“Sahi
iki nefeste aynı yakınlıktayken öte âleme, birine bu denli uzak kalmak niye?”
Hayatın
bütün sahnelerinde her birimizin ayrı hikâyeleri vardır.
Bu hikâyelerimiz
içinde de ayrı duruşlarımız, ayrı tavırlarımız, ayrı mesajlarımız iz bırakırlar
geriye.
Zamanın
izafiliği içinde salınan sınırlarda kendini bulmuş bu izlerde, hep bir parça
kalmıştır yüreklerde, bizden geriye.
Kimimiz
hüznün derin sarmalında kalplerde yer edinmiştir; tıpkı her mevsim açan nazenin
bir çiçek gibi, kimimiz şen kahkahaların boşluğunda almıştır hiçliklerde
yerini.
Anlatmaya
çalıştığım karamsar bir ruh halinin her dem ürettiği hüzünler değil.
Farkındalık bilincinin, hamlıktan olgunluğa evrildiği duygu yoğunlaşmasında,
insana kattıklarıdır söylemeye çalıştığım aslında.
Keza, böylesi
bilincin getirisi ile beraber yaşama tutunuşlarımızın duygu yoğunluğunda
hüzünlü bir anımdan bahsedeceğim.
Bu ân
içinde de olsa, zamanın kısa diliminde izinlerini bırakan anı, kısa bir hayat
öyküsü…
Hüznün o
derin sarmalında bir kadın hikâyesi.
Farkında
olmadan yaşadığımız geçip giden zamanın akıcılığında, dört sene öncesi ve tam
da bugünler idi. Bu dünyadaki ömrünün sonuna şahit olduğum arkadaşımın,
gözlerimin önünden gitmeyen, o son demlerindeki günlerden biri bugün.
Belki
bilmeden son kez ziyaretine gitmekle arkadaşlık hakkını ödeyebildim, görevimi
ifâ edebildim mi, bilmiyorum?
Müslümanca
olması gereken sorumluluk bilinci ile ülkemde misafir olmuş bu kardeşimle ne
kadar gönül köprüsü kurabildim, o da meçhul…
Yine de
böyle bir sorunun sorumluluğunun aynı can yakıcı bilinmezliğindeki
tedirginliğimden olsa gerek, hüznün farkındalıklara kapı araladığı son
anlarında kendisiyle helalleşmiş olmamız bir nebze de olsa su serpiyor
yüreğime…
Çeçendi kendisi… yanında bir oğluyla ülkesinin
başkenti Grozni’den düşmüştü hicreti İstanbul’a. Eşi, Rus
işgalinde canını bedel olarak ödemiş bir şehit.
Onu son
görüşümden sekiz sene önce başlayan İstanbul’daki hayat mücadelesi, kim bilir
ona bu seneler zarfında neler katmıştı?
Yaşadığı
derin acıların, sessiz çığlıklarını yüreğinde sakladığından olsa gerek,
kalbinin naifliği öyle güzel yansımıştı ki yüzüne, nurdan bir hayat enerjisi
akıyordu her halinden…
Rusya’da
aldığı fizyoterapistlik eğitimini bu enerji ile bütünleştirip huzur da
yayıyordu, bedensel ızdırap çekenlere.
Sahi...
Kendi
ruhunda neler kaynıyordu?
Acaba
ruhunun sızıları nasıl teskin oluyordu, görünen o derin sessizliğin içinde?
Yabancı
bir ülkede tek başınaydı, ama mağrurdu ve dimdik ayaktaydı.
Güç
denen şey, tam da onun bu yaşama tutunma azmi olarak özetlenebilirdi pekala…
Titreyen
parmaklarımı klavyenin harflerinde gezdirdiğim şu anda, yaşamın, zamanın
izafiliğinin içinde başımızın döndüğü sair vakitlere binaen onunla yaptığım son
görüşmenin olduğu o ana takıldığım sahne
düştü gözlerimin önüne...
Olduğum
yerde kalakalışıma sebep olan şeyler, şahit olduğum, gözlerimle gördüğüm,
gördüğüme inanamadığım, insan bedeninin ölüme yaklaşmasının an be an yüzüne
düşürdüğü izlerdi aslında.
Etkilenmişliğimden
ve saklamaya çalıştığım hüznümden beni kurtarmak için, can havliyle aldığı
nefesinden zorlukla çıkardığı kelimeleriyle, “Dua et arkadaşım!” dedi bana.
Rabbimin
onu yanına almak için vesile kıldığı kanser hastalığıyla, o pırıl pırıl nur
damlası yüzü öylesine solmuştu ki, tıpkı bir kor parçasının geride bıraktığı
kül gibiydi rengi.
Gözlerinin
altındaki morluklar en az otuz yıl öteye atmıştı yaşını.
Sahi,
neydi?…
İnsanoğlu
neyine güveniyordu?
Alt
tarafı bir kanser hücresi işte…
Nasıl da
insan, yaratıcısına karşı zavallıca bir kendini beğenmişlik ve acizlik içinde,
kibrinin ipine tutunabiliyordu ki?
Ve hangi
yetisinden aldığı cahil cesaretiyle, korkusuz olup nefsinin bencilliklerine
esir edebiliyordu kendini?
Neyi
vardı insanın bu denli kendine güvenecek, sahi, neyi?…
Yüreklerimizle
son kez buluştuğumuz o anda, o demde, “İyi ki geldin arkadaşım” derken onunla
son görüşmemiz olacağını hissetmişçesine, “Bana hakkını helal et!” dedi…
Eve
dönerken düşündüğümde onu… aldığı o zor nefesleri ile öteki aleme bir nefes
kadar yakın oluşumuzun şahitliğini bıraktığını fark ettim zihnimde.
Yüreğimde
ondan bana kalan şu soru vardı: “Sahi iki nefeste aynı yakınlıktayken öte âleme,
birine bu denli uzak kalmak niye?”
Yoksa bana
bu yanılsamayı veren tatminsiz duyguların esiri olan, henüz lezzetlere
kapanmamış nefsim mi idi?
Yine
kendi acılarımız haricinde, şahitliğini yaptığımız acılardan neden çarpılarak
uyanmıyorduk ki, bu denli aymazlaştığımız rüyalarımızdan?
Üstelik
bu dünyanın mümine zindan ve sonsuzluğun içinde bir ağaç gölgesi altında
dinlenmek kadar payının olduğunu söyleyen peygamberimin sözü düşmüşken aklıma …
Sahi,
neydi bizi uzak kılan, ölümün bu çarpıcı gerçeğine?...
Neşe Yıldız, 18.11.2013, Konuk Yazarlar, Sonsuz Ark