“Her şey benden farklıydı. Kendim ve
kendim olmayan şeylere birer isim vermeliydim.”
Sonradan adını “Söğüt” koyduğum ağacın gölgesinde uyandım.
Etrafımda “ben” olmayan o kadar “çok şey” vardı ki. Bu “çokluk”ta da bir sürü
tek vardı. Onları fark eder etmez “ben olmayan” olarak adlandırışımda aceleci
bir yanımın baskın olduğunu fark ettim.
“Ben olmayan”ların içinde birbirine benzemeyen ne kadar çok
şey vardı. Şaşkındım. Şaşkınlığımın temelinde korku vardı. Öyle ki benden,
üzerine bastığım ve adına sonradan “toprak” dediğim yere yansıyan “gölgem”den
kaçmak için var gücümle koştum. Koşarken onun da benimle birlikte koştuğunu
görünce korkum daha bir artmıştı. Soluk soluğa kalmıştım.
Büyükçe bir kayanın arkasına saklandım. Gölgem hemen yanı
başımda, sığındığım kayanın dışında öylece duruyordu. Eğildim. İrice bir taş
parçasını usulca aldım başımın üzerine kadar kaldırıp hızla gölgemin baş
kısmına vurdum. Hiçbir şey olmamıştı.
Sağ ayağımı kaldırdığımda o da kaldırdı. Yavaş yavaş
sakinledim. Ben ne yaparsam o da aynını yapıyordu. Benden yansıyan olduğunu
anladım. İçimde müthiş bir sevinç vardı. Tekrar söğüt ağacının bulunduğu yere,
uyandığımda kendimi bulduğum yere döndüm.
Her şey benden farklıydı. Kendim ve kendim olmayan şeylere
birer isim vermeliydim. İçimde onları adlandırmam gerektiğine dair duygular
vardı bu duyguların kökeni hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Sanki bana yabancı
bir ses içimde fısıldıyordu: “Tanımla!” “Tanı!” Tanımak bir ad vermekti.
Gördüğüm her şeye bir ad vermeliydim. Bunu yapmadığım sürece
içimdeki ses susmayacaktı. Hem ad hem de başka bir şey daha gerekiyordu. Bu
başka gereken onların ve bende olanların benzerlerinin adetleriydi. Bu
bilişlerin nasıl başladığına dair de her hangi bir ipucu yoktu.
Söğüt ağacının altına oturdum. Sıra sıraydı ağaçlar. Kendime
“bir” dedim. Kendimde olanları ayırmam gerektiği açıktı. Ayırmadan önce yön
tanımlaması başat olandı. Yüzümün karşıya bakan tarafına “ön” dedim. Önün
karşıtına “arka” dedim. Vücudumun bir tarafına “sağ” bir tarafına “sol” adını
verdim.
Kendime bir demiştim. Kendimde gözlerimin, burnumun, ağzımın,
alnımın, saçlarımın bulunduğu bir kafa vardı. Bu kafada iki göz, bir burun, bir
ağız, iki kulak vardı. Adetler kendilerini fısıldıyor gibiydi. Ya bir ya
ikiydi.
Bedenimin iki yanında birer kol vardı. Kollarımın ucunda el
ve ellerde parmaklar bulunuyordu. Sağ ve sol elimde beşer parmak bulunuyordu.
Bire bir ekleyince olana iki demiştim. İki, üç, dört, beş, altı.. Saymak
kolaydı. Ayaklarım da iki taneydi. Ve ayaklarımda da beşer parmak bulunuyordu.
Ama bu parmaklar ellerdeki kadar kullanışlı değildi.
Saçlarımı saymaya kalktım. Beceremedim. Kendimle her daim
ilgilenebileceğim açıktı. Kendim olmayanları yoklamaya başladım gözlerimle.
Sırtımı verdiğim ağaca “söğüt” demeden, hatta söğüt demeden
önce “ağaç” diye adlandırmadığım zamanda hiçbir güzelliği yoktu. Bir ad verince
güzelleşmişti. Dört çeşit ağaç vardı. Ve ben bunların hepsine “ağaç” demiştim.
Ama kiminin boyu çok uzundu, kiminin yaprakları çok genişti. Bir birlerinden
farklıydı. Bir birlerine benzeyenlere bir başka ad daha bulmalıydım.
Öyle yaptım. Söğüt, çınar, kavak, akasya.. diye adlandırdım. Bir de bu ağaçlardan çok farklı olan ve
yuvarlak tatlı bir şeylere sahip olan ağaca benzerler vardı. Onlara da “üzüm
ağacı” dedim. İçimde dayanılmaz acılar duyunca onlardan ağzıma atıyordum avuç
avuç. Ve içimdeki acılar kayboluyordu. Rahatlıyordum.
Çevreme göz gezdirdikçe daha çok eksiğim olduğunu görüyordum.
Hem canım sıkılıyor hem de coşku duyuyordum. Mesela gördüklerimin her birisinin
biçimi farklı olduğu ya da benzer olduğu halde farklılıklar vardı ki bu
farklılığı “renk” diye adlandırdım.
Üzümlere “sarı” dedim. Ağaçların “yaprak” diye adlandırdığım
kısmına “yeşil” adını verdim. Ve yerin saçlarıma benzer olanlarına “yeşil çim”
diye birlikte bir ad verdim. Çimlerin üzerinde durduğu, kök saldığı şeye
“toprak” dedim. Toprak siyah adını aldı. Ağaçların gövdesi kahverengiydi.
Söğüt ağacından biraz uzakta akıcı olan şeye “su” dedim. Su
rengini başımı kaldırdığımda gördüğüm gökyüzünden alıyordu. Onun rengine de
mavi dedim. Suyla kendime yurt edindiğim söğüt ağacının arasını adımlarımla
ölçtüm. Otuz adımdı. Kendi boyumu da karışla ölçtüm. Sekiz karıştı. Böylece
uzaklıklara mesafe, uzunluk adını verdim.
Çimenler üzerinde yatıp yuvarlanmak, koşup zıplamak bir
harikaydı. Ve suyun içine dalmak. Suyu içmek. Suda yüzen ve benden kaçan
canlılar gördüm. Balık dedim. Onları tutmak için öylesine koşuşturmuştum ki..
Hiç birini de yakalayamadım. Tam tutmuş gibi oluyordum ki ellerimin arasından
kayıp gidiyorlardı. Kaygan olmalıydılar. Onları de çimenler, ağaçlar gibi
incelemek istiyordum.
Çevremde olup bitenler çekiciliklerini kaybetmişlerdi. Suyun
içinde balıkları nasıl yakalarım, diye düşünüyordum. Bir yol bulmalıydım. Yoksa
onlar da gölgem gibi bir şey miydiler? Ama ellerimle dokunabilmiştim. Gölge
değillerdi. Sudan çıkıp uyandığımda kendimi bulduğum söğüt ağacına vardım. Sırtımı
dayayıp balıkları düşündüm. Onlar gibi suyun altında duramadığımı öğrenmiştim.
Çaresizlik kollarıyla belimden kavramış var gücüyle
sıkıyordu. Nefes almakta güçlük çekiyordum. Eğer yakalayamazsam.. İçimde acılar
doğmuştu. Üzümlere doğru yürüdüm. Onlardan bir iki salkım yedim. İsteksizce.
Hep sudaki canlıları düşünüyordum. Üzüm ağaçlarının ötesine yürüdüm..
Kızgındım. Hiç böyle olmamıştım. Yürüdüm. Ne kadar yürüdüm
bilmiyorum. Gölgem kaybolmuştu. Demek ki gökyüzündeki yuvarlak şey tam başımın
üzerindeydi. O şeye “güneş” adını verdim. Ve hayret ettim kendime; neden daha
önce bu şeye ad vermeyi unutmuştum?
Belki suya girmesem, balıklarla karşılaşmasam o şeye çoktan
ad verirdim. Bu an olacakmış. Söğüt ağacımdan epeyce uzaklaşmıştım. İçimdeki
öfke sıkıntıya dönüşmüştü. İçimdeki duygulara ad vermede öylesine mahirdim ki..
hiç durup düşünmeden hemen söylüyordum
adlarını.
Sanki onlar kendilerinin adlarını söylüyorlardı. Kendileri
kendilerinin adlarını fısıldıyorlardı. Bu çok tuhaftı. İşte balık tutamadığım
için öfkelenmiştim. İçimde sancı peyda olmuştu. Öfkeden midir yoksa son üzüm
yediğimden bu yana epey bir zaman mı geçmişti bilmiyorum. Öfke sonra sancı.. ve
üzümlerle içimdeki sancıyı dindirme.
Öfkeyle yürümüştüm ve aklıma düşen söğüt ağacından
uzaklaştığım duygusuyla sıkılmıştım. Sıkıntının temelinde de ayrılık duygusu
vardı. İçimde bir ses böyle olduğunu söylüyordu. Ve geri dönmem gerektiğini de
ihtar ediyordu. Ama öfkem galebe çalmıştı. İçimdeki sese omuz silktim.
Yürüdüm. Başka ağaçlar gördüm. Rengi üzüme benziyordu. Ama
üzümden uzundu. Ve ağaç çok büyüktü. Onlara da “muz” adını verdim. Üzüm kadar
tatlıydı ama onlar kadar sulu değildi. Yine de üzümden doyurucuydu. Bir iki
tane yedim. Hoşuma gitti. Balıkları unutamamıştım. Elimi uzatıp da alamadığım
ilk şeydi. Bu da pek üzüntü vericiydi. Pek, hem de pek çok üzüntü vericiydi. Bu
yeni yerde söğüt ağacı bulsam o yere gitmezdim bir daha.. Yoktu. Beş on muz
alıp geriye döndüm.
Balıkları yakalamanın bir yolu olmalıydı. Gölgem yeniden
belirmişti. Hem de sekiz karıştan çok büyüktü. Demek güneş çekilmeye, dağların
arkasına gitmeye başladığında gölgemi, gölgeleri büyütüyordu. Sebebini
bilmediğim bir tedirginlik kaplamıştı içimi. Sol tarafımda uzayan bir yol
vardı. Sıra sıra ağaçlar vardı her iki yanda da. Onlara da “çam” adını verdim.
Tedirginlik ve merak o tarafa doğru çekiyordu. Yürüdüm. Bir
düzlüğe çıktım. Yeşillik bitiyordu. Taşlık bir yerdi. Ve kırk elli adım ötede
tepesinden duman çıkaran dev bir dağ duruyordu. Biraz daha yaklaştım. Korkunç
gürültülerle yer sallandı. Ayakta durmakta güçlük çekiyordum. Sanki üzerine
bastığım toprak yarılıyordu.
Yüzüstü yere kapaklandım. Tepesinden duman çıkaran dağa
güçlükle baktım başımı kaldırıp. Duman yerine kırmızı bir şeyler yükseliyordu
göğe doğru. Ve kulaklarım neredeyse duymaz olmuştu.
Gözlerimi yumdum. Dağın bir tarafından kırmızı bir şeyler
aşağıya doğru kayıyordu. Sesler kesildi. Yerin titremesi durdu. Kalktım
korkarak. Geri dönmeyi düşündüm. Merak bütün kudretiyle o dağa doğru çekiyordu
beni. İstemeye istemeye yürüdüm. Benim tarafıma doğru akan bir şey yoktu.
Yaklaştıkça sıcaklık artıyordu.
Yine de iyice yaklaştım. Kıpkırmızı taş parçaları titreyen
ışıklar çıkarıyordu. Elimi uzattım.. Korkunç bir ağrı ta içimden ayaklarıma
kadar yayıldı. “ateş” dedim. “ateş” diye bağırdım. Ve yüz geri koşmaya
başladım. Buraya bir daha adım atmamaya karar verdim. Sıra ağaçlı yoldan geçip
söğüt ağacımın bulunduğu yere korku ve sevinçle vardım.
Ateşe uzattığım elimdeki ağrı gitmemişti. Sol elimi sağ
elimin içine koyup, söğüt ağacımın altına çökercesine oturdum. Gözlerimden
sular akıyordu. Bu durum acımı hafifletir gibi olmuştu. Kendimde yeni bir şey
bulmuştum. Adına “gözyaşı” dedim.
Günün alaca karanlığında elime sağ avucumun içinde titreyerek
duran elime baktım. Onun da avuç içi kabarmıştı ve kabarcıklar sularla doluydu.
Demek ateş yakandı. Tam avuçlayamamıştım bile. Almaya hamle etmiştim hepsi bu.
Yavaş yavaş elimi ağzıma doğru götürdüm.. Üfledim. Serinlik iyi gelmişti.
Balıkları düşünürsem elimdeki acının azalacağı düşüncesi doğdu içime..
Güneş değişmişti. Artık karanlıktı. Beyaz bir ışık saçıyordu.
Sıcaklığı yoktu. Güneşin bu haline “ay” dedim. Belki de güneşten farklı bir
varlıktı. Belki değildi. İki hali vardı ve ben bu hallerden birine “güneş”
ötekine “ay” adını vermiştim. İki ayrı varlık bile olsa bir şey fark etmiyordu.
Çünkü iki ad vardı elimde. Elim. Hala sancıyor.
Gökyüzü simsiyah. Ama harika görünüyor. O kadar çok küçücük
ışıklı şeyler var ki.. onlara da bir ad vermeliydim.. “yıldız” dedim. Bu yeri
seviyordum. Rahatladığım, huzur bulduğum yerdi. Her hangi bir tehlike yoktu.
Olsa içimdeki ses fısıldardı kulağıma. Daha bir huzurla adeta kendimi söğüt
ağacımın kucağına gömdüm. O sert gövde yumuşacık ve sıcacıktı.
Biraz ilerden tek elimle çimenlerden, çimen olmayan onlardan
daha yumuşak olan ve adına yosun dediğim şeylerden toplayıp ağacıma kadar
taşıdım. Kendime yatacak yer yaptım. Uyandığımda sırtımda ağrılar duymuştum
çünkü.. Ağacımın hemen dibine serdim ot yatağımı sırt üstü uzandım.
Yıldızlara baktım. Yanan elimi gözeterek uyumaya çalıştım.
Aklımda balıklar ve elimi yakan taş parçası hakimdi. Ve
bu olup bitenlere “bir gün” adını verdim.
Cemal Çalık, 04.08.2013, Konuk Yazarlar, Sonsuz Ark, Öykü