16 Kasım 2013 Cumartesi

SA477/SD78: Bir Vak’â Analizi/ Çözüm Sürecinde İki Rakip; Ak Parti ve Fethullah Gülen Cemaati

“Barışın bedeli ABD’nin ya da bölge ülkelerinin Petrodoları, İngiliz Sterlini, AB Eurosu, Rus Rublesi, İran Riyali ile değil, Müslümanların kanı ile ödendi… artık hesap kapandı.”

Bütün savaşlar yorar; ancak elde edilen zaferler yorgunların kişisel hırsları üzerinden büyümez. Bir zaferin büyümesi için yorgun gâliplerin erdemli ve dirayetli olması vazgeçilmez birer şarttır. Tıpkı mağlupların parçalanmadan yeniden güçlenmeleri için erdemli ve dirayetli olmaları gerektiği gibi. Bugün bana hiç de şaşkınlık vermeyen şeyler yaşanıyor Türkiye’de.

Bir zamanlar Ergenekon Terör Örgütü’nce, asırlık varlıklarına ve egemenliklerine tehdit olarak görülen Ak Parti ve Gülen Cemaati, süreç boyunca yok edilme planlarına ve çabalarına rağmen dağılmadılar, birbirlerine düşmediler ve Ergenekonu çökerttiler, ama şu anda şimdi hiçbir şekilde reddedilemeyecek derecede kavgalılar.

Biraz bu kavga ile ilgili yazmak istedim. Hüzünlüyüm; zira ‘Ak Parti’yi ve Gülen Cemaati’ni Yok Etme Planı’ Machiavelli’nin  önerdiği şekilde, güçsüz taraf desteklenerek uygulandı ve yarı yarıya başarılı oldu. En azından bu büyük ittifak dağıldı. Ak Parti’yi dağıtamadıkları, Erdoğan’ı güçsüzleştiremedikleri için Gülen’i ve cemaatini destekleyen eski Ergenekon stratejistleri, başarılı bir senaryo uyguladılar.


Gezi Terörü’nde görenlerin açıkça gördüğü işbirliği, göremeyenler için Türkçe Olimpiyatları’ndaki sponsorların adreslerinde net bir şekilde vardı. İran destekli isimler cemaate vurmak için bu sponsorluğu dillerine dolasalar da hep temkinli olmayı seçtim. Çünkü cemaat de İrancıların Muta nikahlı seks kasetlerine endeksli kirli bir strateji izliyordu.

Gördüğüm kadarıyla Erdoğan üzerinde hâkimiyet kurmak ve Erdoğan sonrası Ak Parti’yi ele geçirmek isteyen iki ana grup var. Biri İran ve Arabistan mazisi açıkça bilinen Milli Görüşçüler, diğeri de İran düşmanlığı açıkça bilinen Cemaat. Bütün bunlar doğal aslında; her ülkede iktidar üzerinde etkili olmak isteyen gruplar vardır; bu gruplar geçmişte Arabistan, İran, İsrail-Amerika, Rusya ve AB gibi beş ayrı güç merkeziydi.

Şimdi güç merkezleri ekonomik krizden dolayı yitirdikleri dengelerini aramakla meşguller ve daha üst katmandaki sorunlarla boğuşuyorlar ve doğal olarak Türkiye, Arabistan ve İran’a karşı sıcak duygular besleyen Milli Görüşçüler ile bu iki ülkeye karşı hiç de iyi duygular beslemeyen, ancak gün geçtikçe, İsrail-ABD ve AB gibi eski güç merkezleri ile sorunlarını çözen Cemaat, iktidar partisinde güç kazanmak için karşı karşıya geldi.

Bana göre ne Cemaat ne de Milli Görüş eski güç merkezlerinden bağımsız değil, asla da olmadı. Şimdi düşük yoğunluklu iç etkiye karşı, onlar yüksek yoğunluklu işbirlikleri üzerinden çatışıyorlar. Mağdur ve mağlup değiller, bu yüzden güç kazanımında etkili olmak istiyorlar. Cemaat’in Erdoğansız bir Ak Parti hedefinin temelinde bu duygu var. Parti’nin yıpranmasını istemiyorlar, ancak Erdoğan’ın da partide etkili olmasını istemiyorlar. Bu gün yaşanan kavgada Erdoğan, Ak Parti’nin ele geçirilmesi için her iki grubun önündeki en büyük engel olma özelliğini taşımaya devam ediyor. Erdoğan etkisi sürdükçe Ak Parti hiçbir gücün kontrolü altına girmez. Milli Görüşçüler partiye dâhil edilen Numan Kurtulmuş’a karşı ön yargılı olsalar da, Erdoğan sonrası, çok umutlular. Bu yüzden doğrudan değil, dolaylı olarak güç savaşında hamlelerini eksiksiz bırakmıyorlar.

Bülent Arınç üzerinden yürütülen münakaşanın özünde de bu gerçek var. Arınç, dengeleri gözeten tekniği ile geçmiş 11 yılda etkili müzakereler yürüttü. Bir arabulucu gibi çalıştı ve elde edilen zaferde çok büyük payı var. Ancak Arınç’ın duygusal karakteri Ak Parti’nin yumuşak karnı olarak kullanıldı.  Arınç eski bir Milli Görüşçü, ancak Erbakan’a karşı tavır alan bir Milli Görüşçü; eski Milli Görüşçüler tarafından Mavi Marmara’daki denge gözeten tutumu açıkça eleştirilen ve Erbakan’a ihanet eden bir isim. Her ne kadar Milli Görüşçülere göre Erbakan hususunda Erdoğan da aynı hasletlere sahipse de, cemaat kaynaklı, 7 Şubat 2012’da Mit müsteşarını tutuklamaya yönelik operasyonundan sonra, Erdoğan’ın kadrolarını yenileme ihtiyacı, Milli Görüşçüleri biraz daha umutvar yapmaya yetmişti.

Cemaat medyasından zaman gazetesi basına kapalı istişare toplantısında kızlı-erkekli öğrenci evlerinin durumunu konuşan ve buna müdahale edilmesi gerektiğini söyleyen Erdoğan’ın sızdırılan sözlerini yayınladı. Arınç hukukî kaygılarla konuyu yalanladı. Erdoğan bu yalanlamaya sahip çıkmadı.  Şahsına karşı bir saygısızlık olarak algılayan Arınç Başbakan’ı çelişkili olmakla suçladı. Arınç’ın kızlı-erkekli öğrenci evleri ile ilgili tutumu ve Başbakan’a yönelik açıklamaları Milli Görüşçüleri kızdırmıştı ve bir an önce hükümetten uzaklaştırılmasını istiyorlardı. Ergenekon muhibbi medya ile Cemaat ise Arınç’ı destekleyen yayınlar yapıyordu. Diyarbakır buluşması, çözüm süreci için önemliydi. Erdoğan Machiavelli’ye uymadı ve kendisini öne çıkaran Bakanı’nı azletmedi. Tepkilerini kontrol eden Arınç, görüşlerini Diyarbakır sonrası açıklayacağını söyledi. Diyarbakır’ın önemi açığa çıkmıştı.

Cemaat, İrancı olduğunu iddia ettiği Mit Müsteşarı’nın KCK-PKK ile ilgili çözümcü politikalarından rahatsızdı. Bir çözüm olacaksa, bu çözümde etkili olan güç cemaat olmalıydı. Fethullah Gülen’in istişare eksikliği ithamının ana nedeni de buydu. Kendi önerilerini önemsemeyen Erdoğan, bir şekilde devre dışı bırakılmalıydı. Diktatördü, tek adamdı, özel hayata müdahale ediyordu gibi rastlantısal olmayan, eski Ergenekon yapılanmasının bir ürünü olan bu yazılar, cemaat medyasında istikrarlı bir şekilde yayınlandı.

Bugün dershaneler konusunda cemaati destekleyen Ergenekon sempatizanı isimlerin, kendi söylemlerini kullanan cemaate karşı hangi duyguları beslediğini anlamak zor değil, ancak cemaat bu işbirliğinden rahatsız olmuyordu. Gezi Terörü’nde aynı safta göründüğü CHP, MHP yöneticilerinin dershaneler konusunda cemaat lehine beyanda bulunmaları, önerge vermeleri cemaat hariç herkesi şaşırtıyordu.

Arınç, cemaatin de desteklediği Gezi Terörü’nün en etkili günlerinde Mayıs 2013’te Gülen’le Amerika’da görüştü ve “Gülen’i seviyoruz!”, dedi. Cemaatin Arınç’a yönelik sempatik duyguları var ve maalesef bu duygular Arınç üzerinden yürüyen bir operasyona neden oldu. Cemaat yazarlarının Erdoğan’ı açıkça hedef alan yazıları sona ermedi, aksine şiddetlendi ve etik sınırları aştı.

‘Gülen öldü’ haberleriyle çalkalanan bir günün sonrasında, gerçekten de tansiyonu yükselen ve kalbinde ritim bozukluğu olduğu tesbit edilen Gülen’i arayan ve geçmiş olsun dileklerini ileten Erdoğan’ın bu tutumu, Gülen tarafından abartılarak önemsendi ve bir barış havası doğdu, fakat cemaat yazarları bu havayı hiç umursamadılar. Bugüne gelişimizin eksikleri de olsa kısa öyküsü bu. Erdoğan’la Gülen’i ayrı düşüren ana konu PKK ve Çözüm süreciydi.

İktidar Partisi’nin 2010’dan beri yürüttüğü bir dershanesiz MEB projesi vardı ve bu proje cemaat tarafından sürekli engelleniyordu. Cemaat bu projeyi kendisine karşı bir saldırı olarak değerlendiriyordu. Ki; Erdoğan’la açık bir şekilde iktidar mücadelesine giren Cemaat’in dizginlenebilmesi için dershaneler, cemaatin insan kaynaklarını besleyen yerlerdi. İktidar’ın eğer cemaat kaynaklı tehditlerle ilgili endişeleri varsa, bu hamlesi yerinde bir hamleydi. Bu endişe de Mit Müsteşarına yönelik operasyondan ve Gezi Terörü’nden sonra fazlasıyla vardı.

İşbirliği bitince kavgaların başlaması olağan bir durumdu. Bugün Mesut Barzani’nin Diyarbakır’a gelmesi ve Başbakan Erdoğan’la görüşmesi, 2010’den beri dalgalı olarak seyreden çözüm sürecinin nihâi olmasa da, nihâi’den önceki bir basamağına gelindiğini gösteriyor.

Cemaat’in çözüm sürecinde gelinen noktadan rahatsız olmuş olması muhtemel ve 16 Kasım’dan iki gün önce başlatılan  Erdoğan karşıtı kampanyanın ana nedeni de bu olabilir. Çünkü cemaat hastalıklı sosyal ve bireysel yapıdan besleniyor, varlığını bir alternatif olarak takdim edip taraftar sağlayabiliyor. PKK  da aynı nedenle taraftar toplayabiliyordu. Ki; bugün savaşçı PKK ve uzantısı siyasî yapılar ve Cemaat sadece bir tek nedenden dolayı çözüm sürecinin sağlıklı bir sona ulaşmasından rahatsız oluyorlar. Hâkimiyet alanlarını kaybetme korkusu. BDP’nin biraz yana kayarak oluşturduğu HDP’nin Gülen’e yönelik asılsız yayınlarının sebebi de bu hâkimiyet kavgası. Barış olursa herkes önemini yitirecek; korktukları sadece bu.

Rusya Amerika, AB, İran ve İsrail’in Esedle birlikte desteklediği ve Türkiye’ye ÖSO’ya karşı kullandığı PYD ve Salih Muslim’in Barzani tarafından dışlanarak etkisizleştirilmesi ve bunun sonucunda özerk yönetim ilanından geri adım atması,  "Çözüm sürecini tüm gücümüzle destekliyoruz ve destekleyeceğiz" diyen Türkiye destekli Barzani’nin dört ülkeye yayılmış Kürtler üzerindeki etkisinin sonucuydu. Diyarbakır buluşmasından medyaya yansıyan güler yüzlü kareler, Erdoğan ve Barzani’nin değil, bölgenin bütün samimi insanlarının yüzleriydi. Asılan yüzler ise sessiz kalmak zorunda olan BDP’liler ve cemaatti ve onları destekleyen eski küresel güç merkezlerinde entrika üretenlerdi.

Erdoğan, terörü sona erdirmiş ve yüzlerce yıllık sorunları çözüm sürecinde ortadan kaldırmış ve bu sebeple tarihe geçmiş bir lider olarak, Çankaya Köşküne çıktıktan sonra ne olacak? İşte asıl konu bu. Türkiye’nin önünde zorlu yıllar var. Hem BDP ve türevleri, hem Cemaat hem de Milli Görüşçüler Türkiye ortak yararında uzlaşmak zorundalar.  Psikolojik ve sosyolojik sınırları eski Osmanlı sınırlarına doğru genişleyen bir Türkiye eski köhne ve ahlaksız politikalardan uzak bir ülke olmak zorunda.

Cemaat bir an önce içe dönmeli ve iç dinamiklerini yeniden dizayn etmeli. İkircikli ve çift kanallı siyasetten vazgeçmeli; topluma kendi tekliflerini açıkça sunmayı denemeli. Türkiye değişti ve değişmeye devam edecek. Vesayet tartışmalarının anlamı yok. Milli Görüş nasıl Erbakan vesayeti dayatması ile dağıldıysa, Cemaat de Gülen vesayeti dayatması ile dağılır ve büzüşür.

Cemaatin marjinalleşmesi küresel hizmet anlayışına aykırıdır. Dünyanın kendisine düşman taraflarına ılımlı olduğunu anlatarak alan genişleten Gülen, Erdoğan’a ve Türkiyelilere de ılımlı olduğunu anlatmakla mükelleftir.

Erdoğan cemaate, PKK’ya ya da başka bir güce alan bırakmak istemiyor ve Türkiye’yi ve kanlı orta doğuyu barış coğrafyası hâline getirmek istiyor.  Bu isteğin karşısında duran her odak yenilmeye mahkumdur. Çünkü barışın bedeli ABD’nin ya da bölge ülkelerinin Petrodoları, İngiliz Sterlini, AB Eurosu, Rus Rublesi, İran Riyali ile değil, Müslümanların kanı ile ödendi… artık hesap kapandı.

Başbakan Erdoğan, ölümü göze alarak girdiği barış yolunda Gülen’in değil, kendisinin iradesinin sonuçlarını kuşkusuz bir şekilde büyük bir başarı olarak 16 Kasım 2013’de Diyarbakır’da somutlaştırdı.




Seçkin Deniz, Sonsuz Ark, 16.11.2013, Sistematik Analizler 131

Seçkin Deniz Yazıları

Seçkin Deniz Twitter Akışı