24 Kasım 2013 Pazar

SA485/MEY26: “Tahtayı Açtınız mı Çocuklar?”

“Hiç dinlediniz mi, sevgiyle çağlayan yağmurun sesine karışmış olan, sevgiyle ışıldayan bir insan sesini?”


Dışarıda güzel bir yağmur var. Neredeyse iki aydır sesini duymamıştık, özlemişiz. Ve ben oturmuş yağmurun sesini dinleyen ve bir yazı yazan bir öğretmen olarak, bugün 24 Kasım Öğretmenler Günü masalına dair yazmak istemiyorum. Yağmurun tadı, karşılığı ödenerek çıkarılır diye düşünüyorum. Yağmura ondan hoşnut olduğumuzu belli edersek karşılığını öderiz, diyorum. Rahmettir çünkü… Hem bedenimize hem ruhumuza.

Yağmur yağar, hiç kimse karışmasa bile yağdığı yere bereket verir, dirlik verir, hayat verir. Ama karışır insanlar, onu yönetmeye kalkarlar. Onun Allah tarafından üretildiğini ve yağdırıldığını unutarak, diledikleri zaman yağdırmak ve durdurmak üzere onu terbiye etmek isterler. Başarabilirler mi? Hayır; tabi ki başaramazlar. Çünkü yağmur, insanın hükmedebileceği bir tıynette değildir. Barajlar bile ona hükmedemezler.

O güzelim yağmura Allah yapısı olduğu için hükmedemeyen insan, Allah yapısı olan insana hükmedebilir mi? Kafasının içine girip insanın dilediği gibi düşünmesini sağlayabilir mi? Sağlayamaz, sağlayamıyor da. İşte eğitim-öğretim dedikleri şeyin ana gayesi bu; insan, insana dilediği gibi düşünmesi için hükmetmek istiyor. Hükmetmek istediği için öğreteceği her şeyi inceden inceye planladığını zannediyor. Edilgen hâle getirilmek istenen ‘İnsan’ ise her seferinde buna itiraz ediyor. Bu itirazlara da biz eğitim-öğretimin sorunları diyoruz ve onları çözmek istiyoruz. Var mı başka açıklaması?

Bugün, haftaya anlatacağım yeni konu için bilgisayarda hazırlık yapıyordum. Powerpoint sunular, pdf ve word sayfaları, videolar, işleyeceğim çarpanlara ayırma, denklemler, logaritma gibi konulara yönelik en etkili, en indirgenmiş özelliklere sahip olmalıydı. Öğrencilerime en optimal zamanda, en etkili bir şekilde bu konuları nasıl öğreteceğimi planlıyordum. Haftada iki adet 40+40 dakikalık zaman aralığı vardı ve bu zaman aralıklarında öğrencilerime öğrenmeleri gereken yeni bilgileri en iyi şekilde öğretmekle mükelleftim.

Kuramlar, teoriler ve bütün planlamalar ben öğrencimle karşı karşıya olduğum anda zihnimden siliniyorlardı. Tek hedefim, onlara sıkılmadan, keyif alarak dersin kazanmaları gereken davranışlarını kazandırmaktı. Zihnimden silinenler sadece onlar değildi; kişisel ve ailevî sorunlar, hastalıklar, ekonomik sıkıntılar, tayin, bürokrasi, trafik dahil geride kalan ne varsa silinip gidiyordu. Besmele çekiyordum ve başlıyordum.

Sınıflarda yeni bir cümlem var, alışamadığım. “Tahtayı açtınız mı çocuklar?” Tahtayı açmak, nasıl mümkün olabilir ki? Bu cümle 2011-2012 yılına kadar hayatta var olmayan bir cümleydi. Etkileşimli tahta dediğimiz şey dev bir bilgisayar ekranı. Onun koruma kapağı var kilitlenen. Tahtayı açmak, kilidi açmak ve sonra bilgisayarı başlatmak demek. Biraz tuhaf gelebilir eski öğrencilere bu parağraf, çünkü henüz dünyada kullanılmayan bir şey bu. Ama biz kullanıyoruz iki yıldır.

Etkileşimli tahta kullanıma hazır hale gelene kadar sınıf mevcudunu listeden kontrol ediyorum ve defterde gereken yerleri dolduruyorum. Öğrencilerim o ara defterlerini, kitaplarını ve kalemlerini hazırlıyorlar. Ben  ayağa kalktığımda tahta açılmış oluyor ve sınıfım yeni konuya hazır bir halde beni bekliyor. Arada bir konuşmalar, gürültüler olsa da, artık başlıyoruz gençler diyerek, müdahale ediyorum.

Etkileşimli tahtanın hard diski denen bir hafızası var. Önceden tahtaya yüklediğim ders anlatım setlerim yoksa, ya da yeni bir konuya geçeceksem, taşınabilir hafıza deposu olan flashdiskimden, az önce hazırladığım gibi hazırlanmış olan materyalleri tahtaya kopyalıyorum. Birkaç dakika sonra her şey hazır. Öğrencilerin zihinlerini formatlamak için hazırım. Onların neyi, nasıl düşünmesini istiyorsam, onlara bu amaçla müdahale edeceğim. Sistemin en etkili neferi benim çünkü. Bensiz hiçbir iş yürümez. Tahtanın aklı yok, dili de yok; psikolojiden anlamaz; ağlayan öğrencimi göremez, ona, ruhuna dokunamaz. Onu etkili bir dille hayata hazırlayamaz, hatıraları da yoktur bilgisayarın; anlatamaz.

“Öğrencilerimin özel derse ya da dershaneye ihtiyacı yok!” diyorum ilk derse girdiğim her sınıfta. Her veli toplantısında bunu ısrarla vurguluyorum. “Çocuklarınız hafta sonlarında dinlensinler, gezsinler, dilediklerini yapsınlar!” diyorum. Çünkü biliyorum, onlar da biliyor; ben mesleğimi seviyorum ve sınıfımdaki her çocuk bana emanet edilmiş, onları bilgileriyle, yorumlarıyla, öz güvenleriyle hayata hazırlamaktan başka bir şey düşünmüyorum.

Etkileşimli tahtaya dokunduğumda sunular, videolar ya da pdf-word sayfaları dilediğim gibi hareket ediyorlar. Eski tip tahtalarda olduğu gibi yazarak zaman kaybetmiyorum, tebeşir tozu yutmuyorum, parmaklarım tebeşirden dolayı nasırlaşmıyor. 40 dakikalık bir derste 20’dan fazla örnek soru üzerinde tartışabiliyoruz. Eskiden bu sayı çok daha düşüktü ve bu kadar verimli ders işleyemiyorduk. Düşünsenize tahtada soru var ve bütün öğrenciler –evet, hepsi- gözlerini tahtaya dikmişler sessizce düşünüyorlar… Az sonra parmaklarını kaldırıp yorum yapacaklar. Tartışacağız, beyin fırtınası yapacağız ve anlamayanlar da anlayacak, not almak isteyen alacak ve biz o soruyu yorumlayarak çözmüş olacağız.

Bütün bunları etkileşimli tahtaya borçluyuz, bu çok doğru. Çağ atladık eğitim teknolojilerinde. Ama bu bensiz olabilir miydi diye soruyorum. Olabilir miydi? Kişiliğimi boş verin, benim hazırlayacağım materyal en etkili materyal olmayacak mı? Ben hazırlamazsam kim hazırlayacak? EBA var bakanlığın hazırladığı içeriklerin yayınlandığı yer olarak; ama sanki sınırsız bir zaman için hazırlanmış materyaller hepsi. Nasıl  dar zamanlı bir oyun alanına indirilecek ve realize edilecek ki?

Hükümete ne kadar teşekkür etsek az; çok büyük bir maddî kaynak gereken bir iş bu ve bizden çok daha zengin ülkeler bunu başarabilmiş değil. Güçlü internet altyapısı ile sınırsız kaynağa ulaşmamız mümkün.

Her öğrenciye ve öğretmene verilecek olan tablet bilgisayardan sonra öğrencilerin yazarak zaman kaybetmediklerini düşünürseniz, elde edilecek verimi hayâl bile edemezsiniz. Ama bu olacak ve öğrencilerin okul dışında hiçbir şeye ihtiyaçları kalmayacak: ne özel derslere ne de dershanelere. Ben bunu yıllardır sağlamaya çalışıyorum dersine girdiğim öğrencilerim için. Hükümet nihayet benim istediklerimi yapıyor, hatta bunları yapan tek bu hükümet; nasıl müteşekkir olmam ki?

Fotokopi makineleri henüz her yere yayılmamışken ellerimizle hazırladığımız mumlu kağıtlara yazılmış soruları teksir makinesinde çoğaltırdık, teksir kağıdı dediğimiz saman kağıtları vardı, kalitesiz; boya olarak ispirtoyu kullanırdık. Öylece çıkardık sobalı, çatısı akan sınıflarda öğrencilerimizin karşısına.  Her yaz siyaha ya da yeşile boyanmaktan artık bir şeye benzemeyen gerçek tahtadan tahtalarımız vardı.

Odunları da öğrencilerimiz getirirdi evlerinden. Şimdi okullar beş yıldızlı oteller kadar olmasa da neredeyse teknoloji üsleri gibiler. Elbette her okul öyle değil, elbette her veli profili her okulda aynı değil. Kaloriferli, klimalı okulumuz; deri koltuklu bir öğretmenler odamız var. Bütün bunlar eskiden yoktu, ama şimdi var. Eskiden var olan dershaneler bundan sonra niye olsun ki?

Öğretmene güvenmek esastır; tabi bir de güvenilecek öğretmen meselemiz var. Bu başka bir şey, bu başka bir hikâye; üstelik masal olamayacak kadar gerçek bir hikaye. Ama bu hikâyede en az suçlu olan yine öğretmen. Çünkü bu işin vazgeçilmezi olan tek araç öğretmendir. Tahtası olmasa da öğretmeyi bilen bir öğretmen için, mazeret ya da engel olamaz, yoktur.

Yağmura hükmedemiyoruz Allah yapıyor, üretiyor diye… İnsana da hükmedemiyoruz bu yüzden, ama insanı ikna edebiliriz. İnsana açıklayarak, gereklilikleri de öğreterek kendilerinin hükmetmesini sağlayarak, neyi, nasıl düşünmeleri gerektiğini onlara öğretebiliriz… Hatta onlara bir timsahı bile kucaklamalarının mümkün olduğunu gösterebiliriz. Farkına varmak kadar büyük bir nimete sahip insan, yağmurun böyle bir şansı yok.

Hem yağmurun sesinden daha güzeldir insan sesi. Hiç dinlediniz mi, sevgiyle çağlayan yağmurun sesine karışmış olan, sevgiyle ışıldayan bir insan sesini?

Ben hissediyorum çocuklarımın gözlerinden o sesi..

Ben “Tahtayı açtınız mı çocuklar dediğimde” o sesleri çok iyi duyuyorum… Siz de duyuyor musunuz?





Mustafa Eyyüboğlu, Yirmidört Kasım İkiBinOnÜç – Yirmialtı
Mustafa Eyyüboğlu Yazıları


Seçkin Deniz Twitter Akışı