“İnsan doğulmaz,
olunur!”
Başkalarının tanımladığı (var ettiği) adam
Yapılan tanımlamalar, tanımlananın
tanımlayanda ne olduğunun bir açıklaması olduğu gibi, tanımlayanın tanımlananda
kendini var etmesidir de. Yapılan tanımın “efradını câmi, ağyarını mâni”
olmasının ya da olmamasının bu bağlamda pek de bir işlevselliği yoktur. Biz
yapılan tanımın eksikliği ya da tamlığını değil tanımlama eylemini yapan
kişinin durduğu yerin neliğini sorgulamayı gütmekteyiz.
Tanım bir bilinmezin gün yüzüne çıkarılması olduğu gibi, bilinenin öyle olup-olmadığı konusunda bir yargıda bulunmaktır da. Kimi çözümlemelerle bilinenin öyle olduğu ya da olmadığı yargısı bizim durduğumuz yeri belirler. Tanımımızın berraklığı ya da muğlâklığı durduğumuz yerin de berraklığı ya da muğlâklığını belgiler. Bu anlamda tanımlamalar bizim evrende kendimizi konumlandırdığımız yeri imler. Evreni algılayışımızın, kendimizin, kendimiz olmayanın nasıl algılandığını, bilincimizde nasıl yer ettiğinin göstergesidir. Durum böyle olunca tanımlama eylemlerimizin niçini de ortaya çıkmış oluyor.
Biz aslında “şey”leri tanımlarken kendimizi temellendirme
gayreti gütmekteyiz. Yani; kendimizi var etme gayreti. Burada, bu dünyada olmak
“var olmak” için yeterli olmadığından –çoğunlukla- dışından başlayarak
“şey”leri tanımlama çabası içinde olmuştur insan. Dışındaki nesneleri
tanımladıkça kendini gerçekleştirdiğini ayrımsamıştır ve bu ayrımsayış onun
sürekli tanımlama eyleminde olmasına neden olmuştur. Özellikle de niteliğe ait
tanımlamalarda bu böyle olmuştur.
Nitelikten amacımız “şey”in “nasıl”lığı değil “niçin”liğine
ilişkin tanımlamalarımızdır. Örneğin; “Bu evren niçin var?” “Ben bu evrende ne
arıyorum?” gibi. İnsan kendini büsbütün niteliğe ait alanda var eder. Yaşamını
kolaylaştıran araç-gerece yönelik sorgular, tanımlamalar dahi bu bağlamda
kendine yer bulmaktadır. Öyle ki mevcut araç gereçlerin amaç olmadığı vurgusu
hep göz önünde bulundurulmaktadır. Bir “anlam” katma dürtüsüyle tanımlamalar
yapılmaktadır. Tanımlamalar sunulmaktadır.
Nesnelere ilişkin yüklediğimiz anlamların nesneleriyle
örtüşmesi ya da örtüşmemesi “görmek istediğimiz”, “bulmak istediğimiz”, “var
olmasını arzuladığımız”, “mutlak anlam”la bağıntılıdır. Ve bu mutlak anlam da
kendimizi içinde var bulduğumuz, evrende konumlandırdığımız alanla ilişkilidir.
Ya evreni ve kendimizi bir rastlantının sonucu, dolayısıyla
“saçma” olarak alır, sırtımızdan atmaya çalışırız ya da evreni ve kendimizi bir
yaratıcının yapıtı olarak görür, kendimizi ve evreni mutlak anlam içinde var
ederek varoluşumuzu gerçekleştirme yoluna gideriz. Bu iki durum bireyin
kendisini berrak bir biçimde ortaya koymasını sağlar. Kendini, konumunu berrak
bir biçimde ortaya koyan, tanımlamalarında berrak olmayı becermiş, tavır
alışlarında da tanımlamalarıyla örtüşen bir seyir izlemeyi başarmıştır.
Bunun yanında iki algılayışın arasında ayrımında olmadan
kalan, muğlâklığa düşmüştür. Hem tanımları, tanımlamaları muğlâktır hem evren
içinde kendi konumu muğlâktır. Bir var edenin varlığını kabul eden ya da
etmeyen tanımlarını, tanımlamalarını da bu kabul ediş üzerine inşa etmiştir. Bu
var edişte yaratıcıyı sorgulama söz konusu değildir. Sorgulamanın saçmalığı
kendiliğinden açıktır. Yaratıcıyı sorgulama yaratanın varlığında mutlak inan
değil kuşku vardır.
İlk bakışta burada sorgulamadan uzak bir inancın gereğine
vurgu yapıldığı gibi bir yanılsama göze çarpmaktadır. Yani; “Yaratanın
varlığını sorgulamadan mı onaylayacağız?” gibi bir soru.
Kuşkusuz bir yaratan inancına sorgusuz varan kişi, veraseten
vardığı için inandığının ne olduğu konusunda bir bilgiye sahip olmadığı için
sorgusu da anlamsızdır. Hem inandığını savlayıp hem de yaratanı sorgulamak
sözünü ettiğimiz muğlâklık içre olunduğuna kanıttır. Bu bir yaratanı inkâr eden
için de geçerlidir.
Sorgulamadan veraseten inkârı seçenin de sorgusunun bir
anlamı yoktur. Görünüşte bir sorgudur. Bulanık bir dünyada soluk almanın
ötesinde var değildir ne sorgusu ne kendisi.
Var edenin bilgisine sorgulayarak ulaşan, sorgusuyla vahyin
dünyasına adım atan varoluşunu da bu dünyanın kavramlarıyla gerçekleştirmiş
demektir. Kendisini ve içinde yaşadığı dünyayı vahyin kavramlarıyla tanımış ve
tanıtmayı seçmiş demektir. Karşıt dünyanın kavram ve tanıtmalarıyla kendine ve
dünyasına bakmayı zul kabul etmiştir. Karşıt dünyanın onu ve dünyasını
adlandırma savaşımı karşısında o dünyanın kavramlarıyla kendini savunma gibi
bir muğlâklığa düşmekten kurtulmuştur sorgulayarak var edenin varlığına inanmış
kişi. Karşıt dünyanın adlandırmalarıyla yüksünecek de değildir.
Sorgulayarak var edenin, varlığına ulaşmış, vahiyle beslenmiş
bir bilinç için karşıt dünyanın kendisini tanımlama çabalarının bir anlamı
yoktur. O tanımlar dünyaya ne denli egemen olursa olsun karşısında ‘özür diler
bir tavır’ sergilemeyecektir.
Egemen düzen, kendi dünyasının kavramlarını eğip bükmesi alay
etmesi de veraseten değil de sorgulayarak inanan için bir utanma nedeni
değildir. Olmayacaktır.
Sözün özü, karşıt dünyanın tanımlamalarını referans alarak
savunuya geçen ya da kendini anlatmaya çalışan henüz veraseten inanmışlıktan
çıkmamış demektir.
Cemal Çalık, 22.07.2013,
Konuk Yazarlar, Sonsuz Ark