“Binaların
dili var gerçekten.”
Bir ‘şey’in öncesi olduğu gibi sonrası da var. Ankara’ya gitmeden önce, Ankara’yla ve bu ziyaretle ilgili bir şey yazmak aklıma gelmemişti. Günü birlik bir ziyaretti. Fakat, bu ziyareti ‘özel’ kılan şeyler sığdı yirmi dört saate… Öncesini anlatmayacağım bu ziyaretin, sonrasını da anlatmayacağım; anlatacağım bu ‘özel’ sıfatını hâiz olan şeyler olacak.
Yine
otobüs yolculuğu ile giriş yapmalıyım yazıya. On iki saat süren İstanbul
yolculuklarım, uzun olsa da bu kadar yorucu olmadı hiçbir zaman. Kitap okudum
otobüste, film izledim ve uyudum; ama bu kez altı saatlik bir yolculuktu önümde
duran problem; paylaşım sorunu yaşadığım kısacık altı saat.
İlk üç saatten sonra mola verdik, İlk üç saatte iki film izledim. Biri Bruce Willis’in başrol oynadığı 2006 yapımı ‘16 Blocks’ adlı çeteleşmiş polis temalı filmi, diğeri ‘İncir Çekirdeği’ adında saçma sapan bir Türk filmi. Biraz da ‘Robert Osserman’ın 2005’de Tübitak Popüler Bilim Kitapları’ndan çıkan Evren’in Şiiri’ne bakmıştım. Sonraki üç saatin sondan önceki iki saatini ancak uykuya ayırabildim. Uykusuzdum gün boyu.
Otobandan
sonra, otoban kalitesindeki devlet karayolunda süren yolculuğu yarı uykulu iki
saat süresince hatırlıyorum. Ankara sağlı sollu binalarla varlığını hissettirmeye
başlamıştı, gözlerimi açtığımda. Israrla beni otogara almaya geleceğini
söyleyen ‘yeni dostum’un sabahın altı buçuğunda otogarda beni beklemesine
vicdanım elvermemişti. Zaten bu geziyi, ziyareti ‘özel’ yapan da bu durumdu.
O da
kararlı bir dille beni otogardan alacağını söylemiş, Ankara’ya varmadan yarım
saat önce kendisini haberdar etmemi istemişti. Aramaya kıyamamıştım, ki
telefonum çaldı. Otogardaydı ve bekliyordu. Hiç yüz yüze görüşmemiştik, ancak
bir gün önce telefonda görüşmüş, seslerimizle tanışmıştık. Ben sosyal medyadaki
hesabında fotoğrafını görmüştüm, ama o beni sadece harflerimle tanıyordu; profilimde
masmavi bir gök ve ışıklı iskelesiyle masmavi bir denizle dolu bir resim vardı çünkü.
Ankara
AŞTİ Otogarı’nı, sevimsiz ve karmakarışık İstanbul Esenler Otogarı’na karşılık sevimli
ve sıcak buluyordum, kolaydı ayrıca. ‘Yeni dostum’la elimdeki kırmızı poşet
vasıtasıyla buluştuk. Poşeti görünce uzaktan ‘Seçkin Bey’ diye seslenmişti ve
ben ona doğru yürümüştüm. Yüreği gibi beyaz arabası ile bekliyordu sabahın
köründe.
Bir gün
önce “Ankara simidi, domates ve tulum peyniri ile kahvaltı yapacağız” demişti.
Beyaz araba Ankara’nın bana yabancı, ona tanıdık gelen caddelerinden,
sokaklarından yürüyüp simit fırınına vardığında, uykum henüz zihnimden
uzaklaşmamıştı. Bu arada sohbet ediyorduk, Türkiye’nin ruhundan dünyanın
kanatlarına kadar her alana dalıyor, insandan, topluma ve siyasete uzanıyor,
aynı zamanda görselliğimize alışıyorduk.
İş
yerine ulaştığımızda şu an hatırlamadığım birçok yerle birlikte Anıtkabir’i de
görmüş, onun yakınlarında bir yerde durmuş ve modern bir binadan içeriye
girmiştik. Henüz kimse yoktu sabahın bu sessiz vaktinde. Ankara sokakları ve
caddeleri uyuyordu.
Kahvaltıda
Ankara’ya ters, sıcak ve içten bir ilgi ile birlikte özenle hazırlanmış yiyecekler
ve çay vardı. Güler yüzlü bir Anadolu kadını sık sık çaylarımızı tazelemişti.
Bir iş yerinden daha çok, sakin, işine odaklanmış insanların bir araya geldiği
bir yer gibiydi orası. Bir bilim yuvası daha sade ve kullanışlı olamazdı, diye
düşündüm.
Sabah dokuz
otuzda bulunmam gereken yere bıraktı beni ‘yeni dostum', işim bittiğinde
muhakkak aramamı tembihleyerek. İşim bittiğinde akşam altıdan sonrasını
gösteriyordu. Ve kabanımı beyaz arabada bıraktığım için üşümüştüm… Ankara
soğuğu ısırmıştı beni… ‘Yeni dostum’u aradım.
Yollar
kalabalık, trafik tık nefes; “Ben geleyim?” dedim, ama nereye, ne kadar
mesafede orası, bilmiyorum. “Ben alırım, sizi oradan!” dedi. “ Sizin gelmeniz
çok daha fazla zaman alır!” Alacağı yeri anlaştık; ‘Yeşil Bahçe’
Yolların
birbirleri ile iç içe geçtiği yerleri dolaştık saatlerce. Ankara’yı anlatıyordu
bana hiç yorulmaksızın. Beyaz araba hızla akıp gidiyordu caddelerde. Beştepe,
Çankaya, Elçilikler, Cinnah Caddesi, Meclis, Kuvvet Komutanlıkları, Kuğulu Park
Alt Geçidi, ‘Aksaray’ yani yeni Başbakanlık Kampüsü, Ak Parti Binası,
Çukurambar ve şu anda aklıma gelmeyen bir sürü yer. Sohbet ediyorduk, anlatıyorduk,
anlıyorduk. Dertliydik; aslında dertlerimiz bizi dost yapmıştı.
Ak
Parti’nin görkemli binasının önünden geçtikten sonra bir kavşakta bir bina
gösterdi bana. “Kiralık, yazısını görüyor musunuz?” diye sordu. Merakla baktım
ve gördüm, neyi kastettiğini merak etmiştim. “İşte o bina Genç Parti’nin genel
merkezi, şimdi ise kiralık bir iş yeri… neredeyse yüzde onla gelecekti!” dedi.
Ve sonra hüzünlü bir sesle ekledi: “Ak Parti binası öyle mi kalacak ya da
büyüyecek mi; yoksa bir iş yeri, bir market mi olacak?”
‘Yeni
dostum’un sorunun, psikolojik, sosyolojik ve siyasî boyutlarını bu kadar net
bir şekilde sembolize etmesi hayranlık vericiydi. Kim bilir kaç kez buralardan
geçmiş ve kaç kez bu soruyu sormuştu kendine. Ankara’nın o mâkus çizgisi
tekerrür edecek miydi? Onlarca partiyi, birçok iktidar partisini parti
mezarlığına gömen Ankara, Ak Parti’yi de gömecek miydi?
Sonra ekledi 'yeni dostum': " Genç Parti'nin binasına gitmeden önce Dış işleri Bakanlığı binasının yanındaki ANAP binasını görelim. Bu bina bir zamanlar işlek bir AVM gibi yoğundu; gece lambalar sönmezdi, şimdi karanlık… Sonra Balgat’ta DYP'ye genel merkezlik yapan binayı görelim. Burası Sabah gazetesine ve ATV'ye ev sahipliği yapıyor şimdi. Bu bina Genç Parti'nin binasına gelmeden hemen sağda kalıyor. ANAP, DYP ve Genç Parti nin sonuçları... Türk filmlerinde İflas eden fabrikatörün başına gelenlere benziyor hikayeleri..."
Sonra ekledi 'yeni dostum': "
Gece on
ikide tekrar otogarda olacak ve Adana’ya dönecektim. Akşam kesintisiz dört
buçuk saat Ankara’yı gezdik ve sohbet ettik. Çukurambar Mado’da çay içerken
gözlerinden uyku akıyordu, beni otogara bırakmasını istedim ve evine gitmesini
söyledim. “Hayır!” dedi. “Sizi salimen otogara, otobüsünüze bırakmadan içim
rahat etmez.”
Neden
Çukurambar? Ona göre Çukurambar, Ankara’nın yeni Nişantaşı’ydı. Her yer yüksek
binalarla doluydu. Çukurambar ana caddedeki câmi bana Bağdat Caddesi’ndeki
Mihrimah Sultan Câmii’ni hatırlatmıştı. Küçücüktü, neredeyse yüksek binaların
arasında kaybolmak üzere olan hâliyle. Ciplerle, başörtülü, güneş gözlüklü
kadınlarla dolmuştu eski iktidar zamanlarının bu gecekondu semti. İhale
görüşmelerinin, bürokrat atamalarının yapıldığı mekânlar buralardaydı.
Balgat’a
da götürmüştü beni. Erbakan’ın varlığı ile ekonomik değer kattığı Balgat.
İktidar neredeyse, kimdeyse oralar değerleniyordu. Oysa Başbakan Erdoğan Subayevleri/Keçiören
gibi mütevazi bir semtte ikamet ediyordu, rant değeri yükselmemişti. Buna
karşılık bugün Başbakan’la TRTTürk’te yaptığı açıklamalar çerçevesinde ‘Ben
sadece bir bakan değilim, çok şeyi temsil ediyorum… kum torbası değilim... kendimi,
ailemi siper etmişim; gençliğimi, aşkımı, hayatımı bu yola vermişim…” diyerek
polemik yapan Bülent Arınç ise sekiz yüz bin liradan başlayan evlerin
bulunduğu, yeni rant alanı Beştepe’de oturuyordu. Evi alın teriyle almış olması hususunda kuşkum yok, ama mesele bu değil. Lüks ne zamandan beri müslümanların ilgi alanına giriyordu ki?
Konu
basitti. Başbakan, basına kapalı bir toplantıda üniversite öğrencilerinin
kızlı-erkekli bir evde kalmaması gerektiğini söylemiş, Zaman gazetesi de,
kendisine sızdırılan bu bilgiyi haber olarak yayınlamıştı. Arınç, bu haberin
asparagas olduğunu söyleyerek inkar yoluna gitmiş, ancak Başbakan Erdoğan “Bir
yerde konuştuğumu inkar etme anlayışına sahip bir insan değilim!” diyerek bu
kez basına açıklama yapmıştı. Arınç, zor durumda kalmış, meseleyi kişisel bir
şekle sokmuştu; kum torbasından kastı buydu. Anlaşılan Başbakan’la istişare
etmeden, bir gerçeği inkâr etme girişimi başarısız olmuştu.
Ya da bilmediğimiz
daha başka şeyler vardı. Ama benim kafama takılan ilk mesele Arınç’ın,” ...
kendimi, ailemi siper etmişim; gençliğimi, aşkımı, hayatımı bu yola vermişim!”
demesiydi. 1999’da Fazilet Partisi’nden kopup başka bir parti kurmaya
yeltendiklerinde hiç parası olmadığını söyleyen Arınç, sekiz yüz bin liralık
evde oturabilir hâle gelmiş olan, aynı zaman da uzunca bir süre Meclis
Başkanlığı yapan, şu anda da Başbakan Yardımcılığı ve hükümet sözcülüğü
görevini yürüten biri olarak, daha başka ne bekliyordu da Başbakan’a kendisine
bağlı kanaldan feveran ediyordu.
Başka
bir şeyler vardı, anlayamadığımız. Ki; Ankara’da ‘yeni dostum’la konuşurken
sanırım Arınç henüz konuşmamıştı. Ancak biz Çukurambar Mado’da otururken onun
evini konuşmuştuk. Arınç’ın açıklamaları taptaze bir alt düzlemde bu yüzden
birdenbire bomba etkisi yapmamıştı bende.
Ankara’yı
anlatırken, ‘yeni dostum’un yüzündeki hüznü, konuştukça daha da derinleşen
hüznü net bir şekilde fark edebiliyordum. “2002’de çok umutlanmıştık!” diyordu
hayal kırıklıklarıyla dolu bakışlarını bana yöneltirken. Gri-beyaz saçlarının
arasından görünen samimi yüzü, bir bilim adamının bütün kaygılarıyla
konuşuyordu. “Kurumsallaşamadı Ak Parti, bunu yapamadığı için de sürekliliği
risk altında!” diyordu. Ak Parti’deki kırılmanın derinleştiğini, Ankara ruhunun
iyice yerleştiğini düşünüyordu. Profesyonel ekiplerle çalışılmadığından
bahsediyordu ve haklıydı, bu hususta epeyce önce uzlaşmıştık. İç siyasetten,
dış siyasete kadar dünyanın ulaşabildiğimiz her ayrıntısına temas ettiğimiz bu
uzun sohbetlerde, onun Ankara’dan gördükleri ile benim Adana’dan gördüklerim ne
yazık ki aynıydı.
Ankara
eski elitlerin hızla iktidar alanlarından uzaklaştığı, yeni elitlerin de hızla
onların oluşturduğu boşlukları doldurduğu bir yerdi. 2002’deki kaygılar, yerini
başka kaygılara, makam, güç ve para kaygısına bırakmıştı. Erdoğan’ın Keçiören
Subayevleri’ndeki saray yavrusu olmayan evi, Erdoğan’ın ‘Ankaralı’ olmama
kararlılığının göstergesiydi, ancak ‘Beştepe’deki evler öyle değildi.
‘Yeni
dostum’un örnek olarak verdiği adamlar vardı. Gecesini ve gündüzünü kampüslerde
geçiren rektörler ve bilimsel perspektiflerin ufuk açıcı gücünü kullanan
isimler. Ve bunlara karşılık hiçbir
özgün fikre sahip olmadıkları halde etkili yerlerde yetkili olan isimler…
Kurumsallaşmayı hayal bile etmeyen, günü kurtaran çözümler ve gittikçe
derinleşen çürümüşlük.
İkimizin
de kaygısı buydu. Çukurambar’dan otogara giderken yeniden sordu bana: “Ne
olacak Ak Parti binası, öyle mi kalacak, market mi olacak?” “Biz onu öyle
koruyacağız, geliştireceğiz ya da diğerleri onu markete çevirecek!” dedim.
Güldü. İkimiz de iktidar nimetlerinden faydalanmayan, faydalanmayı düşünmeyen
aslında ‘partili olmayan’ kimselerdik ve işin tuhaf tarafı bu soruyu da bizler
soruyor, bizler cevaplıyorduk.
Çukurambar’daki
sosyolojik gözlemimiz, Çukurambar’la sınırlı değildi, mikro ve makro
çerçevelerde bütün Türkiye’nin meseleleriyle ilgiliydi. Ben Sonsuz Ark’la
üstüme düşeni yapmaya çalışıyordum, ‘yeni dostum’ ise kendi işinde yeni bir
nesil yetiştiriyordu. Düşünüyordu, yazıyordu.
Kuğulu Park
alt geçidinden geçerken duvarlara çizilmiş kuğu resimleri epey güldürmüştü
bizi. Kuğulu Park’ı geri isteyenler için duvarlara bir sürü kuğu resmi
yaptırmıştı Melih Gökçek. Çöken metro altgeçidini de gördük. Bir insan ölmüştü.
Kadir Topbaş, nasıl İstanbul’da yorulduysa, Melih Gökçek de bitmeyen metrosuyla
Ankara’da yorulmuştu. Gitmeliydiler ikisi de.
Çankaya…
ne tuhaf; yazın Dolmabahçe Sarayı’nın büyük tören salonunda Mustafa Kemal’in
büyük bir çerçeve ile çerçevelenen salondaki ilk konuşmasını okumuştum. Sarayı
yaptıranlara karşı, milletin temsilcisi olarak saraya geldiğini söylüyordu.
Şimdi onun yaptırdığı Çankaya’da da milletin temsilcisi vardı. Sıcak bir ironi…
Çankaya’nın hemen altında da İngiltere Elçiliği… her zaman güce yakın olan
İngiltere. Binaların dili var gerçekten.
Otogara
giderken yine sohbet ettik. Ağabeyim yok, kardeşim bana bu kadar zaman ayırır
mıydı, bilmiyorum. Ağabeyim olsaydı, sanırım o da ayırmazdı. Bu ancak bir
dostun yapabileceği bir şeydi. Ben hayattan geçip giden biriydim sadece. Bir
yerde harflerim değmiş gözlerine hepsi o kadar. Demek ki harflerden gözlere
yürüyen başka duygular da var.
İşte bu
olanlar yüzünden Ankara gezime ‘özel’ dedim. Aksi halde Ankara’nın benim için
hiçbir zaman özel bir anlamı ve yeri olmadı. 1995’te askerlik için gitmiştim,
1997’de de yine kısa bir iş için… Ama şimdi biliyorum ki; ülkesi için
kaygılanan bir çift dost göz var Ankara’da.
Belki
bir gün sırf onu ziyaret için tekrar giderim oraya. Ama elbette Adana’da kebap
yemeğe, şalgam içmeye bekliyorum kendisini… ‘Kebap’ diyorum, yediğimiz kebaptan
sonra, bitmeyen sohbetimizi bekleyen garsonu hatırlayarak… “Kapatıyor musunuz?”
diye sorduğumda, “Yarım saattir kapalıyız.”, diye gülümseyerek cevap vermişti
garson.
Teşekkür
ederim ‘yeni dostum’; tekrar görüşmek üzere.
Seçkin Deniz
, 09.11.2013, Sonsuz Ark, Gezi Notları