"Din bu değil, güzel ahlak bu değil. Bir sürü şüpheyle dolmamalı Müslümanların düşünceleri."
Câmi’den çıktı. Yürüdü ve evine gitti. Karısı
yemek hazırlamıştı. Sözleşmişlerdi, Cuma’dan sonra yiyeceklerdi. Sofraya oturdu. Karısı son eksiklikleri tamamlayıp sofraya
oturduğunda adam yerinde kımıldadı ve konuştu:
“Sana bugün Cuma Namazı’nda yaşadıklarımı anlatmamı ister misin, Hanım?”
Karısı meraklı gözlerle kocasına baktı:
“Hayırdır?” diye sordu.
Adam gülümseyerek cevap verdi:
“Hayr, hayr!” dedi. “İnşaallah!”
Sonra sözlerini sıra sıra dizdi:
“Câmi’ye girdim. Normal katta arka sıralarda ve
alt katta yer vardı. Alt kata inmedim.
Arka sıralarda bulduğum bir yere oturdum. Merkezî sistemden bir vaiz Cuma vaazını
veriyordu. Onu dinlemeye başladım. Şu an sorsan, vaizin ne anlattığını
hatırlamam derim sana. Niye dersen; dikkatim dağıldı derim. Dikkatin nasıl
dağıldı dersen; işte o andan itibaren başlayarak anlatacağım şeyleri iyi dinle!”
Adam lokmasını yuttu. Ben o sırada alnındaki
damarlarda geziyordum. Anlatmaya devam etti:
“Dizlerimi bükmüş, tahiyyat oturuşunda vaizi
dinliyordum. Birden omzumda bir baskı hissettim. Bir el omzumu bastırdı, beni
omzumdan sağa doğru itti ve omzumu iten adam oluşan boşluktan geçerek bir ön
safta bulduğu daracık yere oturdu.
Adamın yüzünü görmüyordum. İçimden ne kadar hoyrat bir adam dedim.
Omzumu bastırmadan geçebilirdi. Omzuma dokunur, bana kendisini fark ettirir,
ben de biraz yana çekilir geçmesi için uygun bir aralık bırakırdım. Ya da
omzumu o kadar dikkatle ittirir, ki; ben o eldeki hassasiyeti hisseder ve şu an
düşündüklerimi düşünmezdim. Adam muhtemelen yaptığı şeyin farkında değildi ve
benim ne düşündüğümden asla haberi olmayacaktı. O, Cuma namazı kılmak için
camiye gelmişti ve namazı kılıp gidecekti. Onun için o anki sıkıntı yer bulma
sıkıntısıydı, hoyratlığının da farkında değildi. Yine muhtemelen bütün hayatında
böyle hoyrattı. Çünkü; oturmadan önce ayakta şöyle bir kemerinden tutarak
pantolonunu yukarı çekmiş, sağını solunu toparlamış ve öylece oturmuştu.”
Karısı gülümseyerek sordu:
“Adamın birkaç hareketinden bu kadar sonuç
çıkarman haksızlık değil mi?”
“Bunu da düşündüm; nihayetinde omzumu kırmadı,
acıtmadı, sadece sertçe ittirdi ve böyle davranarak benim dikkatimi dağıttı. Senelerdir câmiye gidiyorum, bazen ben de önde
boş yer varsa, yan yana oturan insanların omzuna dokunuyor, onların
kendiliklerinden yol vermelerini bekliyordum. Üstelik kimi zaman farkında
olmadan geçerken ayağım kollarına da değiyordu. Ama dönüp bir özürle
dikkatlerinin dağılmasını engelliyordum. Adam da aynısını yapabilirdi. Yapmadı;
o yüzden hoyrat bir adam olduğunu düşündüm.”
“Peki, sonra?” dedi karısı merakla.
“Sonra vaiz vaazı kesti, ezan okundu. Kalktık
ilk dört rekat sünneti kıldık. Ben aklımdan az önceki sıkıntıyı silmeye çalışırken
namaz da tamamlandı. Câmiler mi dardı, insanlar mı dardı? Müslüman hassas olmalıydı.
Namaz esastı, ama namazı kılmak için başka hoyratlıklara sebep olmamalıydı
insan. Benim derdim, Müslümanların topyekun hoyratlaşmasıydı. Kadını, erkeği
câmiye geldiğinde birbirine karşı o kadar dikkatsizler ki. Alelacele, sıkış-tıkış
namazı kılıp gitmekten sağlarına sollarına dikkat etmeyen birer robot gibiler, diye
düşünüyordum. Vaizler, insanî ilişkilerden ziyade hikayelerden bahsediyorlar.
Oysa insan, kendisine, Allah’a ve diğer insanlara karşı ilişkilerinden oluşan
bir varlık. Vaiz bunları anlatmalıydı. Vaizin ne anlattığını da bu yüzden
unuttum. Vaaz dinleyenlerin, o günkü ve
önceki tüm Cuma namazlarında vaizlerin anlattıklarını unutmaları, vaizlerin anlattıklarının insanın ruhuna dokunamayışından
kaynaklanıyor, diye düşündüm.”
Karısı, sabırla dinlerken sordu:
“Peki hutbe?... Hutbede imamın anlattıklarını hatırlıyor
musun?”
“Bir kısmını!” diye cevap verdi adam. Alnındaki
damarlar yeniden kabardığında yerimi değiştirdim. Sinirlenmiş gibiydi adam; ama
sakin sakin anlattı:
“İmam, hutbeye başladığında, az önceki adamın
sebep olduğu düşünceler aklımdan çıkıp gitmişti. Dikkatle minberdeki imamı dinliyordum.
Anlattığı hikayeye kadar ne anlattıysa şu anda hiçbir harfini hatırlamıyorum. O hikayeyi
anlattığı andan itibaren yine koptum. Konu herhalde güzel ahlaktı. Tam da o
anki meseleye uygun bir konu. İmamın anlattığına
göre hikaye şöyleydi:
“Peygamber Efendimiz’in torunu Hz. Hasan’ın,
öfkeyi yutup suç bağışlama konusunda pek güzel bir davranışı vardır. Bir gün
Hz. Hasan’ın kölesi elindeki tabağı düşürerek efendisinin elbisesini
kirletmişti. Bu dikkatsizliği sebebiyle ceza göreceğini zanneden köle, “Onlar
bollukta ve darlıkta sarfederler, öfkelerini yenerler, insanların kusurlarını
affederler. Allah iyilik yapanları sever” mealindeki Âl-i İmrân Sûresi’nin 134.
ayetinin “Onlar ki, öfkelerini yenerler”
kısmını okuyuverdi. Hz. Hasan köleye bakarak: “Yendim” dedi. Köle âyetin “Ve
onlar insanları affeder” bölümünü okuyunca Hz. Hasan “Bağışladım” dedi. Buna
çok sevinen köle âyeti tamamlayarak “Ve Allah iyilik edenleri sever” deyince, Hz. Hasan: “Ben de seni âzâd ettim”
dedi ve köleye 400 gümüş akçe vererek onu hürriyetine kavuşturdu.”
Adam, yemeğe ara vermişti. Kendinden geçecek
derecede dalgındı, anlatırken konuya o kadar konsantre olmuştu ki, alnındaki
damarlardan ayrılmak zorunda kaldım. Karşısına geçtim ve onu izlemeye devam
ettim. Karısına baktı ve zihninden
taşanları anlattı:
“Peygamberimizin torunu nasıl köle sahibi
olabilir? Hadi diyelim dönemin alışkanlıkları yüzünden, savaş esiri, hediye
vesaire sebeplerden kölesi olmuş olsun; bir peygamberin torunu, ayeti ezbere
bilen bir müslümanı nasıl köle olarak tutabilir? Buraya kadar her şeye tamam
diyelim, yoksulluğu ile anlatılan bir peygamberin yine yoksulluğu ile bilinen
kızının ve damadının oğlu olan torunu 400 gümüş akçeyi birdenbire nereden bulup
köleye verebilir? Zengin olamaz mı? Olabilir, elbette; ama her Müslüman gibi
ihtiyaçtan fazlasını infak etme emrine tâbi olan bir peygamber torunu 400 gümüş
akçeyi verebilecek bir keseye sahip olabilir mi?”
Karısı, adama şaşkınlıkla bakıyordu. Adam
karısının cevap vermesini bekliyordu. Ben adama ‘deli midir’ diye bakarken,
aslında deli olanlar onun sorguladıklarını sorgulamayanlardır diyordum kendi
kendime. Adam içimden geçenleri tek tek saydı:
“İmam deliydi; anlattığı şeyi sorgulamamıştı. O hutbe metnini hazırlayan deliydi, o hutbeyi
sorgulamadan dinleyip çekip gidenler de deliydi. İşte böyle hutbeler, böyle hoyrat
adamlar icat ediyorlardı. Güzel ahlakı anlatacak olan hikayeler o kadar kopuktu
ki hayattan, hikayeler gerçek miydi, değil miydi, amacına ulaşıyor muydu, hiç
belli değildi. “Öfkeni yen, kusurları bağışla ve iyilik yap!” Bu üç emri
levhalara yazıp câmilerin girişine assalar daha etkili olurdu. İmam sadece ayeti okuyup minberden inse
yeterdi.”
“Haklısın!” dedi karısı. “Senin düşündüklerini
kim düşünüyor ki?”
“Benim düşündüklerimi herkes düşünmedikçe kimse
güzel ahlaktan bahsedemez. Ben, sen, o değil mesele; mesele uydurulmuş
hikayelerle anlatılan dinde, makyajla çirkinleştirilen güzel ahlakta. Din bu değil,
güzel ahlak bu değil. Bir sürü şüpheyle dolmamalı Müslümanların düşünceleri.
Temiz, duru amaca hizmet eden, insana dokunan hikayeler olmalı. Varsın
yaşanmamış olsunlar, ama doğru şeyler anlatsınlar. Bunları yapamıyorsak, sadece
ayetlerle hitap etmeliyiz insanlara.”
“Yemeğin soğudu!” dedi karısı. “Bari sakin kafayla
namazını kılsaydın. Yine de Allah namazını kabul etsin!”
“İmam Felak ve Nass surelerini okudu cumanın iki
rekatlık farzını kıldırırken!” diyerek gülümsedi adam, “Namazı çok iyi
hatırlıyorum. Fakat imam farzdan sonra ilk defa bugün Salât-ı Münciye duasını
okudu. Türkçesi şöyle “Allahım! Efendimiz Muhammed’e (sav) ve onun ehli beytine
salât et. Bu salâvat o derece değerli olsun ki: Onun hürmetine bizi bütün korku
ve belalardan kurtarsın. Bizim ihtiyaçlarımızı o salâvat hürmetine yerine
getirsin, bizi bütün günahlardan bu salâvat hürmetine temizlersin, o salâvat
hürmetine bizi derecelerin en üstüne yüceltirsin, o salâvat hürmetine hayatta
ve öldükten sonra düşünülebilecek bütün hayırlar konusunda gayelerin en sonuna
kadar ulaştırsın. Ey merhametlilerin merhametlisi bize bunları merhametinle
nasip et. Allah Tealâ bize kafidir ve ne iyi bir dost, ne iyi bir vekildir. Ey
Rabbimiz, senin mağfiretini dileriz, dönüş yalnız sanadır.”
“Ne güzel işte!”
“Ne güzel değil işte Hanım!” dedi adam
kızgınlıkla. “Sen, “Bu salâvat o derece değerli olsun ki: Onun hürmetine bizi
bütün korku ve belalardan kurtarsın. Bizim ihtiyaçlarımızı o salâvat hürmetine
yerine getirsin, bizi bütün günahlardan bu salâvat hürmetine temizlersin, o
salâvat hürmetine bizi derecelerin en üstüne yüceltirsin, o salâvat hürmetine
hayatta ve öldükten sonra düşünülebilecek bütün hayırlar konusunda gayelerin en
sonuna kadar ulaştırsın” demek, ne demek
biliyor musun?”
“Ne demek?”
“Bir salâvatla
her şeyi garantilemeyi istemek ne demekse o demek. Bütün güzel ahlakı da
salâvat getirmekle gereksiz hâle getirmek demek. Salâvat, kutsamak demektir; bir Müslüman,
peygamberini ve onun ehlini kutsadığında, o kutsamanın hürmeti, bütün korku ve
belalardan kurtulmanın, bütün
ihtiyaçların temininin, günahlardan arınmanın, dünyada ve ahirette bütün
hayırları istemenin sebebi olamaz. Bir Müslüman bunu isteyemez; bunu isteyerek
güzel ahlakla ahlâklandığını sanamaz. Tıpkı bugün Cuma namazı kılmak için
câmiye gelen adamın bana yaşattıkları gibi. Adamın namazı ayrıdır, o namazı
kılmak için yaptıklarından doğan sonuçlar ayrıdır. Salâvatla o istek listesi arasında hiçbir
ilişki yok!”
Kadın gözlerinden akan sevgiyle fısıldadı:
“Öfkeni yen, kusurları bağışla ve iyilik yap!”
Adam sustu; karısına baktı dikkatle ve tane tane
konuştu:
“Öfkem bana ait değildir, kusurlar bütün Müslümanlarındır
ve bunları anlatmam da benim iyiliğimdir!”
Ben o andan sonra orada duramadım. Adam haklıydı.
İnsan ruhunun bütün evrene dağılan parçalarından biriydim. Konduğum bu
damarlarda biriken, gezinen sabırsızlığı anlıyordum. Fakat yapabileceğim bir şey yoktu.
Adama el salladım uzaktan. Beni ve elimi görmedi tabi.
İyi bir adamdı; inşallah iyi kalmayı başarırdı.
Mustafa Ege – Cuma, 20/09/2013 –22:27/ İz
Etki Ekinoksları 23