"Kim tahammül ederdi çıplaklığına kendinin?"
Butimar bir kuş.. derler ki bu
deniz kuşu, denizin bir gün kuruyacağı tasasıyla, deniz kenarında hiç su
içmeden öylece dururmuş. Bunu öğrendiğimde donup kalmıştım.
Butimar bendim. Ondan başka hiç bir
şey bu denli beni betimleyemez. Ondan başka kimse beni temsil edemez. Bunu
anladığımda her şey bitmişti. Bu sırrı gömdüm içime.
İçimin en derinlerine gömdüm. Kimse
görmesin, bilmesin istedim. Kimse görmeyecek, kimse bilmeyecek. Bu hem benim
hayrıma hem de hemcinslerim hayrına olacak olan bir şey.
İçimdeki gömü zehirli. İçimdeki
gömü ateş. Köz. İçin için yanan.. söndürülmesi mümkün olmayan bir yangın. Bu
bir bana apaçık olandı. Bir ben anlayabilirdim. Bir ben taşıyabilirdim. Bir ben
eğlendirebilirdim onu. Bir ben sarıp sarmalayabilirdim. Bir ben koynuna
girebilirdim. Bir benim hoyrat öpüşlerime tahammül ederdi o. Bir benim
bakışlarıma, yalvarışlarıma yanıt verirdi. Bir ben tutabilirdim ellerini.
Saçlarını ben okşayabilirdim.
Zehirli dudaklarının zehri bir bana
dokunmazdı. Akrebin zehri akrebi yakar mı? Bunu kim anlayabilir? Bu sırrı kim
bilebilir? Kim taşırdı ki sırrımı? Kimse! Ben yokluğa dokunmuştum. Ellerimle
dokunmuştum. Soluğunu ensemde duyumsamıştım. Gözlerimi banmıştım keskin bir
bıçak yumuşacık ete nasıl girerse öyle. Söyleyemezdim.
Horlanacağım korkusu değildi
söylemez kılan beni. Ya da bir tımarhaneye kapatılma kaygısı. Hayır! Taşıyacak
güçte kimse yoktu çevremde. Birden dikili vermişti karşıma. Birden. Apansız.
Sanki can damarım kesilmişti.. çöküp kalmıştım.
Bir dağ devrilmişti üstüme. Bütün
bedenim dağın altındaydı ve başımın yarısı. Kafatasımın olanca direnişine
karşın çatırdayarak parçalanışını seziyordum. Ne kadar debelenirsem debeleneyim
kurtuluş yoktu.
İri yarı bir canavar, bir sürü kolu
olan dev bir ahtapot sarmıştı bedenimi ve sıkıyordu. Sıktı. Sıktı. Sıktı.
Nefesim kesildi. Yokluk kör bir testere gibi etlerimi dişledi. Kime
anlatabilirdim? Kim yardım edebilirdi bu yükü taşımama? Kimse!
Kim maskesiz olmaya tahammül
edebilirdi? Benim bu yüküme el atacak kişide de maske olmamalıydı ki yardımı
dokunsun. Kim tahammül ederdi çıplaklığına kendinin? Kimse!
Hemen herkes, görüyordum ki
sıkıntılarını elbiselerine yüklemişler.. elbiseleri taşıyor onları.. onlar
taşıtıyordu kendilerini.. nerede kaldı, aniden karşıma çıkan yokluğu vurmaya
gelmek benimle!
Görüyordum olmayacağını. Olamayacağı
besbelliydi. Kurbanlık bir koyun gibi boynuma bir ip bağladı yokluk. Bağırdım.
Ağladım. Kanlı göz yaşları döktüm. O güldü. Damarlarımda kan dondu onun
gülüşüyle. Buz kesti her yanım. Tir tir titredim. Bir sıtmalı gibi.
Sürüyerek götürüyordu. Bir koyun nasıl
direnirse öyle direndim ben de.. direndim güya.. güya direniyordum.. ellerim
parçalanmıştı. Dizlerim acıyordu. Donan kan damarlarımı yırtarak çıkmaya
çalışıyordu yaralarımdan. Daha bir acı veriyordu.
Yokluk kendine bir kurban bulmuştu
ki evlere şenlik. Pısırık. Direnmeyi bilmeyen. Hep boyun eğmiş.. boyun eğmeyi
fazilet bellemiş benden daha ideal kurban mı olurdu? Direnirdim direnmesine,
ama o gülüşleri yok mu?
O kan donduran.. aklı bulandıran o
gülüşler.. baştan ayağa şehvet olan gülüşler.. boynumdaki ipi o mu bıraktı, ip
mi koptu bilmem.. zor bela doğruldum yerden. Ellerime baktım.
Paramparça olmuştu avuçlarım. İp
yoktu yine de peşinden sürükleniyordum. Ayaklarım çoktan pes etmişti. Bütün
bedenim pes etmişti. Biraz soluklanmak için durduğumda bir sokak köpeği bir
ağaca yanaşır gibi yanaştı bana, kokladı, sonra bir ayağını kaldırıp işedi.
Dizlerimdeki yaraların sızısı
beynimde yanıp sönen kıvılcımlara dönüştü köpeğin sidiğiyle. İnledim.
İnleyişimle kendinden geçmişti yokluk adeta. Acı duydukça galeyana geliyordu
yokluk. Şehvetten gözleri dönüyordu.
Acıyı bastırsam.. acıları
duymasam.. göğüs gersem.. gözyaşlarımı tutabilsem kurtulacak gibiydim elinden.
Kurbanı olmamaya açılan geçit acılara direnmek olsa gerekti. Ama öyle yalnızdım
ki.. insan kendi yaralarını okşayamıyor.. kendi acılarını emziremiyor, gücü
yetmiyor.. eğitemiyor, bir biçim veremiyor... yokluğun ardı sıra yürüyordum.
Kalabalık caddelerden, sokaklardan
geçtim.. pejmürdeliğime gülmekten başka bir şey yapmıyordu hem cinslerim.. ve
tasmalı evcil hayvanları da o ilk sokak köpeği gibi koklayıp işeme
yarışındaydılar yaralarıma.
Berbat durumdaydım. Kötü kokmaya
başlamıştım. Bedenim mi çürümeye başlamıştı yoksa köpeklerin üzerime
bulaştırdıkları mı iğrenç kokulara boğmuşlardı beni ayıramıyordum.
Gözlerimdeki korku kendilerine bulaşmasın diye
çeviriyorlardı başlarını benden. Candan bir bakışla karşılaşsaydım belki büyü
bozulurdu. Müşfik bir ses.. yo! Kimse anlayamazdı. Kimseye anlatamazdım. Dilim
damağım kurumuştu. Nabzım durmuştu. Kalbimin çarpmadığı ayan beyan ortadaydı.
Bilmediğim, yabancısı olduğum bir
kentin meydanında durduk. Önce yokluk durdu. Bu kent yabancıydı yabancı
olmasına ama yaşadığım evi getirip ortasına kondurmuşlar. Tanıdım; yaşadığım ev
öylesine sırıtıyordu ki bu meydanda.. öylesine yabancıydı ki.. benden de beter..
Dış görünüşü, çıplak pencereleriyle
benim evimdi işte. Evin hemen yanında olmaması gereken bir eczane vardı.
Kocaman harflerle “ Şifa Eczahanesi” yazıyordu. Yokluk eczahanenin kapısı
önünde durmuştu. Sırtı bana dönüktü. Dönüp baktı.
O gözler.. donan kanımı bir ateşe
çevirmişti. El etti. Uysallığım, tuttu elimden, zorla dükkandan içeri soktu.
Eczacı kovmaya kalkıştı. Yokluk kendini göstermeden yanaştı eczacıya, kulağına
bir şeyler fısıldadı. Eczacı kovmaktan vazgeçti. Birkaç kutu hapı bir poşete
koyup bana uzattı gülerek.
Aldım. Çıktım oradan. Yokluk önde
ben arkada evime doğru yürüdük. Kapı kendiliğinden açıldı. Şaşırmam gerekiyordu
ama şaşırmadım. Şaşırmayı unutmuştum. Belki de unutkanlık değil en olmaz
olacaklara alışmıştım da bu yüzden şaşırmamıştım. Evet alışmıştım.
Bundan sonra ne şaşırtabilir ki
beni? Hiçbir şey! İşte ne elimde ne dizlerimde her hangi bir yara yoktu. Ve
kalbim de hızlı hızlı çarpıyordu. Her zaman oturduğum deri koltuğumda oturmuş
sehpanın üzerine yaydığım bir sürü hapa bakıyordum.
Hemen karşımda yokluk ateşli
gözlerle süzüyordu beni. Ben sanıyordum ki tutar elimden. Koltuğumdan kaldırır.
Sarar sarmalar. İçime düşürdüğü ateşi söndürür.
Damarlarımda kanın akışı azgın bir
derenin akışını andırıyordu. Sesini duyuyordum. Hapların en acısından bir tane
aldım. Bir yudum suyla içtim. Bekledim. Sonra bir tane daha.. kutular
boşalmıştı.
Bir sürahi su ve bir sürü ilaç.
Midem bulanmıştı bir ara. Sonra durdu. O’na baktım. Soyunmasını umuyordum.
Soyunup koynuna aldığı düşünü kuruyordum. Ayaklarımda nedenini anlayamadığım
bir üşüme başlamıştı.
Kanım yeniden donuyor muydu? Ama O
gülmemişti ki.. artık gülmüyordu. Öylece durmuş yakan gözlerle bakıyordu. Üşüme
ayaklarımdan karnıma kadar çıkmıştı. Üşüyen organlara inat midemde hoş bir sıcaklık
vardı.
Isıtıyordu beni. Tıpkı kışın sokak
ortasında yakılan bir ateşte ısınmak gibi bir şeydi. Ateşe tuttuğunuz elleriniz
yanar geri kalan yerleriniz titrer. Titriyordum. Yine de içimde, içimin bir
yerinde sıcacık bir kor vardı. Gözlerim buğulanmış gibiydi. Bir sis, bir perde
gözlerimin önüne çekiliyordu.
Başımı dik tutmaya çalışıyordum.
Başım bir sağa, bir sola, öne arkaya düşüyordu. Kulaklarımda yokluğun o iğrenç
gülüşleri yeniden çınlamaya başlamıştı. Ellerimle kulaklarımı bastırmak
istiyordum ama ellerimi bulamıyordum.
Gözlerimi iri iri açıp bakınmak
istedim, bakındım sandım. Gözlerimi
açamıyordum ki.. göz kapaklarımın üzerine binlerce tonluk bir yük yüklenmişti.
Yokluğun o şehvetli gülüşleri her bir yanı sarmıştı. Üşümem geçmişti.
Bedenimi duymaz olduğum için
olmalıydı. Derinlerden bir ses yankılandı.. doğrulmaya çalıştım.. ses yokluğun
sesini boğmuştu.. başımı utançtan eğdim bu yeni sesle.. şimdi o ses çepeçevre
kuşatmıştı içinde yaşadığım evi ve kulaklarımda çın çın yankılanıyordu:
“ Nankör kul! Nankör kul!”
Cemal Çalık, 18.08.2013, Konuk Yazarlar, Sonsuz Ark