“Barışın
bedeli ABD’nin ya da bölge ülkelerinin Petrodoları, İngiliz Sterlini, AB Eurosu,
Rus Rublesi, İran Riyali ile değil, Müslümanların kanı ile ödendi… artık hesap
kapandı.”
Bütün
savaşlar yorar; ancak elde edilen zaferler yorgunların kişisel hırsları
üzerinden büyümez. Bir zaferin büyümesi için yorgun gâliplerin erdemli ve
dirayetli olması vazgeçilmez birer şarttır. Tıpkı mağlupların parçalanmadan
yeniden güçlenmeleri için erdemli ve dirayetli olmaları gerektiği gibi. Bugün
bana hiç de şaşkınlık vermeyen şeyler yaşanıyor Türkiye’de.
Bir
zamanlar Ergenekon Terör Örgütü’nce, asırlık varlıklarına ve egemenliklerine tehdit
olarak görülen Ak Parti ve Gülen Cemaati, süreç boyunca yok edilme planlarına
ve çabalarına rağmen dağılmadılar, birbirlerine düşmediler ve Ergenekonu
çökerttiler, ama şu anda şimdi hiçbir şekilde reddedilemeyecek derecede
kavgalılar.
Biraz bu kavga ile ilgili yazmak istedim. Hüzünlüyüm; zira ‘Ak Parti’yi ve Gülen Cemaati’ni Yok Etme Planı’ Machiavelli’nin önerdiği şekilde, güçsüz taraf desteklenerek uygulandı ve yarı yarıya başarılı oldu. En azından bu büyük ittifak dağıldı. Ak Parti’yi dağıtamadıkları, Erdoğan’ı güçsüzleştiremedikleri için Gülen’i ve cemaatini destekleyen eski Ergenekon stratejistleri, başarılı bir senaryo uyguladılar.
Gezi
Terörü’nde görenlerin açıkça gördüğü işbirliği, göremeyenler için Türkçe
Olimpiyatları’ndaki sponsorların adreslerinde net bir şekilde vardı. İran
destekli isimler cemaate vurmak için bu sponsorluğu dillerine dolasalar da hep
temkinli olmayı seçtim. Çünkü cemaat de İrancıların Muta nikahlı seks
kasetlerine endeksli kirli bir strateji izliyordu.
Gördüğüm
kadarıyla Erdoğan üzerinde hâkimiyet kurmak ve Erdoğan sonrası Ak
Parti’yi ele geçirmek isteyen iki ana grup var. Biri İran ve Arabistan mazisi
açıkça bilinen Milli Görüşçüler, diğeri de İran düşmanlığı açıkça bilinen
Cemaat. Bütün bunlar doğal aslında; her ülkede iktidar üzerinde etkili olmak
isteyen gruplar vardır; bu gruplar geçmişte Arabistan, İran, İsrail-Amerika,
Rusya ve AB gibi beş ayrı güç merkeziydi.
Şimdi
güç merkezleri ekonomik krizden dolayı yitirdikleri dengelerini aramakla
meşguller ve daha üst katmandaki sorunlarla boğuşuyorlar ve doğal olarak
Türkiye, Arabistan ve İran’a karşı sıcak duygular besleyen Milli Görüşçüler ile
bu iki ülkeye karşı hiç de iyi duygular beslemeyen, ancak gün geçtikçe,
İsrail-ABD ve AB gibi eski güç merkezleri ile sorunlarını çözen Cemaat, iktidar
partisinde güç kazanmak için karşı karşıya geldi.
Bana
göre ne Cemaat ne de Milli Görüş eski güç merkezlerinden bağımsız değil, asla
da olmadı. Şimdi düşük yoğunluklu iç etkiye karşı, onlar yüksek yoğunluklu
işbirlikleri üzerinden çatışıyorlar. Mağdur ve mağlup değiller, bu yüzden güç
kazanımında etkili olmak istiyorlar. Cemaat’in Erdoğansız bir Ak Parti
hedefinin temelinde bu duygu var. Parti’nin yıpranmasını istemiyorlar, ancak
Erdoğan’ın da partide etkili olmasını istemiyorlar. Bu gün yaşanan kavgada
Erdoğan, Ak Parti’nin ele geçirilmesi için her iki grubun önündeki en büyük
engel olma özelliğini taşımaya devam ediyor. Erdoğan etkisi sürdükçe Ak Parti
hiçbir gücün kontrolü altına girmez. Milli Görüşçüler partiye dâhil edilen
Numan Kurtulmuş’a karşı ön yargılı olsalar da, Erdoğan sonrası, çok umutlular.
Bu yüzden doğrudan değil, dolaylı olarak güç savaşında hamlelerini eksiksiz
bırakmıyorlar.
Bülent
Arınç üzerinden yürütülen münakaşanın özünde de bu gerçek var. Arınç, dengeleri
gözeten tekniği ile geçmiş 11 yılda etkili müzakereler yürüttü. Bir arabulucu
gibi çalıştı ve elde edilen zaferde çok büyük payı var. Ancak Arınç’ın duygusal
karakteri Ak Parti’nin yumuşak karnı olarak kullanıldı. Arınç eski bir Milli Görüşçü, ancak Erbakan’a
karşı tavır alan bir Milli Görüşçü; eski Milli Görüşçüler tarafından Mavi
Marmara’daki denge gözeten tutumu açıkça eleştirilen ve Erbakan’a ihanet eden
bir isim. Her ne kadar Milli Görüşçülere göre Erbakan hususunda Erdoğan da aynı
hasletlere sahipse de, cemaat kaynaklı, 7 Şubat 2012’da Mit müsteşarını
tutuklamaya yönelik operasyonundan sonra, Erdoğan’ın kadrolarını yenileme
ihtiyacı, Milli Görüşçüleri biraz daha umutvar yapmaya yetmişti.
Cemaat
medyasından zaman gazetesi basına kapalı istişare toplantısında kızlı-erkekli
öğrenci evlerinin durumunu konuşan ve buna müdahale edilmesi gerektiğini
söyleyen Erdoğan’ın sızdırılan sözlerini yayınladı. Arınç hukukî kaygılarla
konuyu yalanladı. Erdoğan bu yalanlamaya sahip çıkmadı. Şahsına karşı bir saygısızlık olarak
algılayan Arınç Başbakan’ı çelişkili olmakla suçladı. Arınç’ın kızlı-erkekli
öğrenci evleri ile ilgili tutumu ve Başbakan’a yönelik açıklamaları Milli
Görüşçüleri kızdırmıştı ve bir an önce hükümetten uzaklaştırılmasını
istiyorlardı. Ergenekon muhibbi medya ile Cemaat ise Arınç’ı destekleyen
yayınlar yapıyordu. Diyarbakır buluşması, çözüm süreci için önemliydi. Erdoğan
Machiavelli’ye uymadı ve kendisini öne çıkaran Bakanı’nı azletmedi. Tepkilerini
kontrol eden Arınç, görüşlerini Diyarbakır sonrası açıklayacağını söyledi.
Diyarbakır’ın önemi açığa çıkmıştı.
Cemaat,
İrancı olduğunu iddia ettiği Mit Müsteşarı’nın KCK-PKK ile ilgili çözümcü
politikalarından rahatsızdı. Bir çözüm olacaksa, bu çözümde etkili olan güç
cemaat olmalıydı. Fethullah Gülen’in istişare eksikliği ithamının ana nedeni de
buydu. Kendi önerilerini önemsemeyen Erdoğan, bir şekilde devre dışı
bırakılmalıydı. Diktatördü, tek adamdı, özel hayata müdahale ediyordu gibi
rastlantısal olmayan, eski Ergenekon yapılanmasının bir ürünü olan bu yazılar,
cemaat medyasında istikrarlı bir şekilde yayınlandı.
Bugün
dershaneler konusunda cemaati destekleyen Ergenekon sempatizanı isimlerin,
kendi söylemlerini kullanan cemaate karşı hangi duyguları beslediğini anlamak
zor değil, ancak cemaat bu işbirliğinden rahatsız olmuyordu. Gezi Terörü’nde
aynı safta göründüğü CHP, MHP yöneticilerinin dershaneler konusunda cemaat
lehine beyanda bulunmaları, önerge vermeleri cemaat hariç herkesi şaşırtıyordu.
Arınç,
cemaatin de desteklediği Gezi Terörü’nün en etkili günlerinde Mayıs 2013’te
Gülen’le Amerika’da görüştü ve “Gülen’i seviyoruz!”, dedi. Cemaatin Arınç’a
yönelik sempatik duyguları var ve maalesef bu duygular Arınç üzerinden yürüyen
bir operasyona neden oldu. Cemaat yazarlarının Erdoğan’ı açıkça hedef alan
yazıları sona ermedi, aksine şiddetlendi ve etik sınırları aştı.
‘Gülen
öldü’ haberleriyle çalkalanan bir günün sonrasında, gerçekten de tansiyonu
yükselen ve kalbinde ritim bozukluğu olduğu tesbit edilen Gülen’i arayan ve
geçmiş olsun dileklerini ileten Erdoğan’ın bu tutumu, Gülen tarafından
abartılarak önemsendi ve bir barış havası doğdu, fakat cemaat yazarları bu
havayı hiç umursamadılar. Bugüne gelişimizin eksikleri de olsa kısa öyküsü bu.
Erdoğan’la Gülen’i ayrı düşüren ana konu PKK ve Çözüm süreciydi.
İktidar
Partisi’nin 2010’dan beri yürüttüğü bir dershanesiz MEB projesi vardı ve bu
proje cemaat tarafından sürekli engelleniyordu. Cemaat bu projeyi kendisine
karşı bir saldırı olarak değerlendiriyordu. Ki; Erdoğan’la açık bir şekilde
iktidar mücadelesine giren Cemaat’in dizginlenebilmesi için dershaneler,
cemaatin insan kaynaklarını besleyen yerlerdi. İktidar’ın eğer cemaat kaynaklı
tehditlerle ilgili endişeleri varsa, bu hamlesi yerinde bir hamleydi. Bu endişe
de Mit Müsteşarına yönelik operasyondan ve Gezi Terörü’nden sonra fazlasıyla
vardı.
İşbirliği
bitince kavgaların başlaması olağan bir durumdu. Bugün Mesut Barzani’nin
Diyarbakır’a gelmesi ve Başbakan Erdoğan’la görüşmesi, 2010’den beri dalgalı
olarak seyreden çözüm sürecinin nihâi olmasa da, nihâi’den önceki bir
basamağına gelindiğini gösteriyor.
Cemaat’in
çözüm sürecinde gelinen noktadan rahatsız olmuş olması muhtemel ve 16 Kasım’dan
iki gün önce başlatılan Erdoğan karşıtı
kampanyanın ana nedeni de bu olabilir. Çünkü cemaat hastalıklı sosyal ve
bireysel yapıdan besleniyor, varlığını bir alternatif olarak takdim edip taraftar
sağlayabiliyor. PKK da aynı nedenle
taraftar toplayabiliyordu. Ki; bugün savaşçı PKK ve uzantısı siyasî yapılar ve
Cemaat sadece bir tek nedenden dolayı çözüm sürecinin sağlıklı bir sona
ulaşmasından rahatsız oluyorlar. Hâkimiyet alanlarını kaybetme korkusu. BDP’nin
biraz yana kayarak oluşturduğu HDP’nin Gülen’e yönelik asılsız yayınlarının
sebebi de bu hâkimiyet kavgası. Barış olursa herkes önemini yitirecek;
korktukları sadece bu.
Rusya
Amerika, AB, İran ve İsrail’in Esedle birlikte desteklediği ve Türkiye’ye
ÖSO’ya karşı kullandığı PYD ve Salih Muslim’in Barzani tarafından dışlanarak
etkisizleştirilmesi ve bunun sonucunda özerk yönetim ilanından geri adım
atması, "Çözüm sürecini tüm gücümüzle destekliyoruz ve destekleyeceğiz" diyen Türkiye destekli Barzani’nin dört ülkeye yayılmış Kürtler üzerindeki
etkisinin sonucuydu. Diyarbakır buluşmasından medyaya yansıyan güler yüzlü
kareler, Erdoğan ve Barzani’nin değil, bölgenin bütün samimi insanlarının
yüzleriydi. Asılan yüzler ise sessiz kalmak zorunda olan BDP’liler ve cemaatti
ve onları destekleyen eski küresel güç merkezlerinde entrika üretenlerdi.
Erdoğan,
terörü sona erdirmiş ve yüzlerce yıllık sorunları çözüm sürecinde ortadan kaldırmış
ve bu sebeple tarihe geçmiş bir lider olarak, Çankaya Köşküne çıktıktan sonra
ne olacak? İşte asıl konu bu. Türkiye’nin önünde zorlu yıllar var. Hem BDP ve
türevleri, hem Cemaat hem de Milli Görüşçüler Türkiye ortak yararında uzlaşmak
zorundalar. Psikolojik ve sosyolojik sınırları
eski Osmanlı sınırlarına doğru genişleyen bir Türkiye eski köhne ve ahlaksız
politikalardan uzak bir ülke olmak zorunda.
Cemaat bir
an önce içe dönmeli ve iç dinamiklerini yeniden dizayn etmeli. İkircikli ve
çift kanallı siyasetten vazgeçmeli; topluma kendi tekliflerini açıkça sunmayı
denemeli. Türkiye değişti ve değişmeye devam edecek. Vesayet tartışmalarının
anlamı yok. Milli Görüş nasıl Erbakan vesayeti dayatması ile dağıldıysa, Cemaat
de Gülen vesayeti dayatması ile dağılır ve büzüşür.
Cemaatin
marjinalleşmesi küresel hizmet anlayışına aykırıdır. Dünyanın kendisine düşman
taraflarına ılımlı olduğunu anlatarak alan genişleten Gülen, Erdoğan’a ve
Türkiyelilere de ılımlı olduğunu anlatmakla mükelleftir.
Erdoğan cemaate,
PKK’ya ya da başka bir güce alan bırakmak istemiyor ve Türkiye’yi ve kanlı orta
doğuyu barış coğrafyası hâline getirmek istiyor. Bu isteğin karşısında duran her odak yenilmeye
mahkumdur. Çünkü barışın bedeli ABD’nin ya da bölge ülkelerinin Petrodoları, İngiliz
Sterlini, AB Eurosu, Rus Rublesi, İran Riyali ile değil, Müslümanların kanı ile
ödendi… artık hesap kapandı.
Başbakan
Erdoğan, ölümü göze alarak girdiği barış yolunda Gülen’in değil, kendisinin
iradesinin sonuçlarını kuşkusuz bir şekilde büyük bir başarı olarak 16 Kasım
2013’de Diyarbakır’da somutlaştırdı.