilik incitseler de- kine bulaştırıp her öğünde zihnimize aş olarak sunulmasına mâni oluyorlar.
Geçmişin kötülüklerine mirâsçı olanlarımız da var. Ellerinde bulunanları teknoloji marifetiyle daha da çirkinleştirenlerin varlığı, temiz düşüncelerimizin güçlenmesi gerektiği söylemine yarıyor. Kendimize gerekçeler bulup düşünüyor ve paylaşıyoruz. Her bir belâ bizim için şahlandırıcı kamçıya dönüşüyor. Karanlığın önüne çıktığımızda ellerimizde emek verilmiş eserlerin ışığı sancaklanmış oluyor. Topraklarımızın her karışında insanı ezen ve bir sümüklü böceğe dönüştüren törelere karşı, dayatmacı ve hükmedici modern örümcek kafalılara karşı, solculuğa, sağcılığa ve ayrılıkçı her türlü fikre cemaate, sivil toplum örgütüne ve gruba karşı, çalışanlarının haklarını gasbeden işverenlere ve sendikalara karşı, hukuku ayaklar altına alan eski-yeni hukukçulara karşı, kendi insanını postallarının çamuruyla dezenfekte edip tanklarının paletleriyle ‘balans ayarına’ mahkum eden cuntacı subaylara karşı, mideleri bulandırdıktan sonra zihinleri iğdiş edip köle devşiren yazar, çizer ve konuşur papağanlara karşı ve nihâyetin de sınır aşırı güçlerin uşağı olan siyâsetçi ve bürokratlara karşı ellerimizdeki tüm imkânları kullanarak ayağa kalkıyoruz.
Okuyoruz, dinliyoruz, tâkibediyoruz, düşünüyoruz ve yazıyoruz. Bizler kıstasların tümüne bakıp tümünün içinden bizler için ‘tam tekmil’ hâle getirilmiş olan mübârek Kur’an’dan anlayabildiğimiz kadarını anlamayı başarabiliyoruz. Anlayabildiklerimiz bizi gözetiyor, ilerletiyor ve farklılaştırıyor. Bizler Türkiye’den Dünya’nın her yerine kolaylıkla ulaşabiliyor ve elimizin, zihnimizin değdiği her şeyi insanlara kendi dilleriyle ve elleriyle aktarabiliyoruz. Bunu başarabiliyoruz.
Batı, Avrupa Birliği diyoruz, gölgelerde dönen dolapların kapağını açıp kapatarak insanların kulaklarına ve gözlerine sürülmüş uyuşukluğa kasırga sürüklüyoruz. Yetişmiş insan kıtlığı yaşayan zengin İskandinav ülkelerinden davet alan insanlarımızın yerlerinde sabit kaldıklarını ve artık kanalizasyonlarda, inşaatlarda ve fabrikalarda Avrupa’dan alacakları paraya hizmet etmeyeceklerini öğreniyoruz.
Bize hizmet etmekle mükellef olan seçilmişlere ve atanmış olan vali’ye, kaymakam’a, kışla haricinde asker’e, doktor’a, polis’e, öğretmen’e, belediyeci’ye, hâkim’e, savcı’ya, avukat’a, bankacı’ya şartsız/şeksiz düğme iliklemiyoruz. Sesimiz, geçmişte sesleri çıktığı için canları çıkarılanların ve çocuklarımızın hatırına gür çıkıyor. Oylarımız elinde ve belinde silahla kan kusturanların karşısında dilsiz iblis’in oyuncağı olmuyor.
Bizler ölümden, vahşetten, entrikalardan ve cinsel sapkınlıklardan başka bir şey olmayan son dönem batı kültürüne ait kitapları, dergileri, ekran gösterilerinin müşterileri değiliz. İçimizden müşteri çıkanların sayıları hızla azalıyor; sapkınlıklara hizmet eden ürünleri imal eden şirketlerin kuyruklarının açıldıkları ve kapandıklar zamanlar fark edilmiyor. Belki benzerlerini ve daha iyisini yapanlarımız da var. Ama Türkiye’nin insanları artık 30 yıl önceki gibi her türlü aşırılığa aç değil. Yüz yıl öncekiler gibi kendilerini aşağılıyor değil. Şarkı yarışmasında bizleri dansöz kıyafetli bir kadın şarkıcı yabancı bir dille temsil ediyor olsa da, bunun bir aldatmaca olduğunu içerideki bizler biliyoruz, dışarıdaki diğerleri de biliyor.
Biz bu ülkede Türkiye’de yaşayanlar, artık Dünya’yı değiştirebileceğimizi biliyoruz. “Dünya için Türkiye” diyoruz.
Seçkin Deniz, -19.06.2009, Sistematik Analizler 94