18 Ağustos 2013 Pazar

SA364/KY1-CÇ40: Bûtimar

"Kim tahammül ederdi çıplaklığına kendinin?"


Butimar bir kuş.. derler ki bu deniz kuşu, denizin bir gün kuruyacağı tasasıyla, deniz kenarında hiç su içmeden öylece dururmuş. Bunu öğrendiğimde donup kalmıştım.

Butimar bendim. Ondan başka hiç bir şey bu denli beni betimleyemez. Ondan başka kimse beni temsil edemez. Bunu anladığımda her şey bitmişti. Bu sırrı gömdüm içime.


İçimin en derinlerine gömdüm. Kimse görmesin, bilmesin istedim. Kimse görmeyecek, kimse bilmeyecek. Bu hem benim hayrıma hem de hemcinslerim hayrına olacak olan bir şey.

İçimdeki gömü zehirli. İçimdeki gömü ateş. Köz. İçin için yanan.. söndürülmesi mümkün olmayan bir yangın. Bu bir bana apaçık olandı. Bir ben anlayabilirdim. Bir ben taşıyabilirdim. Bir ben eğlendirebilirdim onu. Bir ben sarıp sarmalayabilirdim. Bir ben koynuna girebilirdim. Bir benim hoyrat öpüşlerime tahammül ederdi o. Bir benim bakışlarıma, yalvarışlarıma yanıt verirdi. Bir ben tutabilirdim ellerini. Saçlarını ben okşayabilirdim.

Zehirli dudaklarının zehri bir bana dokunmazdı. Akrebin zehri akrebi yakar mı? Bunu kim anlayabilir? Bu sırrı kim bilebilir? Kim taşırdı ki sırrımı? Kimse! Ben yokluğa dokunmuştum. Ellerimle dokunmuştum. Soluğunu ensemde duyumsamıştım. Gözlerimi banmıştım keskin bir bıçak yumuşacık ete nasıl girerse öyle. Söyleyemezdim.

Horlanacağım korkusu değildi söylemez kılan beni. Ya da bir tımarhaneye kapatılma kaygısı. Hayır! Taşıyacak güçte kimse yoktu çevremde. Birden dikili vermişti karşıma. Birden. Apansız. Sanki can damarım kesilmişti.. çöküp kalmıştım.

Bir dağ devrilmişti üstüme. Bütün bedenim dağın altındaydı ve başımın yarısı. Kafatasımın olanca direnişine karşın çatırdayarak parçalanışını seziyordum. Ne kadar debelenirsem debeleneyim kurtuluş yoktu.

İri yarı bir canavar, bir sürü kolu olan dev bir ahtapot sarmıştı bedenimi ve sıkıyordu. Sıktı. Sıktı. Sıktı. Nefesim kesildi. Yokluk kör bir testere gibi etlerimi dişledi. Kime anlatabilirdim? Kim yardım edebilirdi bu yükü taşımama? Kimse!

Kim maskesiz olmaya tahammül edebilirdi? Benim bu yüküme el atacak kişide de maske olmamalıydı ki yardımı dokunsun. Kim tahammül ederdi çıplaklığına kendinin? Kimse!

Hemen herkes, görüyordum ki sıkıntılarını elbiselerine yüklemişler.. elbiseleri taşıyor onları.. onlar taşıtıyordu kendilerini.. nerede kaldı, aniden karşıma çıkan yokluğu vurmaya gelmek benimle!

Görüyordum olmayacağını. Olamayacağı besbelliydi. Kurbanlık bir koyun gibi boynuma bir ip bağladı yokluk. Bağırdım. Ağladım. Kanlı göz yaşları döktüm. O güldü. Damarlarımda kan dondu onun gülüşüyle. Buz kesti her yanım. Tir tir titredim. Bir sıtmalı gibi.

Sürüyerek götürüyordu. Bir koyun nasıl direnirse öyle direndim ben de.. direndim güya.. güya direniyordum.. ellerim parçalanmıştı. Dizlerim acıyordu. Donan kan damarlarımı yırtarak çıkmaya çalışıyordu yaralarımdan. Daha bir acı veriyordu.

Yokluk kendine bir kurban bulmuştu ki evlere şenlik. Pısırık. Direnmeyi bilmeyen. Hep boyun eğmiş.. boyun eğmeyi fazilet bellemiş benden daha ideal kurban mı olurdu? Direnirdim direnmesine, ama o gülüşleri yok mu?

O kan donduran.. aklı bulandıran o gülüşler.. baştan ayağa şehvet olan gülüşler.. boynumdaki ipi o mu bıraktı, ip mi koptu bilmem.. zor bela doğruldum yerden. Ellerime baktım.

Paramparça olmuştu avuçlarım. İp yoktu yine de peşinden sürükleniyordum. Ayaklarım çoktan pes etmişti. Bütün bedenim pes etmişti. Biraz soluklanmak için durduğumda bir sokak köpeği bir ağaca yanaşır gibi yanaştı bana, kokladı, sonra bir ayağını kaldırıp işedi.

Dizlerimdeki yaraların sızısı beynimde yanıp sönen kıvılcımlara dönüştü köpeğin sidiğiyle. İnledim. İnleyişimle kendinden geçmişti yokluk adeta. Acı duydukça galeyana geliyordu yokluk. Şehvetten gözleri dönüyordu.

Acıyı bastırsam.. acıları duymasam.. göğüs gersem.. gözyaşlarımı tutabilsem kurtulacak gibiydim elinden. Kurbanı olmamaya açılan geçit acılara direnmek olsa gerekti. Ama öyle yalnızdım ki.. insan kendi yaralarını okşayamıyor.. kendi acılarını emziremiyor, gücü yetmiyor.. eğitemiyor, bir biçim veremiyor... yokluğun ardı sıra yürüyordum.

Kalabalık caddelerden, sokaklardan geçtim.. pejmürdeliğime gülmekten başka bir şey yapmıyordu hem cinslerim.. ve tasmalı evcil hayvanları da o ilk sokak köpeği gibi koklayıp işeme yarışındaydılar yaralarıma.

Berbat durumdaydım. Kötü kokmaya başlamıştım. Bedenim mi çürümeye başlamıştı yoksa köpeklerin üzerime bulaştırdıkları mı iğrenç kokulara boğmuşlardı beni ayıramıyordum.

Gözlerimdeki korku kendilerine bulaşmasın diye çeviriyorlardı başlarını benden. Candan bir bakışla karşılaşsaydım belki büyü bozulurdu. Müşfik bir ses.. yo! Kimse anlayamazdı. Kimseye anlatamazdım. Dilim damağım kurumuştu. Nabzım durmuştu. Kalbimin çarpmadığı ayan beyan ortadaydı.

Bilmediğim, yabancısı olduğum bir kentin meydanında durduk. Önce yokluk durdu. Bu kent yabancıydı yabancı olmasına ama yaşadığım evi getirip ortasına kondurmuşlar. Tanıdım; yaşadığım ev öylesine sırıtıyordu ki bu meydanda.. öylesine yabancıydı ki.. benden de beter..

Dış görünüşü, çıplak pencereleriyle benim evimdi işte. Evin hemen yanında olmaması gereken bir eczane vardı. Kocaman harflerle “ Şifa Eczahanesi” yazıyordu. Yokluk eczahanenin kapısı önünde durmuştu. Sırtı bana dönüktü. Dönüp baktı.

O gözler.. donan kanımı bir ateşe çevirmişti. El etti. Uysallığım, tuttu elimden, zorla dükkandan içeri soktu. Eczacı kovmaya kalkıştı. Yokluk kendini göstermeden yanaştı eczacıya, kulağına bir şeyler fısıldadı. Eczacı kovmaktan vazgeçti. Birkaç kutu hapı bir poşete koyup bana uzattı gülerek.

Aldım. Çıktım oradan. Yokluk önde ben arkada evime doğru yürüdük. Kapı kendiliğinden açıldı. Şaşırmam gerekiyordu ama şaşırmadım. Şaşırmayı unutmuştum. Belki de unutkanlık değil en olmaz olacaklara alışmıştım da bu yüzden şaşırmamıştım. Evet alışmıştım.

Bundan sonra ne şaşırtabilir ki beni? Hiçbir şey! İşte ne elimde ne dizlerimde her hangi bir yara yoktu. Ve kalbim de hızlı hızlı çarpıyordu. Her zaman oturduğum deri koltuğumda oturmuş sehpanın üzerine yaydığım bir sürü hapa bakıyordum.

Hemen karşımda yokluk ateşli gözlerle süzüyordu beni. Ben sanıyordum ki tutar elimden. Koltuğumdan kaldırır. Sarar sarmalar. İçime düşürdüğü ateşi söndürür.

Damarlarımda kanın akışı azgın bir derenin akışını andırıyordu. Sesini duyuyordum. Hapların en acısından bir tane aldım. Bir yudum suyla içtim. Bekledim. Sonra bir tane daha.. kutular boşalmıştı.

Bir sürahi su ve bir sürü ilaç. Midem bulanmıştı bir ara. Sonra durdu. O’na baktım. Soyunmasını umuyordum. Soyunup koynuna aldığı düşünü kuruyordum. Ayaklarımda nedenini anlayamadığım bir üşüme başlamıştı.

Kanım yeniden donuyor muydu? Ama O gülmemişti ki.. artık gülmüyordu. Öylece durmuş yakan gözlerle bakıyordu. Üşüme ayaklarımdan karnıma kadar çıkmıştı. Üşüyen organlara inat midemde hoş bir sıcaklık vardı.

Isıtıyordu beni. Tıpkı kışın sokak ortasında yakılan bir ateşte ısınmak gibi bir şeydi. Ateşe tuttuğunuz elleriniz yanar geri kalan yerleriniz titrer. Titriyordum. Yine de içimde, içimin bir yerinde sıcacık bir kor vardı. Gözlerim buğulanmış gibiydi. Bir sis, bir perde gözlerimin önüne çekiliyordu.

Başımı dik tutmaya çalışıyordum. Başım bir sağa, bir sola, öne arkaya düşüyordu. Kulaklarımda yokluğun o iğrenç gülüşleri yeniden çınlamaya başlamıştı. Ellerimle kulaklarımı bastırmak istiyordum ama ellerimi bulamıyordum.

Gözlerimi iri iri açıp bakınmak istedim, bakındım  sandım. Gözlerimi açamıyordum ki.. göz kapaklarımın üzerine binlerce tonluk bir yük yüklenmişti. Yokluğun o şehvetli gülüşleri her bir yanı sarmıştı. Üşümem geçmişti.

Bedenimi duymaz olduğum için olmalıydı. Derinlerden bir ses yankılandı.. doğrulmaya çalıştım.. ses yokluğun sesini boğmuştu.. başımı utançtan eğdim bu yeni sesle.. şimdi o ses çepeçevre kuşatmıştı içinde yaşadığım evi ve kulaklarımda çın çın yankılanıyordu:

“ Nankör kul! Nankör kul!”




Cemal Çalık, 18.08.2013, Konuk Yazarlar, Sonsuz Ark





Seçkin Deniz Twitter Akışı