“Sorun şu; son mesaj (Kur’an) bize
kendimizin ve kendimiz olmayanın, yani tarafların isimlerini ve konumlarını
vermiş midir, vermemiş midir?”
Kimi savlar, üzerinde düşünülmek yerine, kimin söylemiş
olduğu vurgulanarak, “Madem O söylemiş, öyle ise vardır bir hikmeti!” çıkışıyla
düşünmenin önü kesilir ya da “ Madem O söylemiş, öyle ise el hak O öyledir, sen
kimsin ki O’nun söylediklerini anlayıp da aklıma yatmıyor diyebilesin?” denerek
düşünmeye kalkışan hor görü sağanağında boğmaya kalkışılır; boğulur hatta.
Söyleyenin kimliği yönünde söylediklerinin,
isimlendirmelerinin, adlandırmalarının hilafını gerektirici bir takım sorular
sormaya kalkışanın ölümlerden ölüm beğenmesi, sürgünlerden sürgün beğenmesi
almaşık olarak konur önüne. Oysa nihayet buna yeltenen kişi de kendisini var
olduğu bu evrende var etmenin gayreti, arayışı içindedir. Bunu da kendini ve
çevresini, kendini içinde bulduğu evreni tanımaya, yani adlandırmaya kalkışarak
yapacaktır.
Kuşkusuz, insan bir ad vererek, bir şeyi isimlendirerek onun
kendindeki eksikliğini giderir. Ad vermenin, isimlendirmenin bütün esprisi
budur. Ad vererek, isimlendirerek onu bende var ederim. O bende bir ada
kavuşmadan önce yoktur. Eksiktir.
Adı olmayan “şey”den bahsetmenin, ismi olmayanı anlatmanın muhal olduğunu söylemek fazlalık olsa da biz muhal olduğu yargısını dillendirelim. Madem bir “şey” bir ada kavuşmadıkça -kendinde var olan olması, bizatihi var olan olması bu hakikati değiştirmez- bizde yoktur, bizde eksiktir; öyle ise ad vermenin, isimlendirmenin titizlikle yerine getirilmesi zorunludur. Bu titizliğe Hz. Adem’in meleklere üstün kılınmasında “ Ademe isimleri öğrettik..” açıklamasıyla vurgu yapılmaktadır. Adem olmak için, halife olmak için isimleri bilmek gerek, isimlendirebilmek gerek, isimlendirme yetisini kullanabilmek gerek.
Adı olmayan “şey”den bahsetmenin, ismi olmayanı anlatmanın muhal olduğunu söylemek fazlalık olsa da biz muhal olduğu yargısını dillendirelim. Madem bir “şey” bir ada kavuşmadıkça -kendinde var olan olması, bizatihi var olan olması bu hakikati değiştirmez- bizde yoktur, bizde eksiktir; öyle ise ad vermenin, isimlendirmenin titizlikle yerine getirilmesi zorunludur. Bu titizliğe Hz. Adem’in meleklere üstün kılınmasında “ Ademe isimleri öğrettik..” açıklamasıyla vurgu yapılmaktadır. Adem olmak için, halife olmak için isimleri bilmek gerek, isimlendirebilmek gerek, isimlendirme yetisini kullanabilmek gerek.
İsimler, onlara yüklediğimiz anlamlar bize içinde yaşadığımız
dünyanın duyumsanmasında aracılık ederler. Hem kendimizi, hem içinde
bulunduğumuz evreni anlama ve anlatmada ve böylece kendimizi var etmede
isimlendirmenin önemi kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.
Evreni ve kendimizi var ederken muhtaç olduğumuz isimlerin
bir kökeni olması da bu açıdan zorunludur. Duyumlarımızı, duyumsayışlarımızı
temellendireceğimiz bu kökendir. Ya kendimizi ve evreni bir rastlantı sonucu
oluşmuş bir varlık olarak değerlendirecek ve isimlendirmelerimizi ona göre
yapacak böylece eksikliklerimizi, eksikliğimizi gidereceğiz ya da vahyi temel
alarak kendimizi ve içinde bulunduğumuz evreni isimlendireceğiz, isimlendirerek bir anlam katacağız. Duyu ve
duyumsayışlarımızı ve tavır alışlarımızı buna göre oluşturacağız. Kendimizi
vahyin doğrultusunda var edeceğiz.
Vahyin dışında kalındığında isimlendirmenin, anlamlandırmanın
göreceliği mutlaktır. Çünkü o isimlendirmeler, anlamlandırmalar sanılara, heva
ve heveslere göre şekil alacaktır. Nihayetinde burada ölçü insan tekidir.
Öyle ki, her insan tekininin kendince bir evren duyu ve
duyumsayışının sonucu, evrenin öyle olmadığını kanıtlayacak ussal kanıtlar
ileri sürmesiyle, öyle olduğuna ilişkin ussal kanıtlar sürmesi ve ötekinin
yargısının evrenin nesnesiyle örtüşmezliği savı birbirine müsavidir. Vahiysiz
bir var edene inananın ussal kanıtları da bu bağlamda aynı yazgıyı paylaşır. Ve
var edeni kendileştirir. Var edeni kendileştirdiğinde kendi eksikliklerini de
var edende görür ve var edenin eksikliklerini kendi usunca tamamlar. Tamamlama
eyleminde bulunur. Tamamladığını sanır.
Bu sanıyı Kur’an’ı Kerim Araf suresi 71. ayette şöyle
zikrediyor: “(Hûd) dedi ki: "Artık size Rabbinizden bir azap ve bir hışım
inmiştir. Haklarında Allah'ın hiç bir delil indirmediği, sadece sizin ve
atalarınızın taktığı kuru isimler hususunda benimle tartışıyor musunuz?
Bekleyin öyleyse, şüphesiz ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim!”
Vahyi kendine temel alan ise vahyin doğrultusunda duyu ve
duyumsayışını temellendirir. Ve bu temel üzere tavrını belirler. Vahyi iletenin
(Peygamberler) bildirdiği temel isimlere, kavramlara yeni anlamlar yükler. Bunu
yaparken kavramların, isimlerin eksikliği gibi bir inanç, duygu asla gönlüne
düşmez.
Gönlüne düşse bile onun lânetullah’ın bir vesvesesi olduğunu
bilir ve ona göre tedbirini alır. Kendinde eksik olanı tamamlama ameliyesinde
“vahyin bildirdiği isimler ve kavramlarda eksiklik görme” gibi bir halet-i
ruhiyeye düşmeyecek, kendinde yer etmesi, anlam kazanması için yeni açılımlarda
bulunurken ‘vahyin kavramlaştırma ve isimlendirmeleri’nin olduğu yerde kendi
heva ve hevesince o kavram ve isimleri değiştiremeyeceği bilgisini de kalbine
ve kafasına kazıyacaktır.
Kalbine ve kafasına vahyin isimlerini kazımayan da kendi heva
ve hevesine uymanın kolaylığını yaşayacaktır. Ve bu kolaycılığın onu
düşüreceği, düşürdüğü şaşkınlığı ne denli zeki olursa olsun göremeyecek,
ayrımsayamayacaktır.
Ki; bu durum sık sık düşün dünyasında karşımıza çıkmaktadır.
Nice zeki düşünürler, Vahyin bize seçtiğini bildirdiği adlar, kavramlar yerine
çağın egemen anlayışlarınca -moda diyebileceğimiz- ortaya atılan adları,
kavramları kullanma gereği duymakta, böylece kendilerini var etme yolunu
tutmaktadır.
Özellikle yeryüzünde soluk alan taraflara, aidiyetlere
verilen adlar bağlamında girişilen bu eylem kanaatimizce ayrımında olmadan
çağın egemen anlayışları karşısında yenilginin bir itirafı olmaktadır.
Yenilginin bertaraf edilmesi için geliştirilmeye, olgunlaştırılmaya çalışılan
bu yaklaşımlar vahyi bilinçten uzaklaşıldığının apaçık birer postulatı
durumundadır.
Sorun şu; son mesaj (Kur’an) bize kendimizin ve kendimiz
olmayanın, yani tarafların isimlerini ve konumlarını vermiş midir? Vermemiş
midir? Vahiy bize (insana) tarafların ismini vermiştir. Konumlarını
belirlemiştir. Mümin-münafık, Hizbullah-hizbuşşeytan, mustazaf-müstekbir vb.
Bir de genel bir adlandırma yapmıştır. O da Müslim-Müşrik.
Ve Kur’an bize, yani vahyi kendine temel aldığını
söyleyenlere “Müslüman” ismini verdiğini beyan etmektedir: “Allah uğrunda gerektiği gibi cihad edin.
Sizi o seçmiş, babanız İbrahim'in yolu olan dinde sizin için bir zorluk
kılmamıştır. Daha önce ve Kur'ân'da,
Peygamberin size şahid olması, sizin de insanlara şahid olmanız için, size MÜSLÜMAN
adını veren O'dur. Artık namaz kılın, zekat verin, Allah'a sarılın. O sizin
sahibinizdir. O ne güzel sahip ve ne güzel yardımcıdır!” (Hac: 78)
Burada vahyi kendine temel alanın yapacağı şey bu ismi
kendinde anlamlandırmaktır. Kendinde onu yeniden var etmektir. Onun -Müslüman-
yerine kendince isim ikamesi -herhangi bir ırkı, bir sınıfı tesmiye eden adı
seçmek- vahyi kendinde meczetmemişlerin yaşadıkları bir çelişkidir. Arafta
olduklarını bile ayrımsayamamışlardır.
Vahyin bildirdikleri, vahyin seçtikleri isimler, adlar birer
heva ve heves sonucu değildir ki, değiştirmeye, değişmeye müsait olsun.
Değildir diyen, dediği halde var olan, bildirilen isimleri, kavramları değiştirmeye
kalkışıyor ise yeniden tanımlamakla, ikame etmenin aynı şeyler olmadığının
ayrımında olmadığına bir işaret değil midir? Kanaatimce evet işarettir.
Cemal Çalık, 17.07.2013, Konuk
Yazarlar, Sonsuz Ark