İtidal, maskeli süvarinin maskesiz nesnesi mi?
Başlık
konusunda tereddüt ettim biraz. Bir süredir, başlığında ‘Cemaat’ olan harfler
diziyorum. Sonsuz Ark’ta da yayınlanıyor. Sonsuz Ark’ın ruhuna uygun bir
sorgulama yapıyorum. Tanımlama sıkıntısını, kardeşlerimizin seçtiği ‘Hizmet Hareketi’nde
durarak çözdük, Fethullah Gülen’in de yeri belli oldu. Vakfın, Hareketi ve Gülen’i savunmak için yayınladığı
11 maddelik ‘manifesto’ dolayısıyla ‘Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Onursal
Başkanı’.
Başlığı, Mısır’da darbecilerin şehit ettiği ve yaraladığı binlerce kişi için yayınladığı,
"Maalesef
ne masum insanların kanlarının dökülmesi, ne gözyaşlarının ceyhûn olması, ne
yüreklerin dağlanması, uluslararası arenada merhamet hislerini harekete
geçirmiyor, onları birazcık olsun insafa sevk etmiyor. Ne acıdır ki, bütün bu
zulümleri durdurmaya ne elimiz ne de dilimiz yetiyor. Acz ve zaafımızı idrak
içinde gücü her şeye yeten Kudreti Sonsuz'a yöneliyor."
cümlelerinin bulunduğu
taziye mesajındaki isyanı paylaştığımı ifade etmek için “Hah, Biz de Onu
Diyorduk, Mr. Gülen, Bay Onursal Başkan” diye seçecektim ki Fethullah Gülen’in,
ABD’nin ünlü dergisi The Atlantic’ten Jamie Tarabay’a verdiği röportajdaki bir
ayrıntı dikkatimi çekti.
Ben de
başlığı değiştirdim. Çoktandır aradığım
ve şu andaki panoramayı temsil
eden sözcük karşıma çıkmıştı. Kullanmakta da tereddüt etmedim. Birazcık acıtacak,
ama olsun, şakird kardeşlerimiz anlayışla ve hoşgörü ile karşılasınlar.
Başlığın ilham kaynağı bizzat GYV Vakfı Onursal Başkanı Fethullah Gülen’dir,
kızacaklarsa buna dikkat etsinler:
“Dünya
genelinde tüm toplumlar paranoya yaşıyor. Türkiye’deki insanlar da bundan
etkinlenmiş durumda.”
Türkiye’deki
hangi insanlar dünyada yaşanan paranoyadan etkilendiler, diye düşündüm. Bende öyle
bir sıkıntı yok, olması için bir sebep de yok. Bendeki sıkıntı, ergenekondan,
PKK’dan, Esed’den, Sisi’den, neoconlardan, siyonistlerden sonra şimdi de
Cemaat- Ak Parti münakaşası ile meşgul olmak zorunda kalmak. Buna da paranoya
derlerse, vebalim madalya gibi boyunlarında olsun.
Kızan,
hakaret eden şakird dostlarımız olsa da, onların gazetelerde yaptığı gibi demokratik
eleştiri hakkımı kullandığımı hatırlatmak isterim; saygı duysunlar bana. Bizim,
-yani Sonsuz Ark’ın- durduğumuz yerden sağlıklı eleştiri yapmak daha mümkün;
şakird kardeşlerimiz kulak verirlerse
hepimiz faydalanırız. Ne Gülen bir Papa gibi yanılmaz ne de Başbakan Erdoğan.
Peki
paranoya kimde var? Ergenekoncularda
var, PKK’lılarda var, siyonistlerde var , masonlarda var, beyazlarda var ve cemaatte var. İktidarda yok
mu, kusura bakmasınlar yok! Hükümetten bir başbakan yardımcısı, Bülent Arınç, "Gülen'i seviyoruz" diyor, Başbakan da 'medya aracılığı ile konuşulmasından' rahatsız. Görüldüğü gibi Başbakan'ın Zaman Gazetesi genel yayın yönetmeni Ekrem Dumanlı'yı da çağırıp konuşması yetmemiş.
Ötekilerin
yaşadığı paranoyanın sebebi belli, rant kaymaklarını ve güç sopalarını
kaybetmek istemiyorlar, peki ya cemaat? Cemaatteki paranoya ne?
Today’s
Zaman yazarlarından Tuğba Aydın’a göre ‘Ötekileştirme’.
Özet olarak ve asıl olarak devletin seçkin kurumlarından tasfiye edilme. Buna, ‘Paranoya'nın
Cemaat Hâli’ demeyecek de ne diyecektim.? Hiç kavga etmediğiniz iktidarlar, sizi
devletin her kurumunda özel olarak koltuk sahibi mi yapmıştı ki, bu iktidar
sizi tasfiye etsin? Ne var yani, kadro tercihlerini sizden yana kullanmama hakları yok mu? Hani demokrasi?
Ötekileştirme,
tasfiye edilme fikrinin mihmandarlarından biri de Mümtazer Türköne “Fitne mi?”
başlıklı gazete yazısında,
“Peki asıl fitnenin kaynağında ne var? Türkiye
seçkinlerini değiştiriyor; doğal biçimde yönetici seçkinlerle değişimin
motorunu oluşturan toplumun seçkinleri arasında birincilerin başlattığı bir
ayrışma yaşanıyor. Yönetenler, her seçkin zümrenin yaptığı gibi iktidar alanını
daraltıyor ve dışarıya kapatıyor. Türkiye özellikle 2011'den sonra hızlı bir
iktidar temerküzü yaşadı. Yönetici seçkinler, devlet veya iktidar vasıtasıyla
konumlarını edinenler ve sürdürenler. Bunların arasında siyaset, bürokrasi ve
devletin ekonomik iktidarını kullanarak büyüyen sermaye seçkinleri var.
İktidarı devralan yönetici seçkinler, değişen toplumun ürünü olan yeni
seçkinler arasında küçük bir azınlığı oluşturuyor. Tabiatı gereği,
ayrıcalıklarını sürdürmek için diğerleriyle sıkı bir rekabete giriyor..."
diyor
ve eline bir kepçe alıp çorbayı iyice karıştırdıktan sonra ekliyor:
“Fitnenin
kaynağı, AK Parti'nin veya Başbakan'ın tercihleri değil siyasetin doğası. Parti, doğası gereği, kendi içinde kıran kırana rekabeti işleterek işleyişini
sürdürür. Lider bu rekabeti yönettiği için vazgeçilmez olur.”
Türköne
de ötekileştirmeyi sabitliyor, kuramsal altyapısını oluşturuyor, sanki yeni bir
şey icat etmiş gibi.
Kendisi Zaman Gazetesi yazarı ve yakın geçmişte Atatürk Kültür Dil ve Tarih Kurumu Yönetim Kurulu üyeliğine atandı. Yani, Parti doğası gereği rekabet kurallarını işleterek bir cemaat yazarını seçti ve seçkin bir makama yerleştirdi.
Kendisi Zaman Gazetesi yazarı ve yakın geçmişte Atatürk Kültür Dil ve Tarih Kurumu Yönetim Kurulu üyeliğine atandı. Yani, Parti doğası gereği rekabet kurallarını işleterek bir cemaat yazarını seçti ve seçkin bir makama yerleştirdi.
Fakat, Zaman
Gazetesi yazarı Prof. Dr. Mümtazer Türköne ne yaptı? "Atatürk'ü severim ama Atatürkçülük
konusunda endişeleri olan bir entelektüelim." dedi ve eski seçkinlerin
eleştiri oklarını yiyerek istifa etti.
Şimdi bunda
kabahat kimde? Dilediği zaman otorite ile yanaşık düzen talim örgütleyen
zihniyet, 'damara nasıl basılır' dersine temel örnek teşkil edecek bir şekilde ‘yaygara’
üretiyor, partiyi zor durumda bırakıyor, sonra da “Gazeteciler ve Yazarlar
Vakfı'nın açıklaması, dolan bardağın taşma anını resmediyor.” diyor.
Bu
resimdeki paranoya, varsa siz bulun. Bardak doldu, taştı; ama bunu kim yaptı?
Ergenekon soruşturmaları, Cübbeli davası, Şike soruşturması ve benzeri meselelerde Ak Parti suçlanmadı
mı, yaptığı seçimler yüzünden? O zaman HSYK yok muydu? Hangi paranoyaklardı
onlar, cemaat savcılarını ve polislerini atayan parti ve iktidar olarak Ak
Parti’yi suçlayanlar?
İtidal,
maskeli süvarinin maskesiz nesnesi mi?
Gazeteci
ve Yazarlar Vakfının yayımladığı basın açıklamasının nasıl değerlendirdiğinin
sorulması üzerine Erdoğan, “Açıklamayı gazeteden okudum. Ona yönelik herhangi bir
cevabi pozisyonda olmak istemem. Böyle bir şeylerin gazeteler vasıtasıyla
söylenmesini doğru bulmuyorum, yanlış buluyorum. 'Bu tür şeylerin medya
üzerinden yapılması yanlıştır' diye düşünüyorum. Başka hiçbir şey söylemiyorum."
dedi ve geçti.
Sosyal
Medya’da hemen bir akış başladı. Analizlerine hep merak ederek baktığım,
Gültekin Avcı, “Medya kanalıyla yapılan iftiralara, medya önünde cevap verilir.
Camianın cevabî açıklamaları medya kanalıyla yapması bence çok isabetlidir.” dedi.
Türköne de
bugünkü yazısında bunu işlemişti: “Fitne ortalık yerde konuşarak ve tartışarak
değil, kapalı kapılar arkasında fısıltılarla büyür. Demokrasinin sunduğu
imkânları neden kullanmayalım? Yıllardır Abant Platformu yönetim kurulu üyesi
sıfatıyla, bu sıkıntıların nasıl ortaya çıktığını ve büyüdüğünü takip ettim.
Doğru olan şeffaflık. O kadar doğru ki, fitnenin önlenmesi ancak bu şeffaflıkla
mümkün.”
Gültekin
Avcı da Mümtazer Türköne de bence haklılar; her şey şeffaf olmalı. Hem de baştan
başlayarak. Ben bunu herkesten çok isterim. Ama kaç şakird bu şeffaflığa razı?
Başbakan,
iki şey söylüyor açıklamasında; “Vakfın açıklamasında seçtiği muhatap benim;
ama bunu reddediyorum. Herkes yerini bilsin. Varsa diyecekleri, istekleri, bunu
medya aracılığı ile yapmasınlar.”
Bana kalsa,
BDP’li Selahattin Demirtaş’ın Kara/Kanlı Çarşamba akşamı CNNTürk’te dediği gibi,
“İşlerimi bir vakıfla, cemaatle konuşacak değilim”, der geçerim. Demirtaş’a
kimse cevap vermedi, bana da vermezlerdi herhalde.
Şeffaflık
derken Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Onursal Başkanı Fethullah Gülen’in The
Atlantic’teki röportajının küresel bir şeffaflık amacı taşıdığını söylemem
gerekir. Bu kaçıncı şeffaflaşma girişimi bilmiyorum. Senelerdir anlatıyor,
Gülen; ama kimseyi inandıramıyor. Bence doğru söylüyor, ama o anlattıkça
didikleyenler artıyor.
Türkiye’de
olduğu gibi Dünya’da da ‘Terörist İslam’ algısının karşısında Fethullah Gülen,
İslam’ın ılımlı olduğunu söylüyor ve
ısrarla, bir an bile vazgeçmeden bu yöndeki düşüncelerini açıklamak için
röportajlar veriyor ve televizyonlarda görülüyor.
Hangi
hâllerde savaşın kaçınılmaz olduğunu söylemekten ısrarla kaçınsa da, siyasî otoritelerle çatışma gibi bir amacı
olmadığını söylüyor. Tabi duymak isteyenler için, Gülen’in bu açıklamaları
haksız yere terörle ilişkilendirilen İslâm’ın maskelenen yüzüne ‘ılımlı iyilik’ olarak yerleşiyor.
Gülen ve
cemaat gözlerini kapatarak, kulaklarını tıkayarak ‘müslüman olma’ suçlarının
asla değişmeyeceğini görmek ve duymak istemeseler de durum bu. O yüzden
sürekli, “Ama ben masumum, ama ben teröre karşıyım” demek zorunda bırakılıyorlar.
Demokrasinin
nimetlerinin batılılar için bile yetersiz olduğunu bildikleri halde demokrasi deyip
durmalarını, demokrasinin yararlı ve gerekli olduğunu düşünmeme rağmen, rahatsız
edici buluyorum ve şeffaflığa aykırı bir şekilde bu söylemi manipüle ettiklerini
düşünüyorum. Batı demokrasiyi unutup tarihe gömmüşken, demokrasi, demokrasi
diyerek ağlamak bana ters geliyor.
“Dünyada
ılımlı, farklı sesler olmasına rağmen bazen bunlar arasında görüş birliğine
ulaşmak zor olabiliyor. Belki bu açıdan örnek olmak daha önemli. Türkiye bu
konuda örnek olabilir mi? Bu hareket örnek olabilir mi, bu camia örnek olabilir
mi? İnanıyorum ki kendi kendimizle yüzleşirsek, kendimizi sorgularsak, herhalde
iyi bir örnek olamadığımızdan ve değerlerimizi tam temsil edemedigimizden,
dünyada büyük bir merak ve sempati görülemedi. Fakat Allah’ın izniyle bunun
olacağından ümitliyiz. Bu görüşler Türkiye’de hoş görülmüyordu, ama şimdi yavaş
yavaş benimseniyor. Hatırlarsanız bundan 20 yıl önce demokrasinin geri
dönülmeyecek bir süreç olduğu söylediğimde, şu anda hükümeti destekleyen bazı
medya organları buna şüpheyle yaklaşıp beni ciddi şekilde eleştirmişti.”
Bu
parağraf, bu yazının tek sebebidir desem yeridir. Demokrasi vurgusu ve ‘Şu anda
hükümeti destekleyen bazı medya organları” ifadesi, sadece bütün bardakları
değil, ‘Guam Çukuru’nu bile doldurup taşırdı. İktidarı desteklemediklerini
itiraf ediyor, Onursal Başkan.
28
Şubattaki Darbeyi ve demokrasi kıyımını Gülen’in nasıl değerlendirdiğini kimse unutmadı,
manşetler de unutmadı. Ve aynı demokrasi
şu anda “uluslararası arenada merhamet hislerini harekete geçirmiyor, onları
birazcık olsun insafa sevk etmiyor” diyerek ağlayıp merhamet dilendiğiniz Batı’nın müslümanları
öldürmek için kullanıp darbelerle attığı bir çöp.
Mısır’da
olan bu ama cemaatten çıkan tepki belli. Otorite’ye direnirseniz sizi
öldürürler ya da siyasetten uzaklaştırırlar. Zaman gazetesi yazarı Ali Bulaç da bugün öyle
diyor zaten.
“İslamiyet'ten
referansını alan bir görüşünüz varsa, bunu ancak kabul edilmiş siyasetlerden
birini benimsediğinizi açıkça ve kesin olarak deklare ettiğiniz ve buna
sadakatinizi ikrar ettiğiniz sürece size siyasi yarışa katılma izni verilir.
Aksi durumda ya Türkiye'deki Milli Görüş partilerinde gözlendiği üzere
kapatılırsınız ya da Mısır İhvanına karşı yapıldığı gibi cezasını kanlı darbe
ile ödersiniz.”
Cemaat’in
duruşu bu. Ne kadar inkâr ederlerse etsinler olay bu. Üçüncü seçeneği tercih etmeyecekler,
çünkü bu batının ahlaksızca bir manipülasyonundan başka bir şey olmayan ‘Terörist
İslâm’ın sınırlarına girer.
Okudukça,
iktidarı destekleyen medyaya laf
giydiren ve küresel siyasetin Türkçe’sini
nasıl algıladığını gösteren şeffaf sözlerini görüyorum Mr. Gülen’in:
“Türkiye
Avrupa Birliği ile üyelik müzakereleri yapıyor, bir kısmı Avrupa sayılıyor, bir
kısmı Asya sayılıyor, Orta Doğu da sayılıyor. Politik olarak coğrafi durumu çok
önemli bir yerde bulunuyor. Bence Avrupalılarla da kendi çevresinde olan
ülkelerle de iyi bir münasebet içinde olması, öyle bir diplomasi oluşturması
çok önemli Türkiye için. Türkiye’nin hem kendi demokratik kazanımlarını
koruyarak ilerletmesi hem de çevresiyle iyi ilişkilere sahip olması hayatı
ehemmiyete haizdir. Ayrıca bu mevzuda esasen bazı dinamikleri değerlendirmek
gerekir. Mesela Türkiye’ye karşı geçmişten tevarüs eden bir teveccüh, bir
şuuraltı müktesebatı varsa bunun zedelenmemesi lazım. İtibarımızı korumamız
lazım. İyi ilişkiler sevgiye bağlı, saygıya bağlı, hüsn-ü zanna bağlı,
makuliyet etrafında bir araya gelmekle mümkün olur. Türkiye bugün tam bunu
yapıyor mu, yapamıyor mu, yapmıyor mu, bu üzerinde durulabilecek bir şey.
Türkiye böyle bir diplomatik vetire başlatılabilirse, zannediyoruz bu Avrupa
için de Amerika için de bütün dünya için de iyi olur. Fakat şu anda böyle bir
şeyi yaptığımız, yapıp da semere aldığımız söylenemez çok.”
Başbakan
bugün şöyle söyledi: "İslam dünyası üzerinde devamlı olarak bir tezgah
çalıştırılıyor, tuzaklar çalıştırılıyor. Bu tuzaklar bizler için de geçerlidir,
Türkiye için de geçerlidir. Onun için şunu unutmayalım, güçlü Türkiye'yi kimse
istemiyor. Onun için biz güçlü olmaya mecburuz. Önce kendi içimizde birbirimizi
sevmeye, dayanışma halinde olmaya mecburuz. Bunun için biz tırnaklarımızla
kazıyacağız, çalışacağız ve inşallah güçlü olan Türkiye'yi de bu şekilde inşa
edeceğiz”
Gülen’in
beğenmediği yok saydığı diplomatik vetireler, ‘Avrupa için de Amerika için de iyi’
olmuyor anlaşıldığı kadarıyla. Gülen’in
inşa etmek istediği şeyden başka bir şey inşa etme iddiasında Başbakan.
Yani
şöyle bir şey…
Mısır
asıllı Kanadalı insan hakları savunucusu Prof. Yaseer Haddara, AA Kanada
Bürosu'nu ziyaret ederek, “Batılı ülkelerin, sergiledikleri tavırları ile güvenilirliğini
yitirdiğini, insan hakları ve demokrasi savunucusu batının, Mısır konusunda iki
yüzlülük yaptığını" söylemiş ve Türkiye'ye seslenmiş: “Bizi yalnız bırakmayın!”
Bu
çağrı, Avrupa için de Amerika için de, onları kötüleyici, Türkiye’yi doğrulayıcı bir umut
çağrısı. Gülen’in beğenmediği, kendince vakitsiz bulduğu Erdoğan’ın dilinden
yükselen başkaldırı bu:
"Kendi
oylarının akıbetini öğrenme mücadelesi içinde olan Mısır halkına karşı, askeri
darbeyi yapanların çok açık bir katliam yaptıklarını dünya televizyonlarından
izledik. Biz inandığımız doğruları söylemediğimiz sürece ayakta kalamayız.
İnandığımız şeyleri söylemeye devam edeceğiz. Haksızlık karşısında susan dilsiz
şeytandır. Şehadete inanmış olan bu insanlar, er veya geç Mısır'da bu
demokratik haklarının neticesini de kazanacaklardır' diye düşünüyorum. Batı
bunu anlamak durumundadır. Eğer Batı demokrasi testinden geçmek istiyorsa bunu
anlamak durumundadır. Ama demokrasi testini kaybetme noktasında veya
demokrasinin sorgulanması gibi bir sürece karar vermişse o ayrı bir konudur.
Nitekim bu konuda Batılı ülkeler eğer samimi davranmazlarsa, samimi adımlar
atmazlarsa ben inanıyorum ki artık demokrasi dünyada sorgulanmaya başlanacaktır.”
GYV Onursal
Başkanı, TİME’nin en etkili 100 kişisinden biri olan Gülen ise müslümanları ve
kendisini haksız yere kusurlu bulmaya devam ediyor:
“Duruma
bakıldığında belki kendimizi iyi temsil edemedik veya insanlara kendimizi
düzgün bir şekilde açıklayamadık diyebiliriz. Bunu ifade sadedinde şunu
söyleyebiliriz: "Eğer onlara bizde endişe edilecek hiçbir şey olmadığını
açık bir şekilde gösterebilseydik onlar da bize karşı husumet beslemeyecekti.””
İşte
sıkıntı burada. Şakird kardeşlerimizin, ne yaparlarsa yapsınlar şeffaf
olamadıkları konu bu.
“Biz her bir olumsuz düşünce veya
şüpheyi bertaraf edecek şekilde hareket etmeli, bu şekilde davranmalıyız.
Ayrıca şunu kabul etmeliyiz ki bazı insanların geçmişten gelen bazı yerleşik
tutumları var ve bu değişmez. Yani her insan tarafından aynı derecede sevilmek
ve beğenilmek mümkün değil.”
Nihayet şeffaf olabildikleri konu da bu. İşte
bunda hemfikiriz Mr. Gülen.
“Asıl
inancım dünyada barışın sağlanması, insanları kötü davranışlardan eğitim yoluyla
mümkün olduğunca uzak tutmak.” diyen Gülen’e şunu söylüyorum sadece;
Ağlayarak,
medyada bağırıp çağırarak anlaşamadığınızı ve desteklemediğinizi söylediğiniz
Erdoğan, sizin yapamadığınızı yapıyorsa, köstek olmayın; siz işinizi yapın,
burnunuzu her şeye sokmayın, o işini yapsın. Siz ağlayarak sıyrılabilirsiniz
sorumluluğunuzdan, ama Erdoğan ağlayarak sıyrılma hakkı bulmaz kendinde.
Gücendirdiysem
sizi fazla abartmayın, olur mu? Demokrasi güzel şey, siz de öğreniyorsunuz
yavaş yavaş. Ama artık yeter, çok uzadı bu yaygara.
Düşmanları var müslümanların, Türkiye’nin. Zamanımızı çalmayın. Hükümeti İslamcı Terörle
ilişkilendirenlere karşı birlikte savaşın ki; her zaman kendinizi ılımlı olarak tanıtmak zorunda kalmayasınız.
Öldürüldüğünüz ve ezildiğiniz için yalvara yalvara kendinizi batılılara anlatmaktan vazgeçin, bırakın biraz da onlar sizi, bizi öldürmenin hesabını versin size.
Biraz da
bize ılımlı yanınızı gösterin, kardeşlerim. Hasret kaldık.
Olmaz
mı?
Yoksa Din mi değiştirelim?
Arif Şahin, 15.08.2013, Sonsuz Ark, Şaşkınların Tarihi 7