“Çocuk, siz ona ne
yazarsanız büyüdüğünde onu okur.”
Toprak rengi cildini
görünce gözleri sevinçle aydınlandı. Ben kitabı sola yatırıp kapağı açtığımda ve bembeyaz ilk sayfaya onun adını yazmaya
başladığımda, sağ göz açımın kenarında duran onun çok heyecanlı olduğunu
görüyordum. Adını ve ona bu kitabı neden hediye ettiğimi yazdım. Günün
tarihini, adımı, soyadımı da ekledikten sonra imzamı attım.
“Ben de imzalayacağım!” dedi, tamam dedim; imzaladı ağır ağır, imzasına estetik bir görüntü vermek için çabalayarak. Elif-Bâ’dan Kur’an’a geçmişti, sekiz yaşındaki en küçük oğlum ve ben bu anı tarihsel bir değere dönüştürmek, onun zihninde kalıcı hâle getirmek istiyordum. Hatırâ kalacaktı ona bu an.Hiç unutmayacaktı. Anlatacaktı ömür boyu: ”Kur’an’a geçtiğimde babam bana bu Kur’an’ı almıştı”
Geçen hafta perşembe günü
eve elinde sımsıkı tuttuğu bir Kur’an’la gelmişti. Öncesinde gittiği camiden
ona elif-bâ vermişlerdi. Harfleri evde yaptığımız egzersizlerden tanıyordu…
Azimle çalışmış arkadaşlarından önce Kur’an okumaya geçmişti; arada
arkadaşlarına ders de veriyordu uyanık. Elindeki Kur’an’ın arasından
birkaç düğün resmi çıkınca şaşırmıştık.
Muhtemelen camiye hediye olarak verilen Kur’an’lardan biriydi. Fotoğrafları
ayırdık ve götürüp İmam’a vermesini istedik.
Kur’an biraz
yıpranmıştı, ama ona hediye edilmişti. Evde ona yakın Kur’an vardı, ama ona “Senin
için yeni bir Kur’an alalım, oğlum, sen de bu Kur’an’ı camiye bırak, ihtiyacı
olan çocuklara versinler!” dedim. Kabul etmedi. Birkaç gün sonra mavi kapaklı
bir Kur’an’la geldi; değiştirmişti. Ama bu kez cildinde yıpranmalar vardı
getirdiği Kur’an’ın. Yıpranmış yeri gösterdim, “Bir şey olmaz baba!” dedi, “Yapıştırırım!”
O Kur’an’dan aldığı anlamı korumak istiyordu; biliyordum.
Gündüz Alfabe’deydim
onun için. Yeni bir Kur’an alacaktım.
Ali’ye ve Mehmet’e Kur’an’ları göstermelerini söyledim. Tek tek baktım
hepsine. Bir tanesini seçtim. Kur’an’ların tümü, kaliteli ciltlere ve
yapraklara sahipti. Seçtiğim Kur’an, tecvitli okumalar için ilgili harfleri
uygun renklerle yazılmış olan bir Kur’an’dı. Son sayfalarında Diyanet İşleri
Mushaf Kurulu’nun mührü de vardı.
Eve geldiğimde yoktu.
Sitenin bahçesinde top oynuyordu. Birazdan kapı çaldığında, yanında bir
arkadaşı vardı. Kapıyı ben açmıştım, hediyesinden bahsetmek için. Su istediler
benden… İkisine de birer bardak su verdim ve tekrar bahçeye indiler. “Sana Kur’an
aldım oğlum!” dedim o asansöre doğru yürürken; bana baktı ve kafasını salladı
sadece…
Babam ilk
öğretmenimdi. On yaşımda Kur’an’ı hatmedersem bana saat alacağını söylemişti. Hatmettim.
Vialux marka saat aldı bana… yıllarca kullandım. Saatler pahalıydı o zaman ve
her çocuğun saat alma imkanı yoktu. Hatırası vardı o ânın. Unutmuyordum hiç.
Oğlumun da unutmasını istemiyordum.
Eve geldiğinde imza
merasimine geçtik. Bana tecvidin ne olduğunu sordu. Anlattım ona biraz… nasılsa
geçecekti tecvidli okumaya. Kur’an’ı camiye götüreceğini söyledi. Mavi ciltli
Kur’an’ı da iade edecekti.
Cami’den edindiği
arkadaşlarıyla bahçede oynuyor, onlarla birlikte kapıya geliyor, içecek, kraker,
çikolata alıp gidiyorlardı. Su için komşularımızın bahçesine dalar, ağzımızı
musluklara dayar, kana kana içerdik. Mahalle
bizimdi; her yer, her ev özgürce girip çıktığımız arkadaşlarımızın eviydi. O günleri
hatırladım. Ama şimdi su içmek için oyunu bırakıyor eve geliyorlardı. Üzüldüm biraz;
oyun o kadar tatlıydı ki o anların bölünmesinden dolayı hüzünlenmiştim.
Çocuk, siz ona ne
yazarsanız büyüdüğünde onu okur. Dünya’da insanı koruyacak olan en önemli şey
de terbiyedir. Onu da anne baba verir; çevre verir, okul verir… Ama aile
terbiyesini bozacak güç henüz dünyaya hükmedememiştir. İşte aile bu yüzden önemlidir, aileye düşman olanların sebebi de sadece budur. Avrupa Birliğinde
çocukların yarısı bir ailede doğmuyor, bir aile korunağından uzak. Ve bu yüzden
ahlak derinlemesine büyük bir çürümeyle karşı karşıya. Hayat çekilmez halde.
Babalar ve oğulları,
analar ve oğulları ve kızları bir huzur kanalında yaşamalılar. Kavgalar,
anlaşmazlıklar hep olacak, ama terbiye hiç değişmedi, değişmeyecek de. Her şeyden önemli olan annelerin ve babaların
çocuklarına bırakacağı hâtırâ anları
olmalı unutulmayan… İnsan sevdiğine başka ne verebilir ki ânlardan başka?
En küçük oğlumu camiye
ilk götürdüğümde, henüz iki yaşındaydı; kendisi istemişti gelmeyi. Asma kata
çıkmıştık o Cuma günü. Kimseyi rahatsız etmek istememiştim. Biz namaz kılarken,
o bazen bize uyuyor, bazen de namazı bırakıp insanları seyrediyor; büyük
avizeyi, mihrabı, minberi ve kürsüyü inceliyordu. Bez vardı pantolonunun altında.
Ve şimdi camiye koşa koşa gidiyor. Abileri onun kadar heyecanlı değiller camiye giderken. Çünkü;
onlar onun kadar erken camiye gidemediler; zamanım uygun değildi. Fakat yine de
cami onlar için de bir arınma mekanı.
Camilerimiz kiliselere
ya da sinagoglara benzemiyor; sıcak, yaşayan ve umut veren yerler onlar.
Umudumuzu diri tutmamızı sağlayan yerler. Çoğumuz uzak kalmayı seçsek de huzur
duyduğumuz tek yer cami. Babam yaşıyor olsaydı, muhtemelen elini tutarak onu
camiye götürecek ve kendi çocukluğunu hatırlayacaktı. Anlatırdı bize; Cuma günleri
kar, kış varken duş alır, en temiz
kıyafetlerini giyer, tırnaklarını keser ve camiye gidermiş çocukken. Ömrü camide
geçti...
Geride kalan elbette tatlı bir hüzünle yoğrulu tebessümdür
bu gibi ânlarda. İnsanı arındıran, yeniden bakmasına yarayan bir hüzün.