“Rasulüllah bir kul gibi yiyip, içiyor, yatıp, kalkıyor,
gezip oturuyor ve bir kul olduğunu söylüyordu.”
İmam Cafer-i Sadık
-5-
Sen, ben, O. Siz, biz, onlar. Yani hepimiz. Bir
keresinde, bir defasında, her defasında, her anında, bir anında, konuştuğunda, sustuğunda,
olduğunda, olmadığında, durduğunda, sanmalarında, sanılarında, kanılarında,
kaygılarında, sızılarında, acılarında, yanında, yalnızlığında, bir
olduklarında, bir olmalarında, bir oluşlarında.. yani sen, ben, O. Yani siz,
biz, onlar.. biz ne isek, O da oydu. Yok! Biz ne isek, O, o değildi. Ne olmamız
gerektiğini anlatandı O. Nasıl olmamız gerektiğini yaşayarak anlatandı. Her
defasında, bir keresinde, bir anında, her anında nasıl olunması gerektiğini
yaşayarak anlatandı. Yine de bize ne isek O O’ydu. Yatardı, kalkardı, yerdi,
içerdi, gezerdi, dostlarıyla yarenlik ederdi. Çocuklarla oynardı. Çocuklarla
çocuktu. Kocaydı. Arkadaştı. Babaydı. Eşti. Âşinaydı. Dosttu.
Yaşayarak anlatandı Muhammed'ül Emin. Tahire’nin
kocasıydı. Henüz Haticet'ül Kübra diye anılmıyordu. Tahire’ydi bir adı. Emin
olanın eşiydi. Ümmü Gülsüm’ün Kasım’ın annesiydi. Abdullah’ın, Fatıma’nın
annesiydi. Rukiye’nin, Zeyneb’in annesiydi Tahire. Emin olanın eşiydi Hatice. “
Gitmesen!” dedi fısıltıyla. “Bu kere kalsan! İçim sıkılıyor, bir tuhafım. Gel
bu kere gitme!” dedi.
“Dağ beni çağırıyor!” demedi. Diyemedi. Hatice’nin
rızası olmadan adımını atmayacaktı. Atmazdı. O günde, o devirde, o toplulukta,
kadının elin kiri bilindiği bir dönemde Mekke’de bir evde bir kadın böyle
diyebilmişti erkeğine. Kocasına. Diyebilirdi Hatice. Diyebileceğini biliyordu.
Bu başkalıktan ötürü sevdalanmıştı Emin olana. Dürüstlüğüne dürüstlüğü dillere
destandı Emin olanın. Merhameti dillere destandı destan olmasına Emin olanın.
Hatice bu meziyetlerini görünce değil, kendisini kendisi gibi gören olduğunu
ayrımsayınca sevdalandı. Evlenme isteğini sezdirdi. Eriştirdi bu isteği.
Muhammed’ül Emin diğer erkekler gibi bakmıyordu. Diğer
erkekler gibi kadınını, eşini evdeki kilim, hasır, minder, kapı zırzası, tandır
tuğlası, su kırbası gibi görmeyecekti Muhammed’ül Emin. Görmüyordu. Görmezdi.
“Sizi bir kadın ve bir erkekten yarattık.” “Sizi bir tek nefisten yaratan”
buyrukları, bilgileri henüz gelmemişti. Henüz “şey”lerin tanımı yapılmamıştı.
Ama o bilmişti böyle yapılması gerektiğini ve bu gerekimin insan olmanın
gereğinin bir sonucu olduğunu çoktan ayrımsamıştı. İçselleştirmişti bile.
O yaşayarak anlatandı. Yaşayarak olması gerekeni
gösterendi. Eşi, çocuklarının annesi “Bu kere gitme!” demişti. İçinde bir
tuhaflık olduğunu söylemişti. İçi ürpermişti, sırtı, bedeni ürpermişti
Tahir’enin. Muhammedül Emin şefkatle ellerinden tuttu kadınının. Gözlerinin
içine baktı sevecen sevecen. Mutlulukla, sevgiyle, saygıyla baktı gözlerine
Tahire’nin. Yavaşça oturdular. Bir süre el ele, diz dize oturdular sadece.
Birbirlerine baktılar. Yeniden, bir kez daha gördüler kendilerinde
birbirlerini. Bir ağaç kovuğunda yaşamıyordu. Yaşamıyorlardı. Biri anneydi
diğeri baba. Biri karısıydı diğeri koca. Yapıp edeceklerini bir başlarına
yapamazlardı. Herkes yapabilirdi ama O yapamazdı. Yapmazdı. Yapsaydı
örnekliğine ilişkin elde kanıt olmazdı. Örneklik laftan öte bir anlam
taşımazdı. Tek kanatlı kuş uçamazdı O da uçmadı.
“Benim de içim bir tuhaf. Benim de bedenim ürperdi
durdu bütün gün!” dedi müşfik bir sesle. “Bütün gün dağ çağırdı beni sanki.
Bütün gün. Bütün gün kulaklarımda bir ses, çağıran bir ses, gel diyen bir ses
çınladı durdu. Bunları sana anlatmak istemedim değil. Kaç kere niyetlendiysem,
bir el boğazımı tıkadı sanki. Hançeremde bir yumruk vardı sanki. Bir şeyler
düğümlenip durdu. Rızan olmadan adımımı atmam!” dedi sevgi dolu bir tonla.
“Bu kere başka. Bu kere farklı bir şeyler olacak gibi.
İçimde bir şeyler hissediyorum. Söyleyecek bir şey de bulamıyorum. Benim
şuanda, burada, senin yanında, dizinin dibinde, çocuklarımın başı ucunda
oluşuma aldanma. Ben hem buradayım, hem değil. Hem senin sesini dinliyorum,
sesini duyuyorum, çocuklarımı kucaklıyorum, boynuma sarılıyorlar, ama.. ben
burada değilim Ey Hatice. Ben hem burada hem de hiç burada olmayayım ister
misin Ey Hatice? Ben o davete uymazsam, o davete gitmezsem yarım olurum. Yarım
kalırım. Ne baktığımı görürüm, ne işittiğimi duyarım. Bunu öyle derinden
hissediyorum ki! Nasıl anlatacağımı bilmiyorum. Gitmezsem, kulaklarımı tıkarsam
o sese burada kalan ben o eski ben olmayacak gibi. Razı olacaksan, razı olursan
bu yeni bana, ben olmayan bana gitmem! Sitem etmem, kızmam, darılmam razı
olmadığın için! Hayır! Asla! Ama kalırsam bu kalan o eski ben olmayacağım bunu
bütün kalbimle seziyor ve ürküyorum! Korkuyorum!”
Hatice’nin iki
elini şefkatle, sevgiyle sıktı:
“Bu yeni beni kabul edecek misin? Bu yeni beni sevecek
misin? Bu yeni beni saracak mısın? Evet, dersen kalırım. Yüksünmem. Bu yeni
beni taşırım son nefesime kadar. Ve sitem etmem. Sitem etmem, serzenişte
bulunmam! Pişmanlık duymana vesile olacak hiçbir davranışı sergilemem. Taş
basarım bağrıma. Kendimden başkasına duyurmam çektiğim acıyı. Sancıyı! Ne sen
ne çocuklarıma bildirmem yaşadıklarımı! Yaşadıklarımı size yaşatmam! Ama ben bu
ben olmam, bunu seziyorum.”
“İçimden bir ses ben olarak kalabilmem için o çağrıya
uymam gerektiğini fısıldıyor gönlümün kulaklarına. Sen razı gelmezsen,
gelmeyeceksen tıkarım gönlümün kulaklarını!”
Hatice bu sözleri duymak için demişti sanki “Gitme!”
sözünü. “Gitme!” derken sınıyordu hem kendini hem O’nu. Bir sınamaydı sanki bu.
Kendisinin bile farkında olmadığı bir sınamaydı bu. Seziyordu bunun bir sınama
olduğunu. Hem kendinin hem kocasının sınandığını anlıyordu. Yeni bir anlayıştı
bu. Yeni bir algılayıştı bu. İkisinin de içine doğmuştu bu bilgi. Bu anlayış,
bu kavrayış. İkisinin de içini aydınlatmıştı bu ışık. Kaynağı kendi
derinlikleri olan bir ışıktı onları böylesine aydınlatan. İçlerinde parlamıştı
bir anda. Dağdan gelen sesin yankısı kaldırıp atmıştı içlerindeki ışığı
perdeleyeni.
İçlerindeki ışık kurtulmuştu örtülerden. İçleri
aydınlanmıştı. Sevince boğmuştu her ikisini de bu aydınlık. İçlerinden taşmıştı
o ışık, ışıl ışıl yapmıştı her bir yanı. Evlerinin içi ışıl ışıl olmuştu.
Mekke, çöl, bütün evren o ışıkla aydınlanmıştı.
Hatice yavaşça doğruldu. Eşinin ellerini bırakmada
kalktı ve eşini de kaldırdı. Ayakta da baktılar bir süre birbirlerine. Yeniden
gördüler birbirlerini kendilerinde. Şefkat yüklü bir sesle, müşfik dolu bir
sesle, sevgiyle beslenmiş bir sesle kocasının gözlerinin içine bakarak:
“Gitmelisin!” dedi. Gülümsedi. Evlerinin içi daha bir
şenlendi.
“Gitmelisin elbet! Gideceksin! Kendinden çok bizim
için gideceksin! Anneler için gideceksin! Çocuklar için gideceksin! Gararit
merasında otlattığın hayvanlar için gideceksin! Gitmelisin! Burada, yanımızda
kalırsan sen olarak da kalsan hep bir eksiklik duyulacak, hep bir eksiklik
duyacağım. Sen aynı sen de olsan duyacağım bu eksikliği. Bir eksiklik var
farkındaysan. Bir şeyler eksik. Evimizde eksik, bağımızda, vahamızda,
şehrimizde, toyumuzda, soyumuzda bir şeyler eksik. İnsanlara baktıkça, yalnız
insanlara da değil, her canlıya, her varlığa, her neye baksam bir eksiklik var.
Bir şey eksik. Yitirilmiş bir şeyler var. Bunu sen de görüyorsundur. O ses..
dağdan gelen ses.. Belki o eksikliğin ne olduğunu söyleyecek, o eksik olanın
bilgisini verecek. Yerini söyleyecek belki. Gitmelisin! Gitmez de kalırsan o
eksiğin sürmesinde yeryüzü gökyüzü beni bilecek. Benden bilecek! Hayır! Bin
kere hayır! Gitmelisin! Ben “Gitme!” dediğimde diyebilmekliğimle kendimi
sınamış oldum. Sen rıza dileyişiyle de kendini sınadın. Farkında olmadan bir
sınava katıldık ve ikimiz de geçtik farkında olmadan. Yüzümüzün akıyla geçtik
hem de. Hem hiç zorlanmadan. Birlikte olmanın bereketiydi bu belki de.
Bereketiydi elbette. Gözün arkada kalmasın! Gönlün evde çocuklarında kalmasın.
Bir tek zerreni bile bırakma burada ki, duyabilesin senden isteneni.
Anlayabilesin. Farkına varabilesin. Görebilesin. Bir dirhemcik kuşku bile
sokulmasın evden yana, benden yana, çocuklarımızdan yana. Gönlünü ferah tut.
Gönlün ferah olsun. Burada seni beklerken, yemin ederim Musa’nın bekleyenleri
gibi olmayacağız! Ne kuşkulardan, ne yeislerden, ne beklentilerden putlar
yontmayacağız. Böyle nasıl bıraktıysan, daha gitmeden nasıl bir özlemle
bekliyorsak dönüşünü öyle bulacaksın. Nasıl gitmezsin? Nasıl kalırsın? Sen
Yunus gibi içerleyip kaçacak mısın? Bir balığın karnında saklanacak mısın? Yo!
Gitmelisin! Hemen gitmelisin. Ve gelirken kendi aslını getirmelisin.” dedi
Tahire. Ve yolcu etti kocasını.
610 yılının Ağustos ayıydı. Muhammed’ül Emin gönlü
ferah dağın yolunu tutmuştu.
Cemal Çalık, 30.09.2013, Konuk
Yazarlar, Sonsuz Ark, Hira
-araya giren kitap
yüklü bir eleştirmenin serzenişleri-
Ey madrabaz! Ey sahipsiz bağ görüp talana niyetlenen
nasipsiz! Ey hadsiz hesapsız bedbaht. Neler söylersin? Neler yazarsın böyle?
Yazdıklarını kendin okuyor musun? Kendi yazdığını okuyup utanıyor musun? Utanmıyor
musun? Utanmayı biliyor musun? Utanma ne gezer sen de! Utanmayı bilsen böyle
şeyleri masum sözcüklere yükler misin? Masum kaleme yükler misin? Sen
masumiyeti bilmiyorsun ki utanmayı bilesin? Utanmayı bilmeyen neylerse eylesin
mi? Hayır! Elbet eyleyemeyecek! Gerekirse kalemi kırılacak! Soluğu tıkanacak.
Gözleri oyulacak, derisi yüzülecek, kırk katıra, kırk satıra verilecek elbet.
Sen gönlünü ferah tut ki bütün bunlar yapılırken de dirhem pişmanlık duyulmayacak!
Anla ki, haddi bilmez isen haddini bildirecek yiğitler çıkacaktır elbet!
Çıkmıştır. Çıktı!
Sen kimsin? Haddini bil bire densiz! Sen nasıl inkâr
edersin “levlake” buyruğunu? Sen kimsin? İlmin nereden? Kaynağın nedir? Bire
kara cahil, sen bu hakikatleri sahipsiz mi bilirsin? Sen ne hakla kâinatın
yaratılış sebebini bir kadının dizi dibine oturtursun ellerini tutturursun? Sen
bu densizlikleri nereden derdin, hangi nasipsizlerle düşüp kalktın? Hangi
maskaralarla yarenlik ettin ki, ulular ulusunun eşiyle, çoluk çocuğuyla
dostlarıyla “yarenlik” ettiğini söylersin? Onun yapıp ettiğine nasıl yarenlik
dersin?
Dağ, taş, ot, canlı, cansız her bir varlık nefesini
tutup O’nun kutlu sesini duymaya, dirilten soluğunu hissetmeye çalışırken
“yarenlik” ettiğini söylemek hangi vicdana sığar? Senin vicdanındaki delikler
kale mazgallarında yoktur zahir. Bu ne vahim bir manzaradır Yarab! Utanmasan
Masumluğunu inkâr edip bizimle birlikte imtihana sokacaksın? Sen kimsin bre
densiz?
Ey ahmakların eh ahmağı, ahmakların önde gideni
utanmasan o ulular ulusunun def-i hacet ettiğini dahi söylersin! Evet,
görünüşte ederdi amma bakmaya gidenler bir tek necis bir şey görmezlerdi, melekler
alır giderdi bunu sana kimse söylemedi mi? Sen nereden beslendin, hangi
çöplüktür senin inin ki yüceler yücesini bizimle bir edersin? Bize örnekliğini
zatıyla birlikte vaz edersin? Sakın ola ki mecaza sığınmayasın? Ne mecazı, ne
teşbihi, ne istiaresi, ne kinayesi sakın sığınmaya kalkmayasın bunlardan
birine! Sakın ha! Zinhar aklından bile geçirmeyesin. Senin yapıp ettiklerin
olsa olsa tarizdir bu dahi zındıklığına delildir.
Bre gafil, bre câhil, bre echel-i cühelâ azıcık
utanmayı öğren. Her mürekkep yalamış senin yaptığını yapsa çöplüğe döner dünya.
Edebiyat dediğin ediplerin işidir oysa sen katmerli edepsizsin!
Sana ahmak dedim düşünmeden, oysa sana ahmak diyemem.
Sen ahmak bile değilsin. Ahmağın bile ele-dile gelir ölçütleri vardır,
savunacağı, tutunacağı ölçütü olmayan tek bir ahmak yoktur. Seninse hiç ama
hiçbir ölçütün yok. Ölçüt az da olsa aklı gerektirir. Aklın kırıntısı bile
kişiye bir ölçüt verir. Demek sen de aklın kırıntısı bile yok. Demek sen ahmak
bile değilsin. Ahmağın da ötesindesin.
“Sana alçak diyemem” sözü söylenmiş, “sen bir
çukursun” yargısıyla noktalanmıştı. Ben sana çukur bile diyemiyorum. Alçağın
nasıl ki çukura göre bir seviyesi varsa çukurun da senin yanında bir seviyesi
vardır. Bu yüzden sen çukur bile değilsin. Sana çukur bile diyemem. Demem, sen
çukur bile değilsin.
Yok, sana edepsiz demiştim ya sen edepsiz bile
değilsin. Hayır, hayır edepsizlik bile bir şeydir. Edepsizlik bile bir haysiyet
işidir eninde sonunda. Sen de o da yok. Sende edep yok, edepsizlik te yok.
Edepsizliğin ötesini keşfedemediği için herhangi bir sözcükle karşılamamış
insanlar bu durumu. Senin gelmen gerekti. Senin bir köşede yazman, bir köşeye
yazman, konuşman gerekti ki, insanlık edepsizliğin ötesini görebilsin.
Edepsizliğin de ötesi olduğunu bilsin. Senden önce terbiyesizler, edepsizler
vardı ama terbiyesizliğin, edepsizliğin daha ötesi olacağına insanların aklı
kesmemişti. Bu yüzden herhangi bir kavrama gereksinim duymamıştı insanlık.
Nasıl duyabilirdi ki? Sen yoktun. Artık yeni bir kavrama ihtiyacı var
insanlığın; öyle bir kavram ki senin cahilliğini, senin ahmaklığını, senin
edepsizliğini; seni, senin yazdıklarını, senin söylediklerini senin
söylediklerini işitenleri, sözlerine kulak verenleri, senin varsa eğer
yazdıklarını okuyanları ve varsa eğer yetiştirdiğin tilmizlerini adlandırmak
için insanlığın yeni bir kavrama gereksinimi var. O kavram anıldığında herkes
anlamalı ki seni anlatıyor. Senin yazdıklarını tarif ediyor.
Yol yakınken dön, derim. Aklını başına devşir, derim.
Haddi öğren, derim. Hadleri öğren, derim. Tövbe et, derim! Yeter, artık daha
fazla dil uzatma yüceler yücesine! Kâinat O’nun yüzü suyu hürmetine
yaratılmıştır sen bunu anlayamazsın. Anlayışın kıt senin. Sen anlayıştan
yoksunsun! Sen anlayış özürlüsüsün! Anlayamadığın şeyleri aklınca tiye
alıyorsun. Çarpılırsın, diyeceğim de zaten çarpıksın! Daha ne kadar
çarpılabilirsin ki?
Bütün bu sözler “iyiliği emretmek-kötülükten
sakındırmak” bağlamındadır. Başkaca bir şey değildir. Ola ki kendini bir şey
sanıp da sana hakaret ettiğimi sanmayasın. Sen hakarete bile değmezsin.
Hakaretin bile bir değeri vardır. Sen de ona değecek kadar bile yoktur. Zira
sen hakikatin ırzına geçecek kadar bunamışsın!
Yazdığın o küfür sözlerin her biri şirazemi
kaybettiriyor. Durup durup öfkeleniyorum. Ayağıma batmış bir mıh gibi canımı
yakıyor yazdıklarını dönüp dönüp okuduğumda. Matah bir şey olduğu için dönüp
dönüp okuyor değilim. Sakın öyle sanıp da şımarmayasın. “Ben de ne söz
cevherleri varmış dönüp dönüp okuyor muarızım bile”, gibi bir şeyler aklından
geçirmeyesin. Okumalarım şaşkınlığımdan, taaccübümden. Masumiyete olan
saygımdan.
Nasıl diyeyim bilmiyorum ki? Nasıl böyle gaitayı
andırır şeyleri çızıktırmışsın, böylesi şeylerde mi çızıktırılıyor,
çızıktırılabiliyor diye. Gözlerime inanamadığım için dönüp dönüp okudum.
Okuyorum. Belki karabasandır diye umuyorum senin anlayacağın. Yok, böylesi
şeyler yazılmamıştır iblis beni aldatıyor her hal, demek için yazdıklarını
okuyorum senin anlayacağın. Değil, kaskatı gerçek karşımda duruyor küfür
sözlerin. İçimi acıtıyor, yüreğimi burkuyor, kinimi, nefretimi biliyor.
Nefrete, kine gark oluyorum. Gazabım merhametimi aşıyor. Küfür deryasında
boğulmuşsun. Salını küfür deryasına salmışsın, farkında değilsin. Kusmuklar
içinde debeleniyorsun farkında değilsin. Cerahatten bir ırmak kenarına çadır
kurmuşsun farkında değilsin. Ya kimse ikaz etmemiş seni ya sen ikazlara kulak
tıkamışsın.
Bak yineliyorum, yol yakınken dön derim. Tövbe et
derim. Tövbe kapısı açıktır açık olmasına ancak sana açılır mı bilmem! Sen yine
de tövbe et. Umudunu kesme. Tadı çoktan kaçtı kaçmasına ya daha fazla uzatma bu
işi. Yeterince pisliğe boğdun her bir yeri. Yeterince pislendi yeryüzü.
Gökyüzü. Utanıyor her biri senden. İnan bak utanıyor. Gökyüzü utancından
kızarıyor güneşin batışından değil. Sen gelecekmişsin toprak o yüzden kara
olmuş. Karalığı seçmiş.
Allah adına uyarıyorum seni! Tez tövbe et!
-araya giren kitap
yüklü eleştirmenin serzenişlerine yanıt-
Ey kitap ehli sana yanıtım iki ayetledir. Birincisi;
“De ki: “Şüphesiz ben, ancak sizin benzeriniz olan bir
beşerim; yalnızca bana sizin ilahınızın tek bir ilah olduğu vahyediliyor. Kim
Rabbine kavuşmayı umuyorsa, artık salih bir amelde bulunsun ve Rabbine ibadette
hiç kimseyi ortak tutmasın.” (Kehf: 110)
İkincisi;
“Ben, cinleri ve insanları yalnızca bana kulluk
etsinler diye yarattım.” (Zariyat: 56)
Sen bu ayetleri anladığında kul olmayı anlayacaksın.
Kul olmayı anladığında Muhammed’ül Emin’i anlayacaksın. Muhammed’ül Emin’i
anladığında yaratılışı anlayacaksın. O da bizim gibi yer içer, yatar, kalkar,
gezer, oturur ve dostlarıyla konuşurdu..