6 Ekim 2013 Pazar

SA436/SD66: Travmatik Yeni Nesil, Cehâlet, Güven Bunalımı ve Sorumlu Suçlular

"Yeni nesil, farklı hastalıklarla birlikte büyüyor. Ebeveynler çocuklarının cehaletle mücehhez bir şekilde yetiştirildiğinden habersizler."


Hangi olay, hangi sonuçlara sebepler üretir, bilebilir misiniz? Bildiğinizi düşünsek bile, bildikleriniz elinizdeki verilerin sınırlı olması dolayısıyla, sınırlı olacaktır. Başörtüsü meselesinin televizyon ekranlarında üniversite öğrencilerince tartışılması, üniversite öğrencilerinin genel durumu hakkında insanlara bir fikir verdi. Bu fikir maalesef iç açıcı değil, iç karartıcıydı. Dar alanlı/sınırlı sohbetlerde sık sık tartışılan bir gerçek, tüm kanıtlarıyla birlikte ekranda duruyordu. 

Üniversiteli öğrencilerin cehâlet düzeyinin açık bir şekilde (okumuş/okumamış insanlarca) fark edilmesi, durumdan bihâber olan herkesin şoka girmesine neden oldu. Özellikle bir vakitler üniversitede öğrencilik yapanlar, cehâlet düzeyindeki artışın hızına çok şaşırdılar. Başörtü, ilgisiz gibi görünen bir yerden Türkiye'deki üniversiteli öğrencilerin ebeveynlerden saklanan kalitesini açığa çıkarmıştı. Sosyal ve bireysel gelişim süreçleri arasındaki ayrıştırılamaz ilişkiyi görebilenler büyük bir kaygıyla sarsıldılar. "İrtica" diye diye ürettikleri sahte kaygılarla pişkin pişkin koltuklarında oturanlar bile gelecekleri adına kuşkuya düştüler.

Evet, durum bu; Yeni Nesil, farklı hastalıklarla birlikte büyüyor. Ebeveynler çocuklarının cehaletle mücehhez bir şekilde yetiştirildiğinden habersizler. Geçmiş on yıl öncesinin çocukları bugün üniversite de öğrencilik yapıyorlar. O aşamaya geldiklerine göre, kendilerinden istenenleri gereğince yerine getirdikleri için başarılı sayılabilirler. Kendileri ve aileler de bu başarıyı hak etmiş olduklarını düşünüyorlar.

Başarılı olmanın kriterleri nelerdi? Bunun farkında olan pek kimse yoktu. Öğrenci seçme ve yerleştirme sınavlarında "sıfır puan" alan öğrencilerin bazı sorumlulara yaşattığı geçici panik dışında, sorunun farkında olunduğuna dair pek fazla belirti görülmedi. Bir gün herkesin karşılaşmaktan kurtulamayacağı gerçek bu; yeni nesil büyük bir hastalıkla müzdârip. Bu hastalığın adı; cehâlet. Çocuklarını okullara, bilgisayarlara, televizyonlara emanet eden herkesin karşılaşmaktan kurtulamayacağı bu gerçeğin kaç kişi farkında?

2005 - 2006 eğitim-öğretim yılından beri- okullarda araştırmaya dayalı yeni bir sistem, öğretim sistemi ve buna bağlı olarak gelişmesi beklenen eğitim sistemi uygulanıyor. Geçmiş on-on beş yılın oluşturduğu eğitsel boşluk, büyük bir hamleyle doldurulmaya çalışılıyor. Ancak bu hamlenin de ne kadar yararlı olacağına dair bir projeksiyon yok ortada. 

Kitap okumayı önceleyen, proje üretmeyi gerektiren, soru sormaya alıştıran bir eğitim sisteminin yararlı olacağına kuşku yok; ancak bu sistemi uygulayacak olan öğretmen kadrosu yeterli midir, eğitim-öğretim araçları ulaşılabilir midir, eğitim-öğretim ortamı gerekli standartlara ulaşmış mıdır, sürecin finansmanıyla ilgili sorunlar aşılmış mıdır? Sistemin uygulayıcıları ne kadar yetkinse sistemin işlerliği ve ürünü o ölçekte yeterliliğe yakın olacaktır. Ne yazık ki; şu ana kadar uygulayıcıların yeterliliğini denetleyen bir mekanizma geliştirilmiş değildir.

Eğitim sisteminde eleştiriler haksız yere merkezî sınavlarda yoğunlaşmaktadır. Dikkat ediniz; sınav konusu eğitimde sadece bir ayrıntıdır ve bu ayrıntıyla ilgili sorunların çözümü de teknik bir çalışmayla mümkündür. Eğitimde temel sorunlar, ilk, orta ve yüksek öğretimde eğitim-öğretim hizmetleri sınıfına mensup çalışanlar ile sıralı yöneticilerden kaynaklanmaktadır. (Eğitimin diğer tâli sorunları cehâleti körüklemez, sadece bilgi alımını geciktirir. Bilgi alımının gecikmesi ile cehâletin yerleşmesi aynı şey değildir.) 

Eğitim sistemleri ve politikaları her toplumda güncellenmektedir, Türkiye'de de onların güncellenmesi olağandır. İyi bilinmelidir ki; bu güncellemeler eğitimde kalıcı sorunlar oluşturabilecek kadar güçlü değildirler. İnsan unsuru sistemlerden değil, insanlardan etkilenir. Sistemler bu etkilemelerde aracı olmaktan daha fazla bir işleve sahip olamazlar. Bu sebeple öğretmenler, öğretim görevlileri-üyeleri ve sıralı idareciler yeni nesillerin cehâletinde asıl sorumlular ve suçlulardır.

Şüphesiz bazılarına bu sonuç çok sert ve acımasız gelecektir. Eğitim süreçlerinde yaşananların insanlara yaşattıkları apaçık ortadayken, gerçeği yalanlarla örterek geçici bir süre için saklayabilirsiniz. Saklanamayacak olan gerçeği birlikte analiz edelim;

Eğitimde olmazsa olmaz denebilecek tek şey eğitenle eğitilen arasındaki güven bağıdır. Bu bağ yok edildiği sürece sağlıklı bir süreçten bahsedilemez. Bu gün Türkiye de eğitilenle eğiten, eğitilenle yöneten, eğitenle yöneten arasında güven bağı olduğundan söz etmek kolay değildir. Türkiye'nin yaşadığı sosyal travmalar hangi sebeplerden beslenirse beslensin, yöneten-eğiten-eğitilen mekanizmasında olmazsa olmaz koşulların en önemlisi güven bağıdır.(Mesleklerine saygı duyan ve yasaların kendilerine verdiği görevleri yerine getirmeye çalışan eğitim insanlarını tenzih ederiz; saygınlıklarını tartışmaya açamayız.)Söz konusu güven bağının ne kadar önemli olduğunu eğitim-öğretim sürecinin herhangi bir kademesinde bulunan biri kolaylıkla anlayabilecektir. Ve asıl sorunun da "güven sorunu" olduğunu kesinlikle kabul edecektir. 

Güven bağının zayıflaması, kopması ve yok olması, örgün eğitim sürecinde veya bu süreç sonrasında her bir eğitilen için tamamen gerçekleşmeyebilir; zaten burada esas olan bu bağın sağlıklı bir yapıda ve işlevsellikte olup olmamasıdır. Bugün bu ülkede bu bağ sağlıklı bir yapıda değildir; olduğunu da kimse iddia edemez.

Siyasî iktidarların uyguladıkları ekonomik ve siyasi politikalarla yaşanılan güven kaybından sorumlu olmaları da (eğitim politikalarındaki değişikliklerde olduğu gibi) eğitilen açısından, eğiteni ve eğitim yöneticilerini daha az suçlu yapmaz. Aksine, siyasî iktidarların dengesiz tutum ve davranışları, eğitim sürecindeki aktif unsurların daha "uyanık" olmalarında etkendir. Bu ters korelasyonu düzenleyecek olanlar da yine eğitenler ve eğitim yöneticiliği yapanlar olmalıdırlar.

Ailelerin çocuklarının eğitim-öğretim sürecini izle(ye)memelerinden ve bu sürece müdahil olamamalarından kaynaklanan sorunlardaki paylarını inkâr edemeyiz; ancak onlar da suçlu sorumlular sınıfına dahil edilemezler. Nihayetinde, aileler hizmet alan unsurlardır ve sürecin yöneticileri ile uygulayıcılarının direktiflerine uymak zorundadırlar; bu süreçte etkileri kanunlarla ve yönetmeliklerle sınırlanmıştır (eğiten ve yöneten grubun kanunlar ve yönetmeliklerle sınırlanması, onların etkisizleştirilmesi demek değildir). 

Sorunların ürediği ve büyüdüğü güven bunalımında aileler pay sahibi değildirler. Ne olursa olsun her aile, çocuğunu emanet ettiği kurumdan iyi bir sonuç almak ister ve o kuruma güvenir, güvenmek ister. Güven duygusu zedelenince de şu anda büyük bir ekonomik sektör haline gelen özel eğitim alanlarında meşrû veya gayr-î meşrû çözümler aramaya kalkar. Ya da çaresizlikle çocuğunun okuduğu kurumdan yasa dışı çözümler (özel dersler, üniversitelerde yaz okulları uygulaması vs) bekler.

Güven zedelenmesi ilköğretim çağında başlar. Yasalar ve yönetmeliklerle belirlenmiş bir çerçevede görevini yapmayan eğiten ve eğitim yöneticisi de eğitilen tarafından ilk anda fark edilir. Ancak bu, bazı kaygılar dolayısıyla sonrasını düzenlemeyi hedefleyen bir eyleme dönüşemez, yalnızca eğitilenler arasında bir kanaat oluşmasına neden olur; o kadar. Eğitilen, yaşadığı süreci tam olarak değerlendiremediği için nasıl etkilendiğini kolayca fark edemez. Kendisini eğitene duyulan toplumsal güven, eğitenin doğal bir eleştirici olmasını engeller. Hatalı ve olumsuz sonuçların müsebbibi gerçekte kim olursa olsun, aileler ve toplum sürekli eğitileni suçlama meyillidir. Kaçınılmaz bir şekilde, eğiten ve eğitim yöneticilerinin sorumluluklarını yerine getirmemekten kaynaklanan zafiyetleri kolayca tesbit edilemez. Bundan dolayı da gerçekten sorumlu olan suçluların tespiti de kolayca yapılamaz.

Milli Eğitim Temel Kanunu (1739 Sayılı Kanun) felsefî anlamda ideal bir eğitim hedefi içerir. Diğer ideal formlarda olduğu gibi, maalesef eğitimde de uygulama istenen düzeyde olmaz. Kanunun 2. maddesi; "Türk Milli Eğitiminin genel amacı,Türk Milletinin bütün fertlerini.(..)Beden, zihin, ahlak, ruh ve duygu bakımlarından dengeli ve sağlıklı şekilde gelişmiş bir kişiliğe ve karaktere, hür ve bilimsel düşünme gücüne, geniş bir dünya görüşüne sahip, insan haklarına saygılı, kişilik ve teşebbüse değer veren, topluma karşı sorumluluk duyan; yapıcı, yaratıcı ve verimli kişiler olarak yetiştirmek" ten bahseder.43. Madde ise öğretmenlerin yeterliliğini şöyle anlatır; "Öğretmenlik mesleğine hazırlık genel kültür, özel alan eğitimi ve pedagojik formasyon ile sağlanır."

Görüldüğü gibi eğitim süreci sonunda eğitilen insanın ve onu yetiştirecek olan insanın ne gibi özellikler taşıması gerektiği açıktır. Fakat girişte de belirtildiği gibi, bugün üniversite öğrencisi olmayı başarabilen yetiştirilmiş gençlerimizin büyük çoğunluğunun 2. maddede ayrıntılarıyla anlatılan gençlerle yakından uzaktan ilgisi/ilişkisi yoktur (Tartışmalarda izlediğimiz örneklem, genel kanaat için yeterli kabul edilmiştir).

Genel kültür düzeyi düşük, özel alan eğitimi ve bilgisi yetersiz, pedagojik formasyon bilgisi davranışa dönüşmemiş bir öğretmen/öğretim üyesi yapısı her şeyden önce yasalara aykırıdır. Yasalara aykırı olan durumun sürmesi de yöneten grubun sorumluğu dahilindedir. Siyâsî tercihlerle sürekli yer değişen idarecilerin ve eğiticilerin kişisel yeterliliklerini denetlemek de nesnel kriterlerle yapılamamaktadır. Son dönemde başlatılan nesnel düzenlemelerin geçmiş dönemlerde oluşan yapısal bozukluğu düzeltmesi de şimdilik çok zor görünmektedir.

Eğiticilerin ve eğitim yöneticilerinin süreçteki olumsuz etkisi siyasi iktidarların tercihleri doğrultusunda yapılan tayinlerle daha da artar. 1997 yılından 2002 yılına kadar il ve ilçelerin merkezi okullarına yerleştirilen bir çok öğretmenin özellikle 1739 sayılı kanuna aykırı hedeflerle çalışması şu andaki üniversite gençliğinin kalitesini belirlemiştir. 

Belirli bir siyâsî yapının koordine ettiği ve bazı sendikalar tarafından realize edilen "tayin" tercihleri, büyük ve merkezi okullarda meslekî açıdan yetersiz öğretmenlerin artmasına neden olmuştur. Meslekî yetersizliklerin ölçülmesi eğitim sürecinde en kolay yapılabilen bir ölçmedir. Kesin-net sonuçlar da -öğrenci birer ürün olarak değerlendirildiğinde- üretim sonucunda elde edilen ürünün kalitesinden rahatlıkla anlaşılabilir. Bu ölçmeyi, bu sürece bir şekilde katılan herkes herhangi bir bilimsel teknik kullanmadan yapabilmektedir. Çünkü; ürün yaşayan bir varlık olarak ailededir, toplumdadır; saklanamamaktadır. Aynı ürünün nesnel kriterlerle tedrisat yapmayan ve bilhassa politize olmuş üniversite kampüslerine dahil olması, yanlış etkilerle yetişen gençlerimizdeki travmaları derinleştirmekte ve onları cehâletin ellerine teslim etmektedir. Üniversitelerdeki öğretim üyeleri yapılanması da aynı dönemde,aynı siyâsı etkilerle oluşmuş olduğundan, Milli Eğitim temel Kanunu üniversitelerde de ihlal edilerek gençlerin yetiştirilmesine(!) devam edilmiştir.

Yeni neslin/nesillerin yaşadığı "cehâlet psikozu"ndan sorumlu olan suçlular, toplumların tarihlerinde daima anılagelmişlerdir. Tarihî başarılarıyla ünlü Osmanlı Medreselerinin Osmanlı'nın son dönemlerinde yaşadığı bu tür bozulma, o dönemdeki ve sonraki dönemlerde sosyal yapıyı mahvetmiş ve cehaleti tırmandırmıştır. 

Medreseler ve müderrisler en çok bu sebeple suçlandıkları için henüz toplum tarafından aklanabilmiş/affedilebilmiş değildirler. Eğitim sistemimizin halk nezdinde yaşadığı güvensizlik artık saklanamayacak düzeydedir. İnsanlar farkında olmadıkları dönemlerde sistemi suçluyorlardı. Ancak son dönemlerde sistemin temel unsuru olan eğiticinin ve eğitim yöneticisinin yetersizliklerini fark etmeye başladılar. Sorumlu suçluları tesbit eden bir halka, başka bir suçlu göstermek de mümkün değildir.

İnsanlar, başarısızlıkları çocuklarının yetersizliklerine bağladıkları dönemi aştılar. İdeal bir eğitim almalarını istedikleri çocuklarının anlamadıkları nedenlerle ruhsal bozukluklar yaşamalarından sıkıldılar, onların parçalarını psikologlardan, psikiyatristlerden ve psikoterapistlerden toplamaktan bıktılar. İnsanlar, artık çocuklarını suçlamıyorlar. Sorumlu suçluları buldular. Biliyorlar ki; eğitim süreci iyi yönetilemiyor ve eğiten grubun çoğunluğu mesleki açıdan yeterli değil. Çocuklarının cahillik versiyonlarını teşhir etmelerindeki esas nedeni bulduklarını düşünüyorlar.





Seçkin Deniz, 15.3.2008, Sistematik Analizler 56

Seçkin Deniz Twitter Akışı