“…yüksek yıldızların ışıltılı kılıçlarına esrik bir nefes üflüyor; ötüyor gölgenin karanlığı…”
Gölge, cismin ardında ışığın düşemediği yerdir. Işığın gücü artıkça gölgenin karanlığı azalır; ışık, düşemediği yerin karanlığını azaltır. Biz insanlar buna şeffaflık diyoruz. Şeffaflık artacaksa ışık güçlenmeli… güç dengelenmeli.
***
Her kararsızlık kendisini korumaya meyillidir ve kararsızlık da istikrar ile kendi kararlılığını oluşturur. Gölgenin karanlığı, derin kararsızlığıyla mücehhez kararlılığını korumaya direndikçe de ışıkla gölge büyük bir mücadele içine girer. Gölge kendi karanlığını korumayı kendi varlık sebebi sayar. Işık ise ulaşamadığı gölgenin karanlığını hissedilir olmaktan çıkarmaya azmeder. Şimdi çatışmadan tevellüt eden vakıa, kendi cereyan damarlarında mevcut… heyecanlar ise nefessiz.
***
Biz bugün ‘çatışmadan tevellüt eden vakıa’ ile meşgûlüz. Zihnimiz için nehyedemediğimiz düşünceler, bizi gölgenin kendi karanlığını korumaya çalışmasına bakar durumda bırakıyor. Işıkla gölge büyük bir mücadele içinde. Gölge kendi karanlıklarında büyük gizler barındırıyor; bu gizler fütursuzca tehlikenin limit duvarlarına yakınsıyor. Çünkü; gölgenin kaybedeceği şey, çok büyük; erk, haksız hâkimiyet ve karanlık. Gölge kendi varlık duvarlarının kolonlarını kaybedeceği erke bağlamış… geceler sessiz.
***
Doğu Anadolu’nun kudret vehmeden dağları, gölgelerin karanlığına güç veriyor. Organize kalabalıklar, Erzincan’ın İliç ilçesinden dalgalanan ışığın sesine gölgelerini gönderiyorlar. Armalı kapıların ardında vehimlerden gelen karanlığın sarsıntıları var; ondan haykırıyor türbedâr. İliç, Fırat’a verdiği kurbanlardan biri adına diktiği korulukta sabahı bekliyor. Altına hücum eden, keneye tutunan gölgenin takırtıları kulakların ve gözlerin kıyısından geçip gidiyor. Gölge, gencecik on şehit göklere gitsin, ışık kaskatı kesilsin diye kanın iz bıraktığı yerde her yeri aleve veriyor, On altı il’in alayına inen karanlık, yüksek yıldızların ışıltılı kılıçlarına esrik bir nefes üflüyor; ötüyor gölgenin karanlığı…
***
İzbe köşelerde pişirilmiş-yenmiş yetim hakkı nokta nokta iniyor ışığa. Kaybolmuş kanların diyeti kürüyor karanlığı. Işık, gölgenin karanlığını azaltmak için depreşiyor sessiz duruşların renginde; şeffaflık doğuruyor her gün… anneler ölü, anneler hevessiz.
***
Yanlış durmadık, yanlış duymadık; ama biz bugün ‘çatışmadan tevellüt eden vakıa’ ile meşgûlüz. Ahlâk eskitiyor profesörler, illerin çehrelerinde açan güllere inat. Sıfatları profesör, çeneleri gölgenin karanlığının ellerinde. Sivil sivil kanıksanıyor olmuşluğumuza, bir dirsek teması yapıp öne çıkmaya yelteniyoruz. Ezanlar için şehâdet, tilkilerin mezarlıklara bıraktığı gencecik ölülerin şah damarına tutunmaya çalışıyor hâlâ. Bir nebze, sadece bir nebze şen kalmış dul annelerin, nişanlı bâkirelerin binleri aşmış diri cesetlerinden tutuşuyor ışık. Yetimlerin mahzun duruşlarından utanmayan gölge, karanlığın damarlarında korku örüyor; yüksek yıldızların şakırtılı tören kılıçları titriyor her seferinde… emirler demirsiz.
***
Biz korkaklar, biz yardımsever pısırıklar; oylarımızın ışığında dans eden ışık böcekleri. Bir elinde Kur’an bir elinde Nutuk kuşatmasındaki gencecik zihinlerin sıkıştırıldığı mengeneden çıkışlarına bakmaya cesaret edemediğimizde, onları denize atanların yüzebilecekleri tek ellerinden bırakıp derin karanlıklara salacakları şeyleri seçtiremedik. Seçime mahkûm oluşlarına dil düşüremedik. Sınıf sınıf ayrılıp duran çocuklarımızın, her seferinde ikiyüzlü her seferinde korkuyla titreyen istikballerinden korkmalarına ses çıkaramadık.
***
Demedik; bu vatan bizim diyen dedelerimizin kanlarının aktığı yerde diktikleri bayrak ezansız olamaz, Nutuk’un seslendiği yer başka, Kur’an’ın seslendiği yer başkadır; öğretemedik eli-beli silah kuşanmışlarımıza. Bir vurdular düşürdüler kellelerimizi, bir bıraktılar kirpiler gibi üşüyüp yapıştık birbirimize. Havalar ısınınca yine battı dikenlerimiz; birimizden diğerimize bitişip bitişip itiştik. Hep beraber karanlıklara itildiğimizi göremeyecek kadar körleşmiştik… köleleşmiştik.
***
Yanlış yapmaktan korktuk; durduk kaldık ikiyüzlülüklerimizle. Saklarız sandık, sandık sandık cevherlerimizi. Hiç kimse duymasa koruruz sandık. Ansızın yakalandık seccade üzerinde. Ansızın iftardan evvel yememekle tutula kaldık göz altlarında. Karılarımız saklambaç oynadılar, demir kesen seslerin kızgın tavlarıyla. Bizden, bakışlarımızdan doğan sürüngen korkaklığımızı okudular; başlarına karanlık düşürdüler. Her seferinde toptan her seferinde şerefi alınarak sürüklendikten sonra içimize gömdük, içimizde tuttuk gölgenin izlerini. Işığa bakmaya yüzümüz kalmadı. Tâ ki yüzümüze güneş tutulana kadar… biz tutulakalana kadar.
***
Evet; Karadeniz’in azgın dalgalarından Gölcük kıyılarına vurdu gemilerimiz. Sarsılan denizdi, biz değil. Kavrulan şehitlerin kanıydı. Vefa gösterecekti şehit oğlu şehit; neslinin evlâdına… evlâdın istikbâli hatırına.
***
Kendimizi kandırıp “Korkaklar da şeref sahibidirler”, diyecektik. Ama cesurların şerefleri, oyların ışığında dans ederken yakalayacaktı bizleri…
Alper Selçuk, 14.02.2010, Antiseptik Anafor 20
Alper Selçuk Yazıları