26 Ekim 2013 Cumartesi

SA456/SD72: Masonik Oyun Sürüyor -"Masonic Game in Progress"-

Türkiye, Londra ile Pekin’in tam ortasındadır.” 
Recep Tayyip Erdoğan, Başbakan 
Ankara Lojistik Üssü ve Gümrük İdarî Birimleri Açılışı, 15.10.2010


Türkiye’nin Masonik Sorunları; Kürt Sorunu, Başörtüsü Sorunu, Füze Kalkanı, İsrail, ABD, AB, Rusya ve İran, Türkiye-Çin Stratejik İlişkileri, Gelişmiş Ülkelerde Dikey ve Yatay olarak Genişleyen Ekonomik, Sosyolojik ve Siyâsî Kriz, Avrupa’da Irkçılık


Türkiye, iç (Ekonomik, Sosyolojik, Politik) sorunlarını çözerken, dış sorunlarını da kendi oluşturduğu yeni bir düzlemde ve kendi çizdiği yeni bir çerçevede çözmeye doğru ilerliyor. Füze kalkanı da bu düzleme taşınacak, çerçeveyi Türkiye belirleyecek; yeni yol haritası bu. Bu Harita’nın yapay iç ve dış sorunlarla masadan kalkması Türkiye’nin büyük geleceğini tehlikeye atacaktır.

Analizi yaparken teşhisi doğru koymak gerekiyor; Türkiye’nin sorunlarının tamamı masonik projelerin birer sonucudurlar. 12 Eylül referandumu kronikleşen iç ve dış sorunların (değişen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi ve yeni anayasa çalışmaları) teşrih masasına yatırılmasının önündeki tüm engelleri ortadan kaldırdı; referandumun en önemli sonucu masonların devletin derinliklerinden temizlenebilmesinin yolunun açılabilmesidir. Bu tespitten sonra, sorunlar düzleminde dalgalı bir analiz yapmak ve bu analizin kıvrımlarında gezinmek gerekecektir.

Türkiye’nin Masonik iç sorunlarından en önemlisi Kürt Sorunu. Sorunun ortaya çıkışı mason localarının kapatıldığı 1935 yılına kadar gider… İsmet İnönü’nün Kürt sorununu başlatan ünlü raporu 1935 tarihlidir. Bilinen süreci tekrarlamayalım. Gelinen basamakta durum şu: Devlet’in görevlileri ile müebbed hâpis cezası hükümlüsü PKK lideri arasında 90’lı yıllardan beri sürdürülen görüşmelerin Başbakan ve Cumhurbaşkanı tarafından resmen kabullenilmesi ile ‘Devlet, teröristlerle görüşme/anlaşma yapmaz.’ anlayışının yıkıldığı bir döneme girildi. Bu yeni dönemden beklenen Kürt Sorunu’nun nihâî çözüme kavuşturulması gibi âfâkî bir sonuç değil; terör saldırılarının sona erdirilmesi gibi açık ve anlaşılır bir sonuçtur. 

Bu sonuç Kürt Sorunu’nun çözüm haritasının daha demokratik/daha kansız formatlarda tartışılabilmesini sağlayacak bir ilk adım olmaktan başka bir değere sahip değildir. Aksi görüşte; Devlet, Kürt Sorununun çözümünü terör örgütü ile görüşüyor olarak lanse edilecek, PKK’yı resmen bütün Kürtlerin temsilcisi olarak tanımış olacak ve PKK ile ilişkisiz, hatta PKK ile düşman diğer Kürtlerin gücendirilmesi gibi mevcutlara ek olarak yeni çözümsüzlük alanları üretilmiş olacaktı. Nihâî olarak da, İktidar Partisi tarafından kazanılmış ve korunmuş çözümcü oy oranları hızla azalacaktı. Bu siyâsî bir riskti ve çözüme katkısı sıfırdı.

Başbakan’ın yüksek perdeden görüşmeleri sahiplenmesi, ‘Bizim konuşmadıklarımızla başkaları konuşur.’ ilkesini dillendirmesi ( Bu ilke 14.10.2010’da yayınlanan Kurtlar Vadisi-Pusu dizisinde de detaylı olarak işlendi) ve ilgili suçlamaları kesin vuruşlarla kesmesi bu riski yok etmeye yönelikti. Başbakan haksız değildi. (“Türkiye de Yugoslavya gibi bölünmelidir”, Hans Genscher, Alman Dışişleri Bakanı, 1991 Nevruz’u)

Başbakan’ın ve Cumhurbaşkanı’nın terör örgütünün temsilcileriyle yapılan görüşmelere sahip çıkmasının nedenleri açıktı. Daha önceki görüşmelerin, siyâsî erkin etki alanında olmadığı, şaibe ile malûl kliklerin söz konusu görüşmeleri kontrol ve koordine ettiği, görüşmelerin yapıldığı dönemde Başbakan’ın şikâyetlerinden anlaşılıyordu. Başbakan şikayetçi idi. Çünkü; devletin temsilcileri ile yapılan görüşmelere rağmen kanlı saldırılar durmuyordu; Ergenekon operasyonlarının ve yargılamalarının seyrine göre hız arttıran/azaltan bir saldırı formatının uygulandığı görülüyordu. 

Ergenekon’un, PKK, Hizbullkontr, Dev-Sol gibi örgütlerle kurduğu organik ilişkilerin medyada sıklıkla tartışılması, görüşmelerin içeriğinin Türkiye’deki tüm açılım söylemlerini sabote etmek amacına matuf olduğu şüphesini somutlaştırdı. 

Seferberlik Tetkik Kurulu’nun görevli Hâkim tarafından tetkik edilmesi, Heron görüntüleri, 30 Ağustos 2010 Şûrâ kararları ve 12 Eylül Referandumu sonrasında Anayasa Mahkemesi ve HSYK gibi iki keskin kılıcın siyâsî otoritenin ensesinden çekilmesi, İktidar Partisi’nin devleti yönetme alanını genişletti. Siyâsî irade Milli Güvenlik Siyaset Belgesini reel temellere oturttu. Devlet tüm kurumlarıyla Kürt Sorunu’nu çözmeye karar verdi. Doğal olarak da eski görüşmeciler yenileriyle değiştirildi. Alınan olumlu sonuçlar görüşmelerin gözden ırak bir şekilde yapılmasını sağladı ve akan kan büyük oranda durduruldu. Kürt Sorunu’nun çözümüne olumsuz katkılarda bulunan AB ülkeleri Başbakan tarafından tazyik altına alındı ve süreç kendi normal tartışma alanına taşındı.

İkinci en büyük Masonik iç sorun Başörtü sorunu… Bu sorun, Kürt sorunu gibi özel resepsiyonlarda/ konferanslarda programlanmış ve uygulamaya konulduğu andan bugüne gerçekten başarılı olmuş bir dış prodüksiyondu. 

Prodüktörlerin Masonik izleri, savunucularının pervasız tutumlarında açıkça görülürken, devletin derinliklerinden temizlenme sürecine giren bu kirli organizasyonun kendi ürettiği sorunla birlikte Türkiye gündeminden hızla uzaklaştığını/ uzaklaşması gerektiğini kabul/ kontrol etmek Milli Güvenliğin esas hedeflerinden biri olmalıdır. İngiltere (İndependant, Ocak 1995, İsmail Berduk Olgaçay, Ps’95, S.216, İz Yayıncılık, İstanbul,1996) ve İtalya’da (Ps’95, S.217) belirli dönemlerde yapılan temizliğin bizde de gecikmeden uygulamaya konulması Başörtü sorununu, Kürt sorunu gibi tarihe gömmeye yetecektir.

YÖK Başkanı’nın temelsiz başörtü yasağını tedrici olarak kaldıracak olan süreci başlatmasının ardından, uygulamadaki çözümleri destekleyen Başbakan Erdoğan, hiç gerekmediği halde, masonik yapılanma tarafından sorunu sürüncemede tutma amacıyla şart koşulan anayasal düzenlemeler için muhalefet partileri ile yapılan görüşmelerden sonuç çıkmaması üzerine, 2011 seçimlerinden sonrasını işaret ederek; gündemde çözülmemek üzere tutulan bu sorunu esas çözüm mercii olan halka götüreceğini belirtmiş ve bu sorun üzerinden süren oyunu sona erdirmiştir. 

Fakat; cemaatler ve diğer eklemli gruplar arasında yaklaşık 15 yıldır başlatılan başörtüsü konulu suçlama içerikli tartışmalar hâlen sürmektedir. Söz konusu tartışmaların sürdürülmesi de, masonik yapılanmanın yönettiği bir sürece hizmet etmeye devam ederken, yeni bakış açıları ortaya çıkmakta ve ilgili sorunu üreten merkezler de ciddî analiz konuları olarak gündeme taşınmaktadır.

Diyanet İşleri Başkanı Bardakoğlu’nun başörtüsünün Allah’ın emri olduğunu belirten açıklaması sonrasında iç suçlamaların sona ermesi ile birlikte, yeni dönemde kurumsal ve bireysel örgütlenmelerle toplumun özel-genel alt grupları içerisine yerleşmiş bulunan masonların bazı Müslüman cemaatlerin/grupların içine sızmış oldukları ve onları yönlendirdikleri gerçeği açık ve anlaşılabilir netlikte tartışılmaya açılmalıdır. 

Sorunu üreten merkezlerin hükmü net/ kesin olan bir alanda Müslümanları birbirlerini suçlamaya sürüklemiş oldukları gerçeği tespit edilmeli; Müslümanların diyalog kurmalarını, çözüm üretmelerini engelleyen bu sistemli yıpratma sürecinden hızla uzaklaşılmalıdır.

Türkiye’nin yeni gibi görünen, ancak uzun süredir kontrol merkezlerinde geliştirilmiş projelerle uygulanma alanına sokulmak istenen Füze Kalkanı gibi bir Masonik proje ile meşgul edildiği ve ABD tarafından açıkça sıkıştırıldığı bir dönemdeyiz. 

Türkiye, Nato ya da İran gibi iki tercihli bir seçenek dayatması içine çekilerek, elde ettiği küresel merkez içerikli kazanımlardan koparılmak istenmektedir. Masonik merkez için elde edilmiş kazanımlardan daha da önemlisi yakın gelecekte elde edilebilecek daha güçlü kazanımlar büyük tehlike arz etmektedir. Türkiye’nin masonlara karşı içte kazandığı zaferlerin, dışarıda kazandığı zaferler için birer işaret fişeği olduğu dikkate alınırsa, Füze Kalkanı projesinin masonların varlık sebepleri ile doğrudan ilgili olduğu anlaşılacaktır.

Füze Kalkanı, eski Doğu Blok’u ülkelerine konuşlanmak üzere tasarlanmış gibi gösterildikten çok kısa bir süre sonra yeni/asıl konuşlanma alanına, Türkiye’ye sürüklendi. Rusya’nın göstermelik itirazlarını ciddiye alan Amerika’nın, Türkiye’ye, enerji üretim/nakil merkezleri olan Müslüman ülkeleri kontrol etmeye devam edebileceği merkez olarak Türkiye’yi seçmiş olduğunu, Türkiye’nin -itiraz edilmeyerek verilen zımnî izinlerle- bölgesel ve küresel alanlarda güçlenmesini sağladığını bugün de diyet borcu olarak Füze Kalkanı’nın Türkiye’de konuşlanması gerektiğini söylemiş olması şaşırtıcı gelmeyecektir. 

Ki; bu söylem gerçekse, Türkiye’nin Amerika ile yaşadığı İran konulu sert tartışmalarda ortaya konan bağımsız politikaların, aslında pek de bağımsız olmadığı şüphesini güçlendirecektir. Bu bağlamda Türkiye için varlıksal nedenlerin ortaya çıkması kaçınılmaz olacaktır. Türkiye bu söyleme boyun eğer ve Füze Kalkanı’nın Türkiye’de konuşlanmasına izin verirse, bundan sonra ileri sürebileceği herhangi bir bağımsız teze sahip olamayacağını değerlendirmek zorundadır.

Füze Kalkanı projesi masonik bir projedir. Çünkü; SSCB’nin masonik örgütlenme ile kurulduğu (Bakınız Not, Seçkin Deniz) ve yıkıldığı artık tarihi bir realitedir (Boris Yeltsin Masondur). I. ve II. Dünya Savaşları Yeni Dünya düzeni için yapılmış savaşlardır ve kurulan Nato ve Varşova paktları ile dünya iki kontrol bölgesine ayrılarak, temel insanî haklar ortadan kaldırılmış, insanların bireysel ve sosyal özgürlükleri ile ekonomik değerleri ellerinden alınarak tek merkezden yönetilebilir olmuştur.

Yalta (Churchill, Roosevelt ve Stalin 4-11 Şubat 1945), Reykjavik (Reagan ve Gorbaçov, Ekim 1986), Malta (Bush ve Gorbaçov, Aralık 1989) ve Soçi (Bush ve Putin, Nisan 2008) görüşmelerinin tabanın da da sadece masonik sebepler vardır. Mavi gezegen, masonik yapılanmalarla kontrol edile gelmiştir ve Füze Kalkanı da dağılmak üzere olan bu kontrolü güçlendirmek üzere konuşlandırılacaktır.

Türkiye’nin bu masonik projeden Kalkan'ın konuşlandırılacağı ülkeyi değiştirme başarısı göstererek kurtulması mümkündür. Eğer Türkiye, Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun belirttiği gibi Nato’nun partneri değil de ortağı ise konuşlanma ülkesini değiştirebilecek güce de sahiptir. (Gürcistan bu anlamda başka bir seçenek olabilir). Füze Kalkanı’nın Türkiye’ye konuşlanacağı kararlaştırıldığı anda, Türkiye’nin kalkan üzerindeki haklarının bir önemi kalmayacaktır. 

Kalkan, ABD veya Nato Konseptiyle kurulduğu anda da Türkiye gelecek yüzyıllara yapacağı temel hazırlıkları yapamaz hâle gelecek Dünya’nın ABD, AB, Rusya ve İsrail dışında kalan ülkeleriyle yaşayacağı işbirliklerini belirsiz bir sonraya ötelemek zorunda kalacak ve masonlar tarafından üretilmiş/ üretilecek olan sorunlarla boğuşmaya devam edecektir. Füze Kalkanı projesinin Kürt sorunu ve Başörtü sorunuyla, diğer sorunlarla doğrudan ve dolaylı ilgisi sadece budur.

Dünya’nın Kanseri İsrail ise, masonik örgütlenmenin ulaştığı yan faydadır; ana hedef değil. Yerküreye hükmetmek, küçük bir ülkeyi kurup yönetmekle eş tutulamaz. Yerküre’yi, insanı yönetmek de her zaman hesaplanabilir olasılıkları sonsuza dek yönetmek anlamına gelmez. İnsan, teorik çıkarsamaların temelsiz kalabildiği yegâne alandır. 

Avrupa Birliği ülkelerinin İsrail’e karşı duruşlarında yaşadıkları gurur kırıcı etkisizlik (İspanya ve İtalya Dışişleri Bakanları’nın İsrail Dışişleri bakanı ile yaşadıkları diplomatik nezaketsizlikleri hükümetlerine taşıyamamaları, İsrail’in Mavi Marmara Katliamı’na tepki duyan AB ülkelerini açıkça tehdit etmesi, vb.), tüm Avrupa ülkelerinde masonların yayıldıkları güç alanlarını somut bir şekilde izah etmektedir.

ABD ise bir milyonu aşkın etkili ve yetkili masonun yaşadığı bir ülkedir. Rusya’nın öteden beri yaşadığı tarihsel dönüşümler ve bu dönüşümler sonrasında Rusların bugün bireyi ve aileyi önemseyen politikaları tartışmaya başlamaları masonların ulaştıkları başarı profilini anlatmaya yetmektedir. Rusya’nın İran politikalarındaki kaymalar masonik etkilerin sızdığı en önemli alanlardır. 

Belki de İran’da aynı masonik sızmalarla mücadele etmek zorundadır. Ki; söz konusu yapılanmayı tüm detaylarıyla bilmek ve analiz etmek gerçekten zordur. Bütün bu sebeplerle şu söylenebilir; 13. yüzyıldan beri Dünya, kurumsallaşmasını tamamlamış olan kabalistik/ siyonistik/ masonik baskıların olmadığı hiçbir beşeri sürece sahip değildir.

Çin, son elli yıldır aynı masonik gizemin etkisindeki Mao’nun vehmettiği tanrısal psikozda yaşamaya devam ederken, kalabalık nüfusunun istekleriyle başa çıkmak üzere yeni makro planlara ihtiyaç duymaktadır. Yani Çin, kendi içerisinde egemenlik kurmaya çalışan ve Çin’i kendi çıkarları için kullanmayı hedefleyen masonlara karşı tedbirler almaktadır.

ABD ve Çin arasındaki kur savaşının G-20 ülkeleri toplantısında sürmesi, ABD’nin borç sarmalında açıkları bulunan ülkelerle, fazlaları bulunan ülkeleri artı eksi %4 bandında sürüklenmeye zorlaması, hatta tehdit etmesi masonik gücün merkez ülkesi ABD’nin gittikçe derinleşen ve yayılan ekonomik krizi yönetmek adına atılmış önemli bir adımdır. 

Çin’in Türkiye’yi AB’ye sıçrama üssü olarak kullanması, iki yüz yıllık ticarî akış yönünü tersine çevirmesi, hem AB’yi hem de masonik örgütlenmenin batı ayağını rahatsız etmektedir. Çin’in tamamen devre dışı bırakılmamasının, gelecekteki masonik merkezin Çin’de oluşturulmaya başlanmış olmasıyla ilgili olması olasılık dışı değildir. 

Yakın gelecekte ABD birleşikliğini yitirecekse ve bu durdurulamayacaksa Masonik Merkez tamamen uysallaştırılmış ve uyuşturulmuş insanların bulunduğu iki ülkeden birini (Çin ve Hindistan) seçmekte tereddüt etmeyecektir. Batı teknolojisinin Çin’e ve Hindistan’a taşınmış olması da, sadece ucuz işgücüyle açıklanamamaktadır zaten. Çin savaş uçaklarının Türkiye’de yapılan tatbikatlara katıldığı haberlerinin Çin Hükümeti’nce yalanlanması, masonik baskıların artarak devam ettiğini bir teori olarak düşünmemizi sağlayabilir.

Kuşkusuz bir yaprağın düşmesini de masonlara bağlayacak teoriler üretmeyeceğiz. Zaten masonların yaprağı düşürüp düşürmemekle ilgileri yoktur; onlar yaprakla değil yaprağı besleyen suyla, karbondioksitle ve diğer minerallerle meşgul olmayı tercih ederler. Masonik programların Batı’yı kullandığı artık açık bir gerçektir ve mahvolmuş ahlakî yapısı, çökmüş ekonomisi ile Batı masonlar tarafından çöpe atılmış durumdadır (Bakınız, Tamer Güner, Sonsuz Ark, SA1936/TG154: Özgür Masonların Batı Medeniyeti’ndeki Tahribatı-1) Ancak çöpleri dönüştürme kabiliyetleri aşırı gelişmiş olan masonların bu çöpü de yönetmeyi gerekli bulacakları ve bundan dolayı ellerini çöpten süresiz olarak çekmeyecekleri de aşikârdır. 

Türkiye’deki dönüşüm maceralarının (Osmanlı’nın çöküşü, Cumhuriyet’in Kuruluşu, Darbeler) ve bu maceralarda kullandıkları kimliklerin ve kişiliklerin posaları çıkıncaya kadar gündemde tutulmasının tek nedeni de sadece budur. Masonlar ölüleri bile üye olarak yazmakta beis görmezler; kişilerin ölü olmaları onlar için kullanılmış olmaktan kurtulmak anlamına gelmez.

Avrupa’nın son hasta hâlinde sürekli kışkırtılan ırkçılığın ve fundemantalist Hıristiyanlığın (Bütün mezhepler dâhil) köklerinin, Batı’nın Roma İmparatorluğu’ndan daha önceye dayanan çok eski virüsleri olduğundan şüphe edilemez. Avrupa, bugün masonlar tarafından yayılan aynı virüslerle mahvedilmektedir. Hızlandırılmış ekonomik çöküş, bu virüslerin yayılabileceği mükemmel bireysel ve sosyal alanlar inşa etmektedir. 

Vatikan kendi içlerine kadar sızmış bulunan bu kirli organizasyona karşı hareketsiz durumdadır ve gün geçtikçe önemini yitirmektedir. (Bakınız; Sonsuz Ark; Vatikan) Sarkozy’nin Fransa’da, Berlusconi’nin İtalya’da seçtiği kadın bakanların sansasyonel özel hayatları, iki ülkenin insanlarını ancak dört veya beş yıl gibi kısa sürelerde etkileyebildiği, hızlı çöküşün de bu sürelerde gerçekleştiği unutulmamalıdır. Fransa ve İtalya özel olarak seçilmiş iki ülkedir. Biri Katolikliğin Merkezi, diğeri de Laiklik olarak morfolize edilen dinsizliğin…

Büyük masonik oyun sürmektedir. Türkiye’de ortaya konan oyunların sonunun gelmemesi de bu büyük oyunla ilişkilidir. Türkiye, iç ve dış sorunlarını analiz ederken, bulduğu kısa vadeli çözümlerin uzun vadeli sorunlara yetmeyeceğini unutmamalıdır. 

Geçmişte masonlara atfedilen her bir iç ve dış sorunun ana kaynağı ile ilgili teorilerin hiçbiri komplo teorisi olarak kalmadı; her biri tek tek kanıtlanarak teoreme dönüştü. Jöntürk, İttihâd-ı Osmanî, İttihat ve Terakki, Osmanlı’nın Çöküşü, Cumhuriyet’in Kuruluşu, Darbeler, Kürt sorunu, Başörtü sorunu gibi temel alanlarda sarf edilen bu türden teorilerin hepsi birer birer sonuçları görülerek kanıtlandığı için tereddüde gerek yoktur.

Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetenler kesin bir karar vermeli; verdikleri kararın her türlü sonucunu hesaplayabilmelidirler. Türkiye, deneyimli bir devlet olduğu gerçeğini ancak Fatih dönemindeki yüksek enerjili yönetim anlayışına ulaşarak kanıtlayabilir. Bu anlamda bağımsız politikalar üretmek için bugünden daha başka büyük gün yoktur. Türkiye Londra ve Pekin’in tam ortasında olduğu için Dünya’nın merkezi olmaya devam edecektir.




Seçkin Deniz, 28.10.2010, Sistematik Analizler 121


Seçkin Deniz Yazıları






Ek Okuma:  Türkiye'nin Zaferi
http://www.sonsuzark.com/2013/06/sa254sd35-turkiyenin-zaferi_9653.html



Not:
"Marx, Batı Prusya'da Yahudi bir ailenin oğlu olarak doğmuştur. Babası Heinrich'in esas adı Hirchel Ha-levi ve bir Talmud öğrencisi, dedesi ise haham. Marx'ın yazdığı ilk makale Yahudi sorunlarıyla ilgili. Marx'ın ailesi birkaç nesildir Talmud öğrencisi, Hirchel'in erkek kardeşi Truer'in başhahamı, Heinrich Marx, Hanrietta Pressburg adında Nijmegen'li bir hahamın Macar kökenli kızıyla evleniyor." (Encyclopedia Judaica, cilt 11, sf.1071-1074)

"Marx'ın yabancılaşma ve özgürlük teorileri sürgünden bir dönüş gibi, Lurianic Kabala gibi anlaşılmalıdır. Fishman, Marx'ın sosyal gerçek anlayışında Yahudiliğe dayalı bir yan bulduğunu ortaya koydu." (Jewish Chronicle, 10 Nisan 1992)

Yahudi dinini reddeden Marx, koyu bir din düşmanı oldu. Olayın bir de "metafizik" boyutu vardı. Kabala'dan esinlenen Marx'ın, bunun sonucu olarak "satanizm" (şeytana tapınma) ile de ilginç bağlantıları vardı:

"Gençlik dönemlerinde, Berlin Üniversitesi'nde Karl Heinrich Marx, kin duygusunu depreştiren çok tehlikeli törensel bir tür satanizme ilgi gösterdi. O günden sonra yazdığı şiirleri 'Oulanem'e adadı. 'Oulanem' şeytan için kullanılan mistik bir isimdi." (The Keys of This Blood, Malachi Martin, sf.200)

Marx'ın karanlık yönleri bunlarla sınırlı değildir. Sosyalizm-kapitalizm birlikteliğinin ilk örneği belki de Marx'tır. Çünkü, garip ama gerçek, ateşli burjuvazi düşmanı Karl Marx, İngiltere'nin en büyük "burjuva"sı Yahudi banker Rothschild ve benzeri kişilerle ilişki içindeydi.

"Marx'ın ekonomik görüşleri City of London'daki banka kuruluşlarının ve özellikle The House of Rothschild (Rothschild Bankası)'in görüşleri ile tamamen uyumlu idi, Karl Marx'ın Moskova'da değil, Londra'da ortaya çıkmış olmasının bir rastlantı olmaması gibi. Rothschildlar tarafından, Çar'ın Avrupa ve New York bankalarında bulunan 1 milyon dolarının getirilmesinin Bolşeviklerin zaferindeki payı da bir rastlantı değildi. Marx'ın, Jenny von Westphalen'le olan evliliği aracılığıyla İngiliz aristokrasisiyle olan yakın ilişkisini de çok az kişi bilir." (The World Order, A Study in Hegemony of Parasitism, Eustace Mullins, sf.48)

Bunun yanı sıra Marx, devrin mason locaları ile de yakın iş birliği içindeydi. Almanya'da Adam Weishaupt'un örgütlediği "illümine" masonların kurduğu "Bund der Gerechten" (Doğrular Birliği) Marx'ın ilişki içinde olduğu loca idi. Bu locanın ismi daha sonra "Bund der Kommunisten"e dönüştü. Marx ve Engels Komünist Manifesto'yu bu loca için kaleme aldılar. Manifesto'nun 20 yıl boyunca yazar ismi olmadan çıkmasının nedeni buydu.

"Komünist Derneği'ni yöneten illümine masonlar Karl Marx'dan Bavyera İllümineleri'nin programını bir manifesto şeklinde hazırlamasını istediler. Marx, 1847 Aralığı'nda çalışmalarına başladı. Çalışmanın adı da Komünist Manifesto oldu. Marx'ın burada yaptığı, Bavyera İllüminelerinin kurucusu olan Adam Weishaupt tarafından 70 yıl önce geliştirilen devrimci prensip ve programları gün ışığına çıkarıp düzenlemekti." (Le Pouvoir Occulte, Fourrier du Communisme, Jacques Bordiot, sf.102, 103)

"Komünist Manifesto'yu hazırlayan üçüncü kişi de yine Yahudi bir aileden gelen Jean Laffite idi... Gerçekte Komünist Manifesto'nun başlangıcı üç zengin burjuvaya dayanıyordu, Marx, Engels ve Laffite". (Le Pouvoir Occulte, Fourrier du Communisme, sf.120-131)

"Burjuvazi örgütü" olarak nitelendirilen masonluğun, Marx'ın ardından komünizmin yayılması için gösterdiği gayret de ilgi çekiyordu. Bu durum, ister istemez Paris Komünü'nde "kahramanca çarpışan" loca üyelerini akıllara getiriyordu.

Anarşist Komünizmin Kurucusu: Joseph Proudhon

Komünist felsefenin gelişmesinde Marx'ın yanı sıra, başka ilginç kişiler de vardı. Bunlardan biri "anarşist komünizm"in kurucusu Proudhon'dur.

Proudhon, anarşist bir bireyciydi, geliştirdiği kuram ve doktrinler 'Anarşizm' diye tanındı. Proudhon fikirlerini, "Anarşi, bugünkü toplumların, hiyerarşik ilkel toplumların var oluş şartıdır" diyerek ifade etmekteydi. (Meydan Larousse, cilt 10, syf. 349). 1840 yılında yayınlanan ünlü kitabı "Mülkiyet Nedir?" anarşist komünizmin temel kaynağı oldu.

"Proudhon, zamanın tüm sosyalist önderleri gibi masondu" (Le Nouvel Observateur, France 30 Ocak - 5 Şubat 1987 - Le Crapouillot, Yeni Dizi, no:49, Paris 1979)

Fikir alış verişinde bulunup yardımlaştığı çevresi de hep masondur. 1843-46 yılları arasında Paris'te Martin Nodand masondu (Mülkiyet Nedir? Kronoloji Bölümü, sf.10), Bakunin de masondu. (Dictionnaire de la Franc-Maçonnerie, Daniel Liou, sf.102) Her ikisi de Karl Marx ile sık sık görüşüp birlikte olmuşlardır. Marx, "La Sainte Famille" adlı eserinde "Mülkiyet nedir?" i ve Proudhon'u uzun uzun övmüştür.

Proudhon, 1848'de mason olan Fransa Kralı Napoleon Bonaparte (Masonluk Üzerine, sf.10) ile tanışıp sürekli görüşmeye başlamıştı; hatta çevresindekiler Proudhon'u, Napoleon'un ajanı olarak nitelendiriyorlardı.
Proudhon'un ortaya attığı bu sapkın sistem, yani ANARŞİZM, kişi üzerindeki her türlü otoritenin reddidir. Bu otorite özellikle din ve ahlak öğretileri ve devlettir. Proudhon'a göre, hakim sınıfın maşası olan devlet, en kısa zamanda yıkılmalı, yerini halkın tümünü temsil eden bir rejime bırakmalıdır ve bu rejim de komünizmdir. 

Devletin yıkılması için asıl yöntem kanlı ihtilallerdir. Tıpkı Fransız, Rus ve Alman ihtilallerinde olduğu gibi. Ayrıca din ve ahlak öğretileri diye adlandırdığı kıstasların da kişilerin özgürlüğünü engellediğini savunmuştur. Bu yüzden devlet gibi, dini ve ahlakı da reddetmiştir.




Seçkin Deniz Twitter Akışı