“Siz günahkâr metin yazarları, siz şairler, siz
sözün düzenbaz ustaları, hadi çatın metinlerinizi, hadi gösterin metinlerinizdeki
hakikatten izleri?”
İnsan aklı, diğer insanların aklını görüp
duruyorsa, anlayıp süzüyorsa, kendi aklına kondurulmuş hakikat tutkusuna ihanet
edip etmeyeceğine karar vereceği bir zaman er veya geç ona denk gelir. Ya ihanet
edecektir ya da etmeyecektir. O, öyle bir yerde değildi, öyle bir karar vermek
zorunda olmak devrini çoktan geçmişti. Almış başını gidiyordu; başındaki
binlerce vızıltıya aldırmadan.
Bir akşamdan sonra, bir gün, gündüz ceketini
alıp giderken günden, bir yerde sıkı sıkı tutup engellediği seslerini serbest
bıraktı. Gözleri serin bakıyordu, ama zihninde kasırgalar vardı. Konuşuyordu:
“Metinlerini çat da gel; hani o tüfek gibi
tuttuğun. Çat ortaya. Ortadan yaralım ruhunu sözcüklerinin. Ne anlatıyorsun?
Kime anlatıyorsun? Bencilliğini okşayıp büyüttüğün yazılar; senin küfürbaz
tatlarla derip süslediğin. Küfürbaz tatlar dememe bakma, küfrün örtmek olduğunu
bilmiyor olabilirsin. Gerçeği örtüyorsun gerine gerine. Çat, metinlerini;
görelim. Görelim ruhunda biriken kirleri.
Hep beraber yargılayalım seni, beni. İşte metinlerim, işte sen! Korkma,
takındığın o ekstrem deney çıktılarını saklaman imkansız. Yalnızken üstlendiğin
o kral rolüne uymak sana yakışmıyor; sen, olsa olsa kral sofralarında bir
soytarı olabilirsin! Soytarı nedir bilir misin? Güldüren, eğlendiren,
azarlanan, azarlandıkça şehveti artan, kişiliksiz, karaktersiz, bir kese altına
takla atan. İşte sen, işte metinlerin, kime satıyorsun kendini? Ustasın doğru,
tıpkı soytarı gibi. İpe çıkıyorsun, ipten ipe sıçrıyorsun; başında serpuşun,
sarığın, fesin, takken yok, ama fark etmiyor. Fıldır fıldır dönen gözlerinde
parıldayan cüce boyun, cüce ruhun; bakma sen öyle yalnızken dev aynalarında
endâmını seyretmene! Kant’tan, Marx’tan, Dostoyevski’den, Tolstoy’dan,
Nietzsche’den dem vurma; Freud senin atardamarın, Kafka’nın erimiş kompleks
kaftanlarını satın aldığını biliyorum; bir böceksin sen. Jung’un, Heidegger’in
nazi postallarını yaladığını kimseye unutturamazsın, Sartre’ın sapıklığını,
Camus’a attığı hipnotik solcu kazığını da yeni içinde kalan kırık kol sayamazsın.
Irkçılığın, solculuğun, sağcılığın, dindarlığın sırtında biriktirilmiş bütün
iblis artığı kusmukları yalayarak besleniyorsun. Mehmet Akif’e bakma, Necip Fazıl’a
da. Said Nursi’nin paldır küldür beyazlatılan öz ve hakiki geçmişine de bakma,
beri dur Sezai Karakoç’tan, İsmet Özel’den. Bak onları dâhil etmek istemezdim
sözlerime. Senin gülbahçenin gülleri onlar; sen onlara dokunamazsın. Onların
yapıp ettiklerinin bir devrin yıkılmasına hizmet ettiğini sen söyleyemezsin,
ödleksin çünkü. Onların sürüp nadasa bıraktığı topraklara tohum ekiyorsun
kendince. Ne tohumu biliyorsun, ne de ekmeyi. Karakoç’la Özel yaşıyorlar eskimiş
şiirlerinde kösnül kösnül; bir ileri elli geri tekerlemelerle patavatsız şiir
gülleri gibi dikenleriyle ortalıkta geziniyorlar. Müslümanlar tül tül
dökülürken kavrulmuş bomba renkli topraklarda, onlar sırtlarındaki kamburla
saklanıyorlar köşe bucak. Tıpkı Mehmet Akif gibi, Said Nursi gibi kahramancık oynuyorlar
sözlerin, hırsların, efendiliğin, cezbedici, kutsallaştırılmış alkışlarında. Yargıla
beni, konuş hadi; Necip Fazıl’ı savun, Menderes’ten para dilenirken gördüğünde!
Bana hakikatini anlat, şöyle mavi gözlü olsun. Olmaz mı? Sıkıştın mı, küfür mü
edeceksin yine? Tüylerin diken diken olsun; gözlerin alev saçar bir çengi dili
gibi çığırtkanlık yapsın! Çat metinlerini hadi, ruhunu anlattığın gibi anlat
bize teker teker çektiğin menfaat nefeslerini? Gıybet öyle mi, gıybet?
Söylesene; senin ve metinlerinin yaptığı gıybetin hesabını yaptın mı? Bir
devrin gıybetini yapıyorsunuz; Allah’a ve elçisine iftiralar atıyorsunuz,
yalanlarla kurduğunuz dünyada gerçeği örtüyorsunuz; küfrediyorsunuz. Gıybet öyle
mi? Siz günahkâr metin yazarları, siz şairler, siz sözün düzenbaz ustaları,
hadi çatın metinlerinizi, hadi gösterin metinlerinizdeki hakikatten izleri?
İneklere tapanların tezeklerini gülsuyuna batırıp hakikat diye anlatanları
salya süklüm anlatıp durduğunuz metinlerinizden bahsedin. O ezik ruhunuzu
ceketinizin astarına dikip yalandığınız hünkâr sofraları şimdilerde
yayın evlerinin ağaları, gazete sahipleri, editörler, tanıdıklar, suç
ortaklarınız. Siyasetçilere yaltaklandığınız zamanları es geçtim, payitahtları
iz budalası gibi dört gözle gözleyen karakteriniz hangi hakikati söyleme
cüretinde bulunabilir ki? Yalanlarla, sus pus duvarlarla inşa ettiğiniz
saraylarınızın içinde ödünüz ha koptu ha kopacak! İtibar ha? Sizin itibarınız
üç-beş saz delisi, söz hastası, dilber tutkulu sahte şahbazların kesesine kadar
yürür; kasılmayın öyle! Hakikate ihanet ettiğinizi bile bile ölüme nasıl, hangi
yüzle gideceksiniz siz, siz asıl ondan haber verin!”
Sözüm durmuştu. Nefessiz akışına yetişememiştim.
İçi sustuğunda derledim düşüncelerimi. Söylediklerini düşündüm. Kasırga gibi
esmişti. Niye kızdığını biliyordum. Alnındaki perçemin dallarına tünemiştim
çünkü.
Aklının seslerini, nefeslerinin geçişini tek tek kaydettim. Size anlatırken
de tereddütlüydüm. Doğru söylüyordu, ama daha güzel anlatamaz mıydı, diye
sormadım değil kendime. Çok sertti; çok dertliydi. Onu anladım anlamasına, ama
keşke dedim, keşke onu böyle kızdırmasalardı.
Hava karardığında, gözlerimi aklının seslerinden
çekip aldım. Biraz sindirmem gerekiyordu bu esip gürlemeyi.
Mustafa Ege – P.tesi, 07/10/2013 –22:50/ İz Etki Ekinoksları 24