“Okula bağlılık oranını arttıracak olan bu sistemin, öğretmen ve okul
performansını ölçecek bir özelliği de var.”
Çok eskiden, hayatın daha zor olduğu dönemlerde anne-babalar çocuklarının okul süreçlerini pek takip etmezlerdi. Takip etmezlerdi, çünkü takip etmek gibi bir zorunlulukla kendilerini sorumlu tutmazlardı; onların derdi hayat süreciydi. Sorumluluk bilinci çocuğun kendi iradesine yüklenen bir yüktü.
Okuyacak olan çocuk, okurdu; bunu
belli de ederdi. Anne-baba ‘Sırtımızdaki ceketi satıp okuturuz’ der, açık
destek verirlerdi çocuklarına. Ya da sanayide çıraklık gibi bir hedef
gösterirlerdi.
Çocuk kendi aklıyla kendi iradesiyle bir karar verirdi. Hayat zordu, ama
çocuklar o zorluğu kendi kararlarına bağlı olarak algılardı. Okur, bir meslek
sahibi olursa zorluklar kolaylıkla aşılacak; okumaz çıraklık-kalfalık-ustalık
gibi bir sürece razı gelirlerse zorluklar artacaktı.
Okumanın zorlukları kendi içinde başka başka olsa da, ‘okuyor’ denerek
gündelik hayatın yokuşlarına sürülmeyecek kadar özenle bakılırdı çocuğa.
Okumayan ise o yokuşlara sık sık sürülürdü, ‘Nasılsa ömür boyu yokuş
tırmanacak, şimdiden alışsın!’ diye. Gelişmiş 21. Yüzyıl pedagojisi henüz bu
kaliteye ulaşmadı, ama geçmiş böyleydi. Etkili bir eğitim süreci algısı vardı ve
insanların hayatlarını kurmaları hususunda Türkiye’de iyi sonuçlar aldı. Ama
bugün fotoğraf farklı.
Geçmişin sorumluluk duyguları gelişmiş çocuklarının her biri birer anne ve
baba olarak toplumun direktif merkezindeler. Fakat ne yazık ki; okumuş,
üniversite bitirmiş olan bu ebeveyn okumamış, hatta okuma yazma bilmeyen kendi
ebeveyni kadar kaliteli bir pedagojik süreç izleyemiyor. Açıkçası çok
beceriksiz.
Kötü niyetli olduğundan değil, aksine iyi niyetli olduğundan çağdaş
psikolojinin tüm önermelerini alıp uygulayan ‘bilinçli’ bir ebeveyn türünden
söz ediyoruz. Çocuğu bir makine, bir bilgisayar programı, bir robot gibi algılayarak
kontrol ve koordine etme iddiasındaki çağdaş psikolojinin büyük yanlışlarını ayırt edemeyen bilinçli
ebeveyn, her şeyi elini yüzüne bulaştırıyor.
İnsanın davranışlarını analiz ederek sorunları tespit etme iddiasındaki Psikoloji
haddini aşarak, insan inşa etmeye çalışıyor ve insanın bireysel var oluşunu
rahatsız ediyor. Çocukların, ebeveynlerinin sorumluluk aşılamalarına verdikleri
tepkinin asıl nedeni bu.
Çocuk her ânını kuşatan ve yönetmeye kalkan herkesi, rahatsız edici buluyor
ve farkında olarak ya da olmayarak kapılarını kilitliyor. Bu kez ebeveynler,
terapistler, psikologlar, pedagoglar el ele verip bütün güçleriyle o kilitleri
açmaya çalışıyorlar; kovuldukları eve zorla girmeye çalışıyorlar.
İşte biz bunların farkında olanlar, çocuklarla
aramıza giren ebeveynleri, psikologları ve diğer ‘meslek’ gruplarını kovmayı
tercih ediyoruz. Herkes işini yapmalı… ben bir eğitimci olarak, çocuğa ulaşmakta
başarısızsam bunun nedenlerini araştırdığımda ebeveyn ve diğerleri devreye
girmeli. Aksi halde hepsinin verdiği zararı telafi etmem, etmemiz çok zor.
İlkokul düzeyine kadar inmiş olan depresyon tedavisi bu yüzden her şeye,
herkese ve özellikle çocuklara zarar veriyor.
İşimizdeki zorluklar ebeveynle, davranış çalışanlarıyla sınırlı değil. Bir
de devlet var karşımızda. Her gün yeni bir liselere, üniversitelere giriş
sistemi üreten bir devletle başa çıkamıyoruz. Ebeveyni, davranış uzmanlarını
çocuklarla aramıza girmekten alıkoyabiliyoruz, ama devlet; hayır, onu
kovamıyoruz. Tepemizde duruyor ve bize sormadan, bazen de sorarmış gibi yaparak
sistemler üretiyor. Ürettiği sistem başarısız olunca sistemi yeniden tartışmaya açıyor; aynı yol aynı sonuç.
Yanlış ve doğru insan yaratılalı beri değişmedi. İnsana dayatmada bulunursanız
Tanrı da olsanız dışlanırsınız. O zaman ikna edeceksiniz. Kur’an ikna üzerine
kurulu. Ve ilahî özelliklerini koruyan dinler Sokratik yöntemle insanın içine
hitap edip, insanı kendi içinde ikna etme üzerine sistematize edilmiş.
Çok övünen batı medeniyeti de bu anlamda başarılı sayılmaz. Gizli
yönergelerle gelinen noktada Avrupa ve Amerika kıtalarında eğitim-öğretim
çökmüş durumda. Ya da şöyle söyleyelim; başa dönmüş durumda. Okuyacak olan
çocuk okuyor; ama okumayan çocuk çıraklıkla başlayan bir sürece entegre
olamıyor. Bir sorun alanı olarak büyüyor
ve aktığı yönde tüm zararlı alışkanlıklar ve bağımlılıklarla çürüyüp gidiyor;
yetişkin olma fırsatı başlamadan yok oluyor.
Başlangıçtan bugüne defalarca kendisi ve adı değişen ‘Liselere Giriş Sınavları’,
en son ortaokul 3’te yani sekizinci sınıfta yapılan tek sınava indirgenmiş ve bu
sistemin de 2012-2013 eğitim-öğretim yılı itibarı ile tümüyle kalkacağı ilan
edilmişti. Önceki sistemde 6,7 ve 8. Sınıflarda yapılan Seviye Belirleme
Sınavları (SBS) puanlarından elde edilen, orantılı olarak yapılan hesaplama
sonucunda ortaya çıkan yerleşme puanına göre, bir öğrenci Fen, Sosyal Bilimler
ve Anadolu Liselerine yerleşiyordu. Yerleşmeyen öğrenciler de Açık Liselere ya
da meslek liselerine yönlendiriliyordu. Ağır aksak da olsa emek-ürün ilişkisi
yürüyordu. Okuyan çocuk belli oluyordu.
‘Her yıl SBS, her yıl dershanelere gitmeyi zorunlu kılıyor' ya da ‘Tek
sınavla çocuğun hayatını belirlemek haksızlık değil mi?’ gibi itirazlarla
ebeveynin ve eğitimden anlamayan medyanın baskılarıyla Eğitim Bakanlığı
neredeyse her yıl sistem arayışlarına girdi. Uzun tartışmalar sonucu bir açıklama yapıldı. 'Temel Eğitimden Ortaöğretime Geçiş' (TEOG) adıyla üretilen
yeni sistem yine melez bir sistem; hani ne reddedilebilir ne de kabul
edilebilir özelliği öne çıkan bir sistem.
Bu sebeple 2013-2014 eğitim öğretim yılı itibarı ile uygulamaya girecek olan yeni sistemi olumlu ve olumsuz yönleriyle incelemek gerekiyor.
İki ana sorun başlığı altında incelersek, birine ‘Sınavlar ve Sorunlar’ başlığını,
diğerine de ‘Öğretmen Kanaati ve Sorunlar’ başlığını seçmemiz gerekecek.
‘Sınavlar ve Sorunlar’ başlığında piyasada yapılan tartışmalara
katılmıyorum. Önce getirilen yenilikten söz edeyim... Türkçe, Matematik, Fen ve
Yabancı Dil gibi ana derslerden her dönemde üç sınav, İnkılap Tarihi ve Din
Kültürü derslerinden ise iki sınav yapılıyordu. Yeni sistemde bu sınavlardan
ana derslerin 2. Sınavları, İnkılap ve Din Kültürü derslerinin de ilk sınavları
Milli Eğitim Bakanlığı tarafından gönderilen sorularla test olarak yapılacak.
Ders öğretmenlerinin gözetmen olamayacağı ve yanlışların doğruları götürmeyeceği
sınavlar ilk eğitim-öğretim döneminde aralık, ikinci eğitim-öğretim döneminde
nisan ayında yapılacak. Toplam altı dersten yılda iki sınavdan 12 sınav; üç
yılda da 36 sınav yapılmış olacak. Liselere yerleşmedeki %60 oran, 6. Sınıf’ta yapılan 12 sınavdan
alınan puanın %10’u,7. Sınıf’ta alınan
puanın %20’si ve 8. Sınıf’ta alınan
puanın %70’i baz alınarak hesaplanacak. Bu 3 yıl sonunda elde edilen puanlara ve %40 öğretmen kanaatine göre okul tercihleri
yapılacak.
SBS sayısı 1’den 36’ya çıktı diyerek yüzeysel eleştiri yapanlara söyleyecek
sözüm şu; hayır çıkmadı. Sadece okullarda yapılan sınavlardan bir tanesi
merkezî olarak yapılacak; ek sınav yok ve ayrıca merkezden yapılan yazılı sınav
olarak değerlendirildiğinde sorular, okullardaki sınav sorularına göre çok daha
nesnel ve kolay olacak. Öğrenci değişerek artan oranlara göre üst sınıflarda
performansını arttırma fırsatı bulacak ve geçmişteki tembelliğinin bedelini
ağır bir şekilde ödemeyecek.
Okula bağlılık oranını arttıracak olan bu sistemin, öğretmen ve okul
performansını ölçecek bir özelliği de var. Doğrudan denetim diyebilirsiniz
buna. Ve çok iyi sonuçları olacak. Elbette riskler de var; başarısızlığın tek
sorumlusu olarak öğretmenin öne çıkması ve haksız eleştiriler alması da
mümkün. Ancak sistemde her bir
öğrencinin geçmiş performansı var ve bu durum öğretmen için risk oluşturmanın
önünde en büyük engel.
Sistemin belki de en büyük eksiği, ana derslerdeki 3
sınav sayısının fazla ve gereksiz olması. Okulca yapılan yazılıların tamamen kaldırılması daha iyi sonuç almayı
mümkün kılabilirdi. Her dönem yapılacak bir merkezi sınav bir de telafi sınavı
yeterli olabilirdi.
‘Öğretmen Kanaati ve Sorunlar’ başlığındaki tartışmalara katılıyorum. Liseye
yerleşecek bir öğrencinin %60 SBS puanları %40 öğretmen kanaatine mahkum
olmasının savunulabilir hiçbir tarafı yok. O saate dek sorumluluklarını yerine
getirmesi gereken öğretmen söyleyecek tüm sözlerini ve kanaatlerini
tüketmiştir; öğrencinin geleceği üzerinde böylesine yüksek bir oranda söz
söyleme hakkı asla yoktur; olmamalıdır. Bir veliye bile bu oranda söz söyleme
hakkı tanımayan bir sistemin çatışma üretmekten başka bir sonucu olması mümkün
değildir.
Türkiye’de bir öğretmen kalitesi sorunu vardır ve bu sorun çözülmeden
öğretmene sırf okuldaki disiplin üzerinde söz hakkı olsun diye bu kadar büyük
güç verilemez. Öğretmene itibarı,
çocuğun geleceği üzerinde, ne kadar âdil kullanılacağı belli olmayan etkili
olma gücü vererek kazandırma düşüncesi baştan sona hatalıdır. Öğretmen,
öğrencisi ile sıcak bir diyalog kurarak onu dönüştüremiyor, sonuç olarak eğitemiyorsa,
ona yeni bir dayak türü hediye etmenin anlamı yok. %40 kanaat puanı dayaktan
beterdir.
Eğer bu ülkede öğretmenin kalite sorunu olmasaydı, zaten devlet hemen her
yıl yeni bir sistem arayışına girmezdi. Hiçbir sistem öğretmenin kalitesinden
bağımsız bir şekilde yaşayamaz. Devlet ürettiği strateji ile öğretmen
kalitesini arttımak yerine, öğretmenin etki alanını ya kısıtlıyor ya da
orantısız bir şekilde genişletiyor. Sorunu tartışmak yerine boşluğa itiyor. Çelişki
üreterek o çelişkilerden besleniyor.
Öğretmenin kalite sorununu ortadan kaldıracak iki yol var. Birincisi;
öğretmeni en düşük üniversite mezunu maaşı utancından kurtarmak. İkincisi;
verimsiz, emekliliği geçmiş gitmiş öğretmenler için emekliliği câzip hâle
getirecek önerilerle, teorik donanımı yüksek genç öğretmenlere yer açmak ve genç
öğretmenleri öğretmenlik mesleğinde olgunlaştıracak projeleri devreye sokmak.
Cumhuriyet tarihinde tartışılarak üretilmiş tek sistem bu ve bunu en
verimli hâle getirmeyi hedeflemek zorundayız. Yararsız ve ideolojik
tartışmaları geride bırakmanın zamanı geldi geçiyor. Bu sistem (TEOG) dershanelere
olan ihtiyacı da ortadan kaldıracak özelliklere sahip. Yeter ki merkezî sınav
soruları kaldırılan SBS sınavlarındaki gibi müfredat ağırlıklı olmaya devam
etsin.
Herkesin iyi bildiği işini en iyi
şekilde yapmasının başka yolu da yok. Ebeveyn, çocuğun zorunlu ihtiyaçlarını
karşılayacak, öğretmen ve okul zihinsel süreçlerdeki ihtiyaçlarını. Ne ebeveyne ne de öğretmene gereksiz yükler
yüklemeye de hiç gerek yok.
Umarım yeni sistem bu eleştiriler dikkate alınarak olgunlaştırılır ve
üniversitelere giriş için liselere uygulanabilir hâle getirilebilir. Aksi
halde daha büyük sıkıntılar üretmiş olacak devlet; çocuklarımız devlete karşı da kapılarını kilitleyecekler.
Mustafa Eyyüboğlu, Üç Eylül İkiBinOnÜç
– Yirmiüç