“Ferâset başka bir şey,
tek başına tahsille olmuyor; biraz
terbiye gerek, iman gerek.”
İnsan buldukça daha fazlasını ister, ne yaparsın; mayası budur. Yeniler odun yakmasını bilmez, kömürün tozunu yutmamışlardır. Klimalı, doğal gazlı rahata alışmışlar, e sıkıntı azalınca insanın huzuru artmıyor demek ki, bizim zamanımızın terörü, yokluğu huzurumuzu bu kadar bitirmemişti. Rahat batar insanoğluna.
Havalar soğumazdan evvel, güzün en büyük sıkıntımız odundu. Ararsın, paranla bulamazsın. Oduncu yağmur yedirene kadar bekletir odunu; yağmurdan evvel yok satar, yağmur düştü mü Eylül’de, Ekim’de, bakarsın oduncunun kantarları çalışıyor, at arabaları sıra sıra bekliyor. Odun’un hem kilosu pahalı hem de çekeri fazla. Oduncu’ya kız vermek ya da oduncudan kız almak evlâ işlerden. Para varsa yazdan, ağustostan kuru kuru alırsın odunu. Karaborsaya da düşmez; ıslak ıslak da yakmazsın.
Odunu almak ayrı bir
dert, onu muhafaza etmek ayrı bir dert. Hem yağmur yemeyecek hem de kışın
soğukta içeriden çıkacak olana sıkıntı vermeyecek bir yerde olacak odun.
Odunluklarımız hep merdiven altlarıydı. Bazılarımızın evinde çinko altı
yüklükler, ahırlar olurdu. Çıra lazım sonra.
80’lerde talaş çıktı.
Marangozun hızarda kestiği odunun, ağacın tozlarına talaş diyorlardı. Yavaş yavaş
yanardı; üşütmezdi adamı. Ama oduna göre biraz pahalıydı; herkes alamazdı.
Kömürü ise Adanalı hiç bilmez; resmi dairelerin kalorifer kazanları için sokağa
dökülen ve kömürlüğe taşınan kömürü
görürdük arada bir. Kömür bize mangalda lazımdı. O da taştan olmayacak; ağacın
yanmışından olacak. Gerçi çocuklarla mangal yapacak zamanımız olmazdı. Esnaf dediğin
pazar günü öğleden sonra ancak vakit bulurdu evde kalmaya. Araba yok, ehliyet
yok; nasıl gideceksin pikniğe?
Odun sobasının tadı
başkadır. Harıl harıl yanar. Koyarsın üstüne demliğini, çaydanlığını, çayın
yavaş yavaş kıvamına gelir. Sırtın ısınır, ıslağın kurur. Hele bir de üstüne
kestaneleri koydun mu, çatır çatır sesleri gelir. Elinde hoplata hoplata
soyarsın, önce çocuklara sonra annene yedirirsin. Hanım mı? Hanım kendi yer.
Kimse görmese ona da verirsin amma… işte öyle.
Yağmur yağdığında,
Adana’nın yağmurları başkadır hem, sağanak yağar kışın bol bol, sobanın yanına
kıvrılıp uyuklamak gibisi yok. Dedim ya bize ancak emekliliğimizde nasip oldu
bu. O vakte kadar önü açık, darabalı dükkanda giydiğimiz kaputlarla sarınırdık. Elektirik sobası
ısıtmazdı; bir piknik tüpüne taktığımız ızgara ile ısınmaya çalışırdık.
Hey gidi Özal! Allah rahmet
etsin, çok çabaladı elektrik için. Telefon onun hediyesidir,
elektrik Türkiye’nin her köyüne onun zamanında gitti. Otoban dediler, Özal
otoban yapıyor, Pozantı’dan Anteb’e. Kaymak gibi yol, kocaman, geniş. Memlekete dirlik getirdi.
İlk cumaya giden Reis-i Cumhur'du, Özal. Yanlışları yok muydu? Allah en iyisini bilir, ama biz,
bu memleketin horlanmış müslümanları, onu cumaya gider görünce sevinirdik,
umutlanırdık. Evren, memlekete ayrımcılık tohumu ekmişti. Başörtülü başörtüsüz
diye ayırmıştı kızlarımızı, kadınlarımızı. Koskoca genelkurmaybaşkanısın,
devlet başkanısın, kendi zorunla cumhurbaşkanısın, ne istersin kadının, kızın kılığından, kıyafetinden?
Bu memlekette insanın bir dini, bir de namusu var uğruna öldüğü. Niye çaresizliğe sürüklersin insanları? Kürdü döve döve çıkardın dağa, ne oldu? Ne kazandın? Çok istedin, ama müslümanı dağa çıkaramadın. Sabrıyla, gayretiyle şimdi seni yargılıyor mahkemelerde bu millet. Demek ki yanlış yapmışsın.
Bu memlekette insanın bir dini, bir de namusu var uğruna öldüğü. Niye çaresizliğe sürüklersin insanları? Kürdü döve döve çıkardın dağa, ne oldu? Ne kazandın? Çok istedin, ama müslümanı dağa çıkaramadın. Sabrıyla, gayretiyle şimdi seni yargılıyor mahkemelerde bu millet. Demek ki yanlış yapmışsın.
Bu millet kimseye
zulmetmemiştir, kendine zulmedeni de affetmemiştir. Ha, biraz uzun sürer hesap
sorması, ama illâ ki sorar. Cahilimiz de çoktur amma geniş yürekli, ferâsetli
olanlarımız da çoktur. Her köyde her mahallede görürdünüz o adamları. Ama şimdi
yok öyleleri. İyi ki yok, şimdi herkes her şeyi görüyor, biliyor diyeceğim, fakat
ferâset başka bir şey, tek başına tahsille olmuyor; biraz terbiye gerek, iman gerek.
Kızı, gelini küsen,
gelir bulurdu bizi; araya gir diye. Mahkeme nedir bilmezdi kimse. Hatır diye verirlerdi kızlarını babalar; damatlar da
hatır diye dengelerini muhafaza ederlerdi. Kavga olurdu, ama izi kalmazdı
ailede. Mahkemeler iz bırakıyor, yuva dağıtıyor; keşke adalet dağıtabilseler,
keşke kadınla erkeği bir arada tutmanın yollarını bulsalar da çocuklar mağdur
olmasa.
Dul kadın eskiden
sıkıntı çekerdi, ana-babasına, kardeşlerine yük olurdu, musallat olan da çok
olurdu; o da çaresiz boyun eğerdi. Şimdi öyle değil, ama dul kadın yine mağdur.
Eskiden çocukları babaya verirlerdi, kadın yine kocaya varırdı; şimdi çocukları kadına veriyorlar kadın da çocuklar başındayken kocaya
varamıyor. Hani, ne çözdünüz siz?
Zaman geçiyor, her şey
değişiyor, ama insan değişmiyor. Allah emretmiş, demiyor kimse, kanun şunu
diyor, bunu diyor. Desin, uyalım; ama kanun da adaletli olsun. Kanun dediğin ne
ki? 276 kişi evet dedi mi 76 milyon o
kanuna uymakla mükellef, onu da sıkıntı çıkınca değiştiriyorlar. Madem her
şeyi biliyorsunuz, çıkarın bir kanun hiç değişmesin. Var mı öyle bir ferâsetiniz?
Adam öldüren, kadının ırzına musallat olan, birkaç sene sonra sokaklarda
geziyor. Maktül’ün, mağdurun acısını kat kat arttırıyorsunuz. Hırsız, elini
sallaya sallaya geziyor, sabıkası bakkal defteri gibi.
Özal zamanı, bolluk da
oldu, yoksulluk da oldu. Paralanan kibre kapıldı, yoksul arsızlaştı; ama hep
terbiye eridi. Terör 80’den evvel üniversitelerden çıkıyordu, yine oralardan
çıkmaya devam etti.
Nasıl da hatırlıyor
insan? Gün gün yaşamışsın, unutabilir misin? Allah bu millete zeval vermesin,
müslümanlara merhamet etsin. Hâlimiz hâlâ çok zor.
Piro Zaza, Sonsuz Ark, 27.09.2013