“Deve kuşu karakterli bir ideoloji
sizi olduğunuz yerde bırakır.”
-Dünya
Görüşü ve Hınç Bağlamında Başkaldırı ve Antikapitalist Müslümanlar-
Dünya görüşü ve başkaldırı
kavramlarının hem insanal hem toplumsal eylemlerin çözümlenmesinde başat rol
oynadıkları açıktır. İnsanal ve toplumsal eylemlerin bu iki kavramla
çözümlenmesi bizi eylemlerin nesnesiyle örtüşüp örtüşmediği vargısına götürür
ki, bu da çevremizde olup bitenlerin sağlıklı bir biçimde neliğini anlamamıza
yardım eder. Ve bizlerin de tavrını belirler.
Bu çalışmada
kavramların işlevsel tanımının yapılması zorunluluğu kendini hissettirmekte.
İşlevsel tanımlar yapılmaz ise yaptığımız iş havanda su dövmek olacaktır. Her
kafadan bir sesin itirazları haklılık kazanacaktır. Bu demek değil ki işlevsel
tanım yapma amacımız itirazların önünü kesmektir. Aklımızın ucundan dahi böyle
bir şey geçmemiştir. Geçmeyecektir. Amacımız yapılacak itirazların, çalışmadaki
vargılara, kendi düşünsel dünyasındaki kavramlarla değil burada tanımlanan
kavramlardan hareket ederek yapması gerektiğidir.
Bunu somut bir
örnekleme üzerinden belirtirsek meramımız daha iyi anlaşılır umuyorum. Diyelim
bir çalışmada “solunan hava değersizdir” vargısı olsun. Kuşkusuz her bir canlı
ve hatta belki cansız varlıklar için önemli olan bir şeyin değersizliğinden söz
etmek aklın kârı değildir elbet. Ve bu yargıda bulunanın yeri mutlak anlamda
tımarhanedir.
Gelin görün ki, siz
bu kavramı ekonomide tanımlanan kavram doğrultusunda kullanıyorsanız işin rengi
değişmiştir. Çünkü ekonomi değer kavramının işlevsel tanımını yapmış ve değeri
“malların kıtlığı” ölçüsüyle sınırlandırmıştır. İşte bize düşen burada varılmış
vargıların yapılan tanıma uygun olup olmadığının çözümlenmesidir.
Burada değer
kavramına yüklenen anlamın yanlışlığından söz edilebilir mi? Kuşkusuz
edilebilir. Ancak burada kullanılan değer, bizim yüklediğimiz anlamlardan
çoktan sıyrılmış olduğu ve yepyeni bir kimlik bulduğu için anlamsız bir karşı çıkış
olur. Dolayısıyla ekonomiye ilişkin bir çalışmada kullanılan değer kavramı
çizilen sınırları içinde değerlendirilmek zorundadır.
İmdi biz dünya görüşü,
hınç ve başkaldırı kavramlarının işlevsel tanımını yapalım. Böylece hem
tanımımızla kendimizi hem de itirazları sınırlandırmış olalım. Böylece
kavramlarımızı terimleştirebilelim.
Kavramları
terimleştirmek toplumsal bilimlerin en büyük handikapıdır. Fizik bilimlerin
kısmen mutlak anlamda çözdüğü –örneğin fizik bilimlerinden olmamakla birlikte
matematik, matematik tam bir terim diline sahiptir ve bu yüzden de matematik
yüzünden yeryüzünde her hangi bir savaşa tanık olunmamıştır.- bu sorun,
kavramların işlevsel tanımı yapılarak kendine özgü bir dili oluşturma sorunu,
toplumbilimlerinde çözülmüş değildir, çözülecek gibi de görünmüyor. Bu nedenle toplum
bilimlerinin kullandığı kavramlar üzerinde kavgalar, tartışmalar bütün hızıyla
hararetiyle hem bilimsel çalışmalarda sürmektedir, hem de bilimsel ortam
dışında toplumsal düzlemde toplumsal gruplar arasında ve bireyler bir birinin
gırtlağına sarılacak gerekçeler üretebilmektedir.
Toplumsal bilimlerin
dilinin yetkinleştirilmesi -kullandığı kavramları terimleştirmesi- zorunluluğu
bir başka çalışmanın, çalışmaların konusu açık olduğundan burada nokta koyup
konumuza dönelim.
İnsanların
olumsuzluklar karşısında sergiledikleri tavra başkaldırı diyoruz. Başkaldırının
dayanağı da ya bir dünya görüşünden çıkarsanmış ideolojik paradigmadır ya da
temeli duygusal tepkiler olan hınca.
İdeolojik eylemler,
dayandıkları dünya görüşünün “gerekirler”inden çıkarılmış ve bu gerekirleri
gerçekleştirmek ve gerçekleşeni sürdürmek için devam ettirilen karakterdedir.
Buna karşın duygusal tepkilerin dayanağı olan hınçta gerekir ve gerekmez ölçütü
mutlak olmadığından tepkisini koyduğu “şey” ortadan kalktığında kendisi de
ortadan kalkar bir karaktere sahiptir.
İdeolojinin temeli
olan dünya görüşü düşünseldir. Hınç duygusal. Dünya görüşünün temelinde
düşünsel mantık yatar. Hınç ta ise duygusal mantık. Düşünsel mantıktan kastımız
bir ideal etrafında, dünya görüşü bağlamında öncüllerini kurup o öncüllerin
doğrultusunda bir sonuca varıştır. Varılan bu sonuçla yepyeni bir dünya
kurmaktır.
Düşünsel mantığın
argümanlarında hakaret, tezyif, küfür
yoktur. Çözümlemelerini duygusal dünyanın kavramlarıyla oluşturmaz.
Çözümlemelerinde kişiler de yoktur. Kişilerin olmayışı olan bitenin kişilerin
varlığıyla ilgisi olmadığının bilinmesinden kaynaklanmaktadır. Bu hem kurmayı
düşündüğü dünyanın bilincinde olmaktır. Hem karşı olduğu dünyanın bilincinde
olmaktır.
Dünya görüşünde
çözümlemeler vargılar saltık anlamda nesnesiyle uyumludur. Uyumlu olmak
zorundadır. Düşünsel mantık onu buna zorlar. Diyelim toplumda eşitsizliği
gözlemlediğinizi savlıyorsunuz. Ve bunun kökeninde de –sosyalizmde olduğu gibi-
mülkiyeti görüyorsunuz. Eğer bu vargı, bu çözümleme nesnesiyle uygun ise hemen
her eşitsizlik gözlemlenen toplumda bulgunuzu göz önüne koyabilmelisiniz.
Yine belirli bir dünya
görüşüne sahip ideolojiler, oluşturmayı kurdukları dünyaya ilişkin kavramları
ve karşı olduğu dünyayı tanımlayan kavramları da kendine özgü kılmak zorundadırlar.
Bir başka dünyanın kavramları kullanmak zorunda kalındığında da o kavramlara
yeni anlamlar yükleyip öyle kullanmak zorundadırlar.
Yoksa özgünlüğü,
kendine aitliği laftan öteye gitmez. Özgünlük zorunludur eğer kendisine
varıncaya kadar kimsenin ayrımında olmadığı vargısıyla yeni bir
“gerekir-gerekmez” skalası oluşturduğu savındaysa. Bu savın ayaklarının yere
basması için özgünlük vazgeçilmez bir koşuldur. Değilse zaten var olan bir
gerekirler-gerekmezler skalasıyla insanların karşısına çıkıyor demektir ki, bu
bizim burada üzerinde çalıştığımız konuyla ilintisizdir.
Özgün bir ideolojinin
kavramları da kendine özgüdür. Özgün kavramlardır. Özgün kavramlar
oluşturamayan sadece yamalı bir bohça oluşturmuştur. Ve o bohçayla insanlığın
karşısına çıkmıştır. Bu da kişinin başkaldırısının daha baştan insanlar
tarafından kaale alınmamasına neden olur. Kaybedilir. Deve kuşu karakterli bir ideoloji sizi olduğu
yerde bırakır. Deve kuşuna uç dediğinizde ben deveyim! der. Yüklen dediğinizde
ise ben kuşum yanıtını hiç çekinmeden söyleyiverir.
Yine ideolojinin “gerekir”leri
“gerekmez”leri çıkarsadığı dünya görüşü temelinde varlığı ve varoluşu açıklayan
düşünsel postulatlara sahip olmak zorundadır. Varlığı ve var oluşu ya
kendiliğinden olmuş olan olarak bilir, bunu temel alır ya da bir var edenin varlığını
kabul ederek postulatlar oluşturur, böylece insanların karşısına çıkar.
Başkaldırınızın
kökeninde düşünsel mantık var ise insanların karşısına ya oluşun kendiliğinden
oluştuğu savıyla temellerini kuran bir dünya görüşünden hareketle
“gerekir-gerekmez”lerinizi oluşturarak çıkarsınız ya da temelinde oluşu, evreni
var eden birinin varlığı olan bir dünya görüşüne dayanarak oluşturduğunuz
“gerekir-gerekmez”lerle çıkarsınız.
Başkaldırınızın
temelinde duygusal mantık var ise sizinle aynı “kişi”ye, “şey”e olumsuz
duygular besleyenlerle birlikte arz-ı endam edersiniz ve bu başkaldırının sizin
duygularınızla sınırlı olduğunu görürsünüz. Ortak duyguların sevk ettiği hınçla
ayağa kalkarsınız. Her biriniz farklı nedenlerden ötürü karşı olsanız da aynı
potada erimenize bir engel yoktur. Çünkü duyguların zorunlu bir sonucudur.
Duygusal mantığın
egemen olduğu başkaldırının temelinde olan hınçla beslenen kişi veya gruplar
ilineksel olan farklı “gerekir-gerekmez”leri dile getirmekte de bir sakınca
görmezler. Yeter ki karşı olunan “kişi” ya da “şey” ortadan kalksın. Yerine
konulacak şey hakkında aralarında bir anlaşma olmasına gerek yoktur.
Bu yüzden farklı
ideolojilerin gerekirlerini gerekmezlerini dillendirmede sakınca görmezler.
Böylesi bir ayrımın olması gerektiğinin farkında bile değillerdir. Çünkü
düşünsellikten uzaktır. Hınca dayalı başkaldırının temel duygusu “elinde
olmayanı çekemez”liktir. İnsan elinde olmayanın acısıyla kıvranır. Hınçla
öfkeyle dolar. Ve ya olduğu şeyi savunur ya da elinde olmayanı elde etmek için
savaşıma başlar. Çekemezlik duygusunun itkisiyle alçalır ve kibrine sığınır.
Çekemezlik ve kibir de kişiyi hepten kör eder.
Körlük, duygusal
mantığın zorunlu bir sonucudur. Ne yamalı bir bohça ile gezindiğinin
ayrımındadır hıncın burgacındaki kişiler ne de birbirini yanlışlayan vargıların
dillerine pelesenk ettiklerinin ayrımındadır. Bu durumda olan kişi ya da
kişiler, diyelim kendisini sosyalist diye tanımlasın.
Bu tanımın zorunlu
sonucu mülkiyete dayalı sistemin kendisi olan sermayedar karşısında onunla
savaşım vermesi gerekirken bir de görülür ki hiç düşünmeden sermayenin yanında
güçlünün yanında yer almıştır. Çünkü başkaldırısının temelinde –sosyalizmin
değil, kendini sosyalist diyen tanımlayanın başkaldırısında- düşünsel mantıktan
uzakta duygusal mantık yatmaktadır.
Aynı kişi hiç
ayrımında olmadan aynı dünya görüşünden beslenen faşizmin gerekirlerine
sarılmakta bir sakınca görmez. Ya da diyelim kişinin gerekir ve gerekmezleri dini
dünya görüşüne dayanmaktadır; ama kullandığı kavramlar dinin oluş savını
yadsıyan dünya görüşünden çıkarsanmış ideolojinin, ideolojilerin kavramlarını
hem de yeni bir anlam yüklemeden kullanır. Kullanmaktan çekinmez. Çünkü yapıp
ettiğinin ayrımında değildir. Çünkü duygusal mantık egemendir eyleminde.
Eyleminde hınç vardır. Salt hıncı tanımıştır.
Günümüzde kendilerini
“antikapitalistmüslümanlar" diye tesmiye edenler, yalnızca bir mantığı
tanımışlardır; o da duygusal mantıktır. Böyle olduğunun kanıtı sosyalist
kavramlara yeni bir anlam yükleyip kullanmayışlarından çıkarsanıyor. Hali
hazırdaki başkaldırılarının temelinde düşünsel mantık yatıyor olsa dünya
görüşlerinin kullandıkları sosyalist kavramlarla örtüşmediklerini
göreceklerdir.
Kendilerini müslüman
diye tanımlarken evrenin, oluşun bir var edeni olduğunu baştan ilan etmişlerdir.
Yani içinde bulundukları evren kendiliğinden olmuş değildir. Bir Tanrı vardır
oluşta. Oysa sosyalizm bunu yadsıyarak çıkar yola. Yadsıyarak yola çıkmak
zorundadır. Çünkü mülkiyetin temelinde Tanrı inancının yattığı önermesi
ideolojilerinin temelidir.
Durum böyleyken
kendilerini antikapitalistmüslüman diye tanımlayanlar sosyalizmin bir paylaşım
sorununu önceleyen ve çözmeye çalışan gerekirler-gerekmezler paradigması
sanmaktadırlar. Bu yanılgıyı ayrımsayamayışlarının kökeninde varolan baştan
beri vurguladığımız gibi duygusal mantığın cenderesinde oluşlarıdır.
Sosyalizmin neliğini
çözümlemeden kavramlarını kullanmak, o kavramlarla insanların karşısına çıkmak
grubun taleplerinin anlamsızlığını ve inandırıcılıktan uzak oluşlarını ortaya
koymaktadır. Kendileri bilmese de evreni bir var edene inanan insanlar sosyalizmin
kendisini nasıl tanımladığını bilmektedir. Yani sosyalizmi bizzat kendisinden
dinlemiş ve sosyalizmin “yalnızca bir paylaşım sorunu olmadığı, her şeyden önce
Tanrısızlığın cisimlendirilmesi” sorunu olduğunu görmüşlerdir.
“Tanrısız bir durumda
yeryüzünden göklere ulaşmak değil, gökleri yeryüzüne indirmek için kurulmuş bir
Babil kulesi” sorunu olduğunu fark etmişlerdir. Antikapitalistmüslümanlar bu
bilişi fark edemiyor. Fark edemezler çünkü duygusal mantığın cenderesinde
olduklarının ayrımında değiller. Hınçla yüklü olduklarının ayrımında değiller.
Sosyalizm mülkiyetin
temelinde Tanrı anlayışının olduğuna inandığı için mücadele alanını bunun
üzerine temellendirir. Ve bu da dünya görüşüyle uyumludur. Oluşturacağı dünya
savlarıyla örtüşecektir. Demek ki sosyalist kavramların egemen olduğu bir
toplumsal düzende tanrı ve tanrıya inananlara yer yoktur. Olamaz. Olduğu zaman
temel kuram çöker. Paradigma iflas eder.
Bu durumda kendisine
yaşam hakkı tanımayan bir ideolojinin kavramlarıyla insanlara seslenen kişinin
seslenişinin yersizliği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Yeniden bir daha
yineleyelim ki, kendine özgü kavramlarıyla değil de sosyalist kavramlarla
insanlara seslenişin insanlarda bir karşılığı olmayacaktır. Hem sosyalistler
dahi bunun ayrımında olarak itirazlarını dillendirmişlerdir.
Cemal Çalık, 31.07.2013, Konuk Yazarlar,
Sonsuz Ark
Not: Bu çalışma kendilerini
antikapitalistmüslümanlar diye tanımlayan grubun “gezi olayları” bağlamında
sergiledikleri tavırdan hareketle hazırlanmıştır.