“Öyleydi işte o zaman;
geçti, geçti, ama deldi de geçti.”
Babamın arkadaşıydı, dükkana
gelmişti; onu oturtmuş, ondan bana babamı anlatmasını istemiştim. “Baban rahmetlik mertti,
ağzındaki lokmayı çıkarır, dostuna yedirirdi; ceketin yoksa sırtındaki ceketi
çıkarır giydirirdi.” demişti. Babamı hayâl meyal hatırlıyordum. Şöyle başını
hafifçe sağa yatırarak yürürdü. O da yetim büyümüştü, sahipsizdi. Bir kız kardeşi vardı sadece, yani halam; benim
fazladan anam vardı. Seferberliğe gitmiş Ali dedem, sonra haber alınamamış. O
yüzden babamı tanıyan kim varsa, onlardan bana babamı anlatmalarını isterdim.
Kebap ikram ettim, çay
sonra… bir de gazoz açtım, karşısına oturdum, onu dinledim. Gülümseyerek anlattı, ben de
gülümseyerek, özlemle dinledim. Onu uğurlarken bir de yeni bir ceket hediye
etmiştim. Yüreğim ferahlamıştı. 70’li seneler.
Baba nedir bilmeyenler, anlar beni. Babamın kokusunu hatırlardım. Başka bir şey yok. Bir de rahmetlik anamla kavga ettikleri günü. Bizim bağımız, bahçemiz, tarlamız kimsesizlikten paylaşılıp küçülmediği için erzağımız bol olurdu. Kış günü bir misafirimiz var, başka köyden. Kıtlık zamanı o zaman. İkinci dünya harbi zamanı.
Babam hangi ara
gelmiş, nasıl oldu bilmiyorum; dört yıl askerlik yapmıştı. Demek izne geldiği
ya da teskere aldığı zaman. İki teneke buğdayımız var, babam tuttu buğdayın
tamamını adamın eşeğine yükledi ertesi sabah. Anam söyleniyordu; “Ne var ne yok
hepsini verdin, biz ne yapacağız?” Babam, anama ters ters baktı, “Buluruz bir
yerden!” dedi tok bir sesle. Anam söylenmeye devam etti. Babam eve girmedi,
çınarın altına gitti; döndüğünde birkaç teneke buğday almış gelmişti.
Bizim köy nahiyeydi o
zaman. Karakol vardı, muhtar vardı, okul vardı. Her Cuma’dan evvel civar
köylerden insanlar gelir, tanıdıklarının evlerinde misafir olur, ertesi gün
namazlarını kılar, alışverişlerini yapar, çeker giderlerdi. Bizde misafir hiç eksik
olmazdı.
Ben altı-yedi
yaşındayken öldü babam. Oynuyordum, baban ölmüş dediklerinde. Ölümün ne
olduğunu bilmiyordum ki. Ömür boyu
babasız kalacağımı bilmiyordum ki. Sonradan öğrendim babasızlığın ne olduğunu. Babasızlık
sahipsizliktir. Anasızlığı bilmem; ama anasızlık daha zordur, bilirim. Analar,
kolay kocaya varmazdı, çocuklarına kıyıp. İçim kıyılıyor o zamanları
hatırladığımda. Anam, fukara anam tek başınaydı bizi büyütürken.
Seferberlik babamı
babasız bırakmıştı, ikinci dünya harbi de beni. Harpleri tarih yazar, ama
ölenlerin, geride kalanların neler yaşadığını bir onlar bilir, bir de Allah. Ne
devlet sahip çıkar sana ne de akraban, konu komşun. Baban, deden devlet için,
vatan için ölmüştür; ha dersin Allah rızası için şehit olmuştur. Ama o devlet
ki; ne sana şehit çocuğu diye hürmet eder, itina gösterir ne de asker evladı, şehit,
gâzi asker ahfâdı diye.
Babam askerde
rahatsızlanmış, ameliyat etmişler; sonra yarası iyileşmeden eve göndermişler. Geldi,
kardı, kıştı. O halle nasıl gönderdiler, yol yok, vesayit yok. Vilayete kadar
trenle oradan da ya eşekle ya yürüyerek gelmişti babam, dağ taş aşarak geliyordu o yol, o yaya yolu. Haftasında
değirmene buğday götürüp getirirken eşekle, dikişleri patladı. Doktor yok, bir
hafta yarası patlak inledi babam. Herkes başında ağlarken, rahmetlik anam; “Hani,”
demişti. “ Damı yıkıp yapacaktın?” Babam, gözlerini ona çevirip bir tek cümle
söylemişti: “Dur ölüp geleyim, sonra yaparım!”
Anam, kan ağlıyordu,
ona ancak bunu söyleyebilmişti. Öleceğini görüyordu çünkü. Nerede ona sarılmak,
onla konuşmak… Uzaktan severlerdi bizim zamanın insanları, uzaktan bilirlerdi
birbirlerinin yüreğini. Bir nevi esaretti. Öyleydi işte o zaman; geçti, geçti,
ama deldi de geçti.
Devlet dedim ya. Dedemi,
babamı verdiğim devlet, köyümüze okul yaptırdı. Müteahhit, okul inşaatında
çalıştırdı bizi. Köylü, çoluk çocuk demeden taş taşıdı. Yaşım elveriyordu, ama
kimse beni okula kaydetmedi. Devlet yoktu ki. Devlet, karakolda bir onbaşıydı,
bir de onbaşıyla arayı iyi tutan muhtardı. Onlar da ne yetimden haberdar ne
duldan. Zulüm başka nedir ki? Yetimine duluna sahip çıkamayan devlet ne işe yarar?
Şükür, tarlamız
yetiyordu bize… Yiyeceğimizi ayırıyor kalanı satıyorduk ya da değiş-tokuş ediyorduk.
Hiç parasız kalmadık. Okula gidemedim, ama Hocaya gittim; Hakverdi Hocam’dan
hem eski yazıyı hem yeni yazıyı öğrendim. Biraz tersti, ama karısı beni çok
severdi. İlk Kur’an’ı mı da Hocam’ın dolabından çıkarıp bana veren de oydu.
Hâlâ durur o Kur’an büyük kızımızın evinde. Her kızıma bir Kur’an hediye ettim.
Her isteyene de satın alıp verdim çok sonraları. Allah’ın kitabından daha güzel
hediye olur mu? Hakikat Kur’an’dan başka
nerede aranır ki?
Babası olanlaradır
sözüm, babasızlık çekmeyenlere. Onların kıymetini bilin; ananıza da babanıza da
öf bile demeyin. Babalar ve analar çocukları büyüsün diye beklerler, çocuklar
ise yaşlanan analarının, babalarının bir an evvel ölüp gitmesini. Başlarına bela
olmasın ana baba, öyle düşünürler. Hele elden ayaktan düşünce, hastalıktan
muzdarip olunca evlat uğraşır mı anayla, babayla?
Bakıyorum, huzur
evlerine tıkılan ihtiyarlara… Herkes bir gün ihtiyarlamayacak mı? Onlara
zulmederken vicdanınızı ne yapıyorsunuz siz? O çaresizdir, size muhtaçtır; onu
nasıl bırakırsınız tek başına?
Ha diyorum, kabahat
yaşlılardadır, onlar öyle yetiştirmeselerdi çocuklarını, din nedir
öğretselerdi, Allah nedir belletselerdi, başlarına bu gelmezdi. Allah’ı bilen
atasına hürmetsizlik etmez, ona zulmetmez, onu incitmez… pamuk gibi olur onlara
karşı.
Ama ata dediğin de biraz
vaktinin geçtiğini bilmeli, hükmetmemeli; çocuklarına da kıymet vermeli.
Niye mi anlattım
bunları. Zâlimin aklı yoktur da ondan. Zâlim olup akılsız olmayın diye. Herkes yerini
bilsin, herkes bir ve beraberken huzur bulabileceğini unutmasın diye.
Benim gibi babasız
kalanlar bilir ne dediğimi, ama ben babasız kalmayanların da bilmesini istedim.
Bilsinler istedim, yetimi Allah terbiye eder diye.
Babasızlık kapı önünde duran bir çift eski ayakkabıdan, baba ayakkabısından bile mahrum olmaktır. Ne eksik ne fazla; öyledir, bilesiniz dedim.
Piro Zaza, Sonsuz Ark, 11.11.2013