Sonsuz Yargı/ Bir Roman
Yazarı Yargılanırken-3
Soru romanındaki karmaşayla çatışarak büyüdü düşüncelerinde:
Şeytan’ı kötülüğün Tanrı’yı iyiliğin temsilcisi
olarak konumlarken sıradan bir
kolaycılığa başvurduğunu hatırladı. Şeytan olmasaydı Tanrı var olurdu, çünkü
şeytanı yaratan Tanrı’ydı. O halde şeytan Tanrı’nın zıddı olamazdı. Kadın-erkek,
iyilik-kötülük, siyah-beyaz, gece-gündüz zıtlıkların körelmiş netliğinde,
varlıksal olarak sorguya gerek
duyulmayacak kadar zıtlardı. Ama Tanrı, hayır; o zıddıyla var olmak zorunda
değildi.
Düşünürken gömüldüğü sessizliği çok uzun sürdü.
Düşünürken gömüldüğü sessizliği çok uzun sürdü.
“Hangi
Tanrı’yı kastediyordun romanında? Neden karıştırdın
Kur’an’ın Tanrısı Allah’ı, köhne yalanların tanrılarına? Neden insanlara Allah’ın hem iyi hem de kötü olabileceğini
düşündürttün? “... Bilesiniz ki, yaratmak da emretmek de O'na mahsustur. Âlemlerin Rabbi Allah ne yücedir!”(Araf 54) diyor Allah. Hint, Mısır, Pers, Yunan, Roma, İskandinav tanrılarını mı kastediyordun, birbirlerinin zıddıyla var kıldığınızı zannettiğiniz yanılgılar dünyasında? Bunu hiç düşünmedin mi? İyilik ve kötülük yaratılanlara ait değil midir?”
Yazar
itiraz etti:
“Tanrı
kavramı insanlık mirasında çok karışık. Biz Tanrı’yı görmüyoruz, görmediğimiz
için de sandığımız bir tanrı tanımı
yapmak istiyoruz. Bunun sorumlusu da bize kendisini göstermeyen Tanrı değil
midir?”
Ses
taviz vermeyen bir netlikte bütün vücuduna doldu yine:
“Yalan
söylüyorsun; yalan söylediğinin de
farkındasın. Tanrı’yı görebilir olsaydınız, tanrı tanrı mı olurdu? Zamana ve
mekâna mahkum olan bir tanrıyı düşünebiliyor olmanız, kendinizle ve tüm
tanımlarınızla çelişiyor olmanız demek,
bunu çok iyi biliyorsun. Yazdığın romanın birden fazla yazarı olamayacağını çok
iyi bildiğin halde, birden fazla tanrı olabileceğini nasıl düşünüyorsun? Tasarımlarınız çatışmayacak mıydı, başka bir
yazar olsaydı seninle birlikte? Okuyucularının senin varlığını görmemiş
olmaları mümkün, bu senin olmadığını ya da birden fazla sen olduğunu iddia
etmelerini gerektirir mi? Elinizde yazarını görmediğiniz yüzlerce kitap var;
ancak eserini gördüğünüzde yazarın da var olduğunu biliyorsunuz. Evren ve içindekiler senin için eser olma
özelliğine sahip değil midir? Tanrı’yı görmen gerekir mi? Bir romanın
birbirinin zıddı iki yazar tarafından yazılmayacağını bildiğin halde, sen basit
bir yaratılmış olmana rağmen, romanında iyiliği ve kötülüğü tasarlayarak kahramanlarının iradelerini de
sınırladığın halde kendinin zıddını düşünmüyorsun. Ancak romanında iyi Tanrı-kötü
Tanrı ikiliği ile insanları kışkırtıyorsun. Neden?”
Yazar
cevap vermek istemedi: “Tanrı Yanılgısı,
yalnızca benim ürettiğim bir şey değil” dedi fısıldar gibi.
Karanlığın tanımlanamaz belirsizliği yeniden esnedi:
“Tanrı’yı
yargılıyorsun, kendinle benzeştiriyorsun. Kendinle ilgili her türlü kötülüğü
ona yüklüyorsun, bunu yapabildiğine göre nasıl onu suçlayabiliyorsun? İyilik ve
kötülük yapmak senin elinde iken, iyiler ve kötülerle birlikte yaşıyorken nasıl
bir tanrısal roman kurgusundan bahsedebiliyorsun? Tanrı’yı nasıl kendi zavallı
seviyene indirgeyebiliyorsun? İndirgeyebildiğine göre, özgür değil misin? Tanrı
sana bunu yapabilmen için izin verir mi? Romanlarında oluşturduğun karakterler,
bunu sana yapabilirler mi? İzin verir misin? Senin seçimlerinle, romanındaki
kahramanlarının seçimi benzer mi? "Acaba onlar herhangi bir yaratıcı olmadan
mı yaratıldılar? Yoksa kendileri mi yaratıcıdırlar?"(Tûr 35) ayetini
okumadın mı?” Kendi incelikten yoksun dilini Tanrısal dille
nasıl karşılaştırabiliyorsun? Kendini
Tanrı’yla denk mi tutuyorsun, başlattığın ve bitirdiğin sayfaların içine tıkalı
bir hikâyeyle? Kahramanların, sen sonsuzdan etkilenip sonsuzu etkileyebildiğin
için sonsuzu etkileyecekler; sen de bundan sorumlu olacaksın!”
Yazarın bütün direnç noktaları tek tek
çürüyordu, ama ses durmuyordu:
“Romanının kahramanlarının senin bilmediğin bir
geçmişi ve roman bittikten sonra yaşayacakları bir geleceği var mı? Kahramanların,
onların düşünceleri, davranışları romanını okuyan insanları ve onların
etkileşim içinde oldukları, olacakları diğer insanları sonsuza kadar etkileyecek,
bunun farkında mısın? Senin düşüncelerin
sayısını asla bilemeyeceğin insanı etkileyecek ve sen bu etkiden dolayı sorumlu
olacaksın… Seninle beraber Tanrı’yı yargılamak ve insana indirgemek gibi büyük
bir küstahlıkla yaşayacaklar. Bunun bedelini ödemeye hazır mısın?
Romanın en tehlikeli kışkırtısına ve
değersizleştirme girişimlerinden birine temas etti ses… Cami’de kıyılan nikahın
ve ahlakın algılatılma biçimini sert bir
şekilde sorguluyordu:
“İmam nikahıyla alay ediyorsun? İmam nikahı diye
bir nikah yok. Ancak sen var sanrısıyla nikahın meşruiyetine saldırıda
bulunarak, insanların masumiyet alanını yok etmeye niyet ediyorsun? İnsanların
evlilikle buldukları saflığı, arınmışlığı kirletiyorsun. Kötülüğü yayarak,
iyiliğe, sevgiye, merhamete düşmanlık ediyorsun.. Kötülüğü yüceltiyorsun; bedenini para karşılığı
kullandıran bir kadını aklıyor, ona karşılıksız para vererek, iyilik yaparak
kendini tatmin ediyorsun.”
Sonrası arkası kesilmez gibi görünen tesbitler
sağanağıydı. Kaçamıyordu, ses kıskıvrak
yakalamıştı içindeki kötü niyeti:
“Ahlaksızlığı yaymak, ahlakı Tanrı’nın
yasakladığı sınıra doğru sürüklemek için kahramanlarına her türlü cinsel
seviyesizliği aşılıyorsun. Teyze- yeğen arasındaki saygın merhameti bozuyor,
insanların zihinlerini sefil duygularla meşgul ediyorsun. İnsanların
dünyalarına giriyor, hırsızlık yapıyorsun ve bunu teşvik ediyorsun. Tecessüsü
normalleştiriyorsun.”
Ses uzun bir süre kesildi. Zaman ve mekândan
uzak bir boşlukta sallanıyordu yazar… Buradan çıkmak gitmek istiyordu, bu anı,
romanını unutmak ya da doğmamış olmak.
“Tanrı her şeyi bilir. Sen Tanrı’nın nasıl
bildiğini kavrayamazsın. Senin düne, bugüne ve yarına bağlı cehalet-bilgi
mücadelen, Tanrı için geçerli değildir.
Romanının ne kadar basit, ilkel bir zaman döngüsü olduğunu bile
anlayamadığın halde evrene dokunan bir saygısızlık yapabiliyorsun. Tanrı’nın
her şeyi bilmesi insanın özgür tercihlerini sınırlamaz. Tanrı bildiği şeyleri,
yarattığı varlıklara anlatmaz. Anlatmadığı için, yarattığı varlıklar
bildikleriyle seçerek yaşarlar.”
Romanında saptırdığı gerçeği, Kur’an’dan önce gönderilen kitapların tahrif
edildiğini saklamıştı okurundan. Her bozulmuş kitabın sonrasında onun aslını doğrulayıcı
yeni kitapları, ek bildirgeler olarak tanımlaması, sürekli fikir değiştiren ve
bunu kullarına gönderen bir Tanrı ile alay
etmesi dâhil her şey kurutuyordu umutlarını… Kendisi yapmıştı her şeyi.
“Tanrı, ek bildirgeler göndermez. Gönderdiği hep
aynıdır; bilmediğin halde çok küstahsın. Tanrı’nın gönderdiği her peygamber
insanlara aynı ölçüleri iletmiştir. Sizler onları kendi özgür seçimlerinizle
tahrif ettiğiniz için tahrif olanı dokunulmamış olarak kabul ediyor ve
cehaletinizle akıl yürüterek aczinizi ifade ediyorsunuz.”
Sesin sahibinin aklından geçenleri romana
başarıyla aktardığını fark ettiğini düşünerek sanat güdüsüyle bir an kibirlenir
gibi oldu, ancak zihni birdenbire durdu:
“Güce karşı zaafın var; kadınlara karşı olduğu gibi. Romanında
zengin, varlıklı ve güçlü olanlarla kurduğun ilişki aşağıdan yukarıya bakıyor.
Yoksullarla ve sıradanlarla kurduğun ilişki ise yukarıdan aşağıya. İnsanları
ayırıyorsun ve okuyucularına insanları senin gibi ayırmalarını öneriyorsun.
Katilleri, katil olacak kadar aşağılık yaparken, kendin aşağılık eylemi daha
kutsal bir eyleme, iyiliğe iliştirerek kahramanlık yapıyorsun.”
Yazar yargılamanın bitmek üzere olduğunu
hissetti, haklıydı; ses son cümlelerini savurup savurup geçiyordu:
“Sen bir yalancısın. Şeytan’ın kullandığı
insanlardan bir şeytansın. Bunun bedelini sonsuza dek ödeyeceksin. Çünkü senin
romanın sonsuza kadar sürecek olan kötülükler zincirini bir tek insana bile
bulaştırsa, o insandan yayılacak olan her türlü kötülük sonsuza dek var olacak
ve sen de bundan sorumlu olacaksın. Bu yüzden sonsuz, sonsuza denk. Günahların
yazdığın romanla, onu okuyanlara sirayet edecek ve onların çocuklarına,
torunlarına sürecek olan tüm soy zincirine kötülüğü yükleyeceksin. Okuduğun
bütün kitapların doğurduğu kötülük nasıl senin zihnini inşâ etti ise, sen de öyle inşâ edeceksin.”
‘İnşâ’ sözcüğü dalgalanıyordu karanlıkta ve
gittikçe irileşen bir balyoz gibi bütün bedenine iniyordu:
“Hayat bir oyun değildir, unutma! Oyun olmadığı
için de sana bir umut bırakıyor yine de Allah. Bakara Suresi 186. Ayette, “Kullarım, beni senden
sorarlarsa, gerçekten ben yakınım. Bana
dua edince, dua edenin duasına cevap veririm. O hâlde, doğru yolu bulmaları
için benim davetime uysunlar, bana iman etsinler.”
Son hece uçuk bir beyaz gibi uçuştu karanlıkta. Yazar sesin gittiği yeri
görmek istercesine zorladı kendini, bedenini sürüklemek istedi. Birdenbire
canının yandığını hissetti. Anlayamadığı
bir şeyler oldu ve birdenbire kendisini yatağında iki kolunu ileriye, duvara
uzanır vaziyette buldu. Parmakları duvara savrulduğunda canı yanmıştı.
Bir süre öylece kaldı. Kaçırılmamıştı. Gördüğü bir
rüyâydı. Gerçekliğinden asla kuşkulanamayacağı bir rüyâ… Rahatladı, ancak zihnini toparladıkça bunun sıradan bir rüya
olmadığını, bilinçaltının ona oyun oynamadığını fark etti. Karanlık dağılmış,
ağrıyan başından içeri ışıklar doluşmaya başlamıştı.
Ne yaptığının farkında değildi. “İyi, kötü.”
diye mırıldandı.” İyi-kötü, iyi, kötü hepsi bizim eserimiz, bizim seçimimiz. Bu kâbus da benim romanımın sonucu!"”
Hiç kuşkusu kalmamıştı. Artık iyi biliyordu. Bu 'Son Oyun' değildi.
Hiç kuşkusu kalmamıştı. Artık iyi biliyordu. Bu 'Son Oyun' değildi.
Mustafa Ege - Perş, 18/07/2013
–04:40/ İz Etki Ekinoksları 21
SA233/ME19: “Tanrı Roman Yazmaz!” / Sonsuz Yargı/ Bir Roman Yazarı Yargılanırken-1
SA247/ME20: “Roman, Yaratmak mıdır?”/ Sonsuz Yargı/ Bir Roman Yazarı Yargılanırken-2
SA233/ME19: “Tanrı Roman Yazmaz!” / Sonsuz Yargı/ Bir Roman Yazarı Yargılanırken-1
SA247/ME20: “Roman, Yaratmak mıdır?”/ Sonsuz Yargı/ Bir Roman Yazarı Yargılanırken-2