“Hiç dinlediniz mi, sevgiyle çağlayan yağmurun sesine karışmış
olan, sevgiyle ışıldayan bir insan sesini?”
Dışarıda güzel bir yağmur var. Neredeyse iki aydır sesini
duymamıştık, özlemişiz. Ve ben oturmuş yağmurun sesini dinleyen ve bir yazı
yazan bir öğretmen olarak, bugün 24 Kasım Öğretmenler Günü masalına dair yazmak
istemiyorum. Yağmurun tadı, karşılığı ödenerek çıkarılır diye düşünüyorum.
Yağmura ondan hoşnut olduğumuzu belli edersek karşılığını öderiz, diyorum.
Rahmettir çünkü… Hem bedenimize hem ruhumuza.
Yağmur yağar, hiç kimse karışmasa bile yağdığı yere bereket verir,
dirlik verir, hayat verir. Ama karışır insanlar, onu yönetmeye kalkarlar. Onun
Allah tarafından üretildiğini ve yağdırıldığını unutarak, diledikleri zaman
yağdırmak ve durdurmak üzere onu terbiye etmek isterler. Başarabilirler mi? Hayır;
tabi ki başaramazlar. Çünkü yağmur, insanın hükmedebileceği bir tıynette
değildir. Barajlar bile ona hükmedemezler.
O güzelim yağmura Allah yapısı olduğu için hükmedemeyen insan, Allah
yapısı olan insana hükmedebilir mi? Kafasının içine girip insanın dilediği gibi
düşünmesini sağlayabilir mi? Sağlayamaz, sağlayamıyor da. İşte eğitim-öğretim
dedikleri şeyin ana gayesi bu; insan, insana dilediği gibi düşünmesi için
hükmetmek istiyor. Hükmetmek istediği için öğreteceği her şeyi inceden inceye
planladığını zannediyor. Edilgen hâle getirilmek istenen ‘İnsan’ ise her
seferinde buna itiraz ediyor. Bu itirazlara da biz eğitim-öğretimin sorunları
diyoruz ve onları çözmek istiyoruz. Var mı başka açıklaması?
Bugün, haftaya anlatacağım yeni konu için bilgisayarda hazırlık
yapıyordum. Powerpoint sunular, pdf ve word sayfaları, videolar, işleyeceğim
çarpanlara ayırma, denklemler, logaritma gibi konulara yönelik en etkili, en
indirgenmiş özelliklere sahip olmalıydı. Öğrencilerime en optimal zamanda, en
etkili bir şekilde bu konuları nasıl öğreteceğimi planlıyordum. Haftada iki
adet 40+40 dakikalık zaman aralığı vardı ve bu zaman aralıklarında
öğrencilerime öğrenmeleri gereken yeni bilgileri en iyi şekilde öğretmekle mükelleftim.
Kuramlar, teoriler ve bütün planlamalar ben öğrencimle karşı
karşıya olduğum anda zihnimden siliniyorlardı. Tek hedefim, onlara sıkılmadan,
keyif alarak dersin kazanmaları gereken davranışlarını kazandırmaktı. Zihnimden
silinenler sadece onlar değildi; kişisel ve ailevî sorunlar, hastalıklar,
ekonomik sıkıntılar, tayin, bürokrasi, trafik dahil geride kalan ne varsa
silinip gidiyordu. Besmele çekiyordum ve başlıyordum.
Sınıflarda yeni bir cümlem var, alışamadığım. “Tahtayı açtınız mı
çocuklar?” Tahtayı açmak, nasıl mümkün olabilir ki? Bu cümle 2011-2012 yılına
kadar hayatta var olmayan bir cümleydi. Etkileşimli tahta dediğimiz şey dev bir
bilgisayar ekranı. Onun koruma kapağı var kilitlenen. Tahtayı açmak, kilidi açmak
ve sonra bilgisayarı başlatmak demek. Biraz tuhaf gelebilir eski öğrencilere bu
parağraf, çünkü henüz dünyada kullanılmayan bir şey bu. Ama biz kullanıyoruz
iki yıldır.
Etkileşimli tahta kullanıma hazır hale gelene kadar sınıf
mevcudunu listeden kontrol ediyorum ve defterde gereken yerleri dolduruyorum.
Öğrencilerim o ara defterlerini, kitaplarını ve kalemlerini hazırlıyorlar.
Ben ayağa kalktığımda tahta açılmış
oluyor ve sınıfım yeni konuya hazır bir halde beni bekliyor. Arada bir
konuşmalar, gürültüler olsa da, artık başlıyoruz gençler diyerek, müdahale
ediyorum.
Etkileşimli tahtanın hard diski denen bir hafızası var. Önceden tahtaya
yüklediğim ders anlatım setlerim yoksa, ya da yeni bir konuya geçeceksem,
taşınabilir hafıza deposu olan flashdiskimden, az önce hazırladığım gibi
hazırlanmış olan materyalleri tahtaya kopyalıyorum. Birkaç dakika sonra her şey
hazır. Öğrencilerin zihinlerini formatlamak için hazırım. Onların neyi, nasıl
düşünmesini istiyorsam, onlara bu amaçla müdahale edeceğim. Sistemin en etkili
neferi benim çünkü. Bensiz hiçbir iş yürümez. Tahtanın aklı yok, dili de yok;
psikolojiden anlamaz; ağlayan öğrencimi göremez, ona, ruhuna dokunamaz. Onu
etkili bir dille hayata hazırlayamaz, hatıraları da yoktur bilgisayarın;
anlatamaz.
“Öğrencilerimin özel derse ya da dershaneye ihtiyacı yok!” diyorum
ilk derse girdiğim her sınıfta. Her veli toplantısında bunu ısrarla
vurguluyorum. “Çocuklarınız hafta sonlarında dinlensinler, gezsinler,
dilediklerini yapsınlar!” diyorum. Çünkü biliyorum, onlar da biliyor; ben mesleğimi
seviyorum ve sınıfımdaki her çocuk bana emanet edilmiş, onları bilgileriyle,
yorumlarıyla, öz güvenleriyle hayata hazırlamaktan başka bir şey düşünmüyorum.
Etkileşimli tahtaya dokunduğumda sunular, videolar ya da pdf-word
sayfaları dilediğim gibi hareket ediyorlar. Eski tip tahtalarda olduğu gibi
yazarak zaman kaybetmiyorum, tebeşir tozu yutmuyorum, parmaklarım tebeşirden
dolayı nasırlaşmıyor. 40 dakikalık bir derste 20’dan fazla örnek soru üzerinde
tartışabiliyoruz. Eskiden bu sayı çok daha düşüktü ve bu kadar verimli ders
işleyemiyorduk. Düşünsenize tahtada soru var ve bütün öğrenciler –evet, hepsi- gözlerini
tahtaya dikmişler sessizce düşünüyorlar… Az sonra parmaklarını kaldırıp yorum
yapacaklar. Tartışacağız, beyin fırtınası yapacağız ve anlamayanlar da
anlayacak, not almak isteyen alacak ve biz o soruyu yorumlayarak çözmüş
olacağız.
Bütün bunları etkileşimli tahtaya borçluyuz, bu çok doğru. Çağ atladık
eğitim teknolojilerinde. Ama bu bensiz olabilir miydi diye soruyorum. Olabilir
miydi? Kişiliğimi boş verin, benim hazırlayacağım materyal en etkili materyal
olmayacak mı? Ben hazırlamazsam kim hazırlayacak? EBA var bakanlığın
hazırladığı içeriklerin yayınlandığı yer olarak; ama sanki sınırsız bir zaman
için hazırlanmış materyaller hepsi. Nasıl dar zamanlı bir oyun alanına indirilecek ve
realize edilecek ki?
Hükümete ne kadar teşekkür etsek az; çok büyük bir maddî kaynak
gereken bir iş bu ve bizden çok daha zengin ülkeler bunu başarabilmiş değil.
Güçlü internet altyapısı ile sınırsız kaynağa ulaşmamız mümkün.
Her öğrenciye ve öğretmene verilecek olan tablet bilgisayardan
sonra öğrencilerin yazarak zaman kaybetmediklerini düşünürseniz, elde edilecek
verimi hayâl bile edemezsiniz. Ama bu olacak ve öğrencilerin okul dışında
hiçbir şeye ihtiyaçları kalmayacak: ne özel derslere ne de dershanelere. Ben
bunu yıllardır sağlamaya çalışıyorum dersine girdiğim öğrencilerim için. Hükümet
nihayet benim istediklerimi yapıyor, hatta bunları yapan tek bu hükümet; nasıl müteşekkir
olmam ki?
Fotokopi makineleri henüz her yere yayılmamışken ellerimizle hazırladığımız mumlu kağıtlara yazılmış soruları
teksir makinesinde çoğaltırdık, teksir kağıdı dediğimiz saman kağıtları vardı,
kalitesiz; boya olarak ispirtoyu kullanırdık. Öylece çıkardık sobalı, çatısı
akan sınıflarda öğrencilerimizin karşısına. Her yaz siyaha ya da yeşile boyanmaktan artık
bir şeye benzemeyen gerçek tahtadan tahtalarımız vardı.
Odunları da öğrencilerimiz getirirdi evlerinden. Şimdi okullar beş
yıldızlı oteller kadar olmasa da neredeyse teknoloji üsleri gibiler.
Elbette her okul öyle değil, elbette her veli profili her okulda aynı değil. Kaloriferli,
klimalı okulumuz; deri koltuklu bir öğretmenler odamız var. Bütün bunlar
eskiden yoktu, ama şimdi var. Eskiden var olan dershaneler bundan sonra niye
olsun ki?
Öğretmene güvenmek esastır; tabi bir de güvenilecek öğretmen
meselemiz var. Bu başka bir şey, bu başka bir hikâye; üstelik masal olamayacak kadar
gerçek bir hikaye. Ama bu hikâyede en az suçlu olan yine öğretmen. Çünkü bu
işin vazgeçilmezi olan tek araç öğretmendir. Tahtası olmasa da öğretmeyi bilen
bir öğretmen için, mazeret ya da engel olamaz, yoktur.
Yağmura hükmedemiyoruz Allah yapıyor, üretiyor diye… İnsana da
hükmedemiyoruz bu yüzden, ama insanı ikna edebiliriz. İnsana açıklayarak, gereklilikleri
de öğreterek kendilerinin hükmetmesini sağlayarak, neyi, nasıl düşünmeleri
gerektiğini onlara öğretebiliriz… Hatta onlara bir timsahı bile kucaklamalarının mümkün olduğunu gösterebiliriz. Farkına varmak kadar büyük bir nimete sahip
insan, yağmurun böyle bir şansı yok.
Hem yağmurun sesinden daha güzeldir insan sesi. Hiç dinlediniz mi,
sevgiyle çağlayan yağmurun sesine karışmış olan, sevgiyle ışıldayan bir insan
sesini?
Ben hissediyorum çocuklarımın gözlerinden o sesi..
Ben “Tahtayı açtınız mı çocuklar dediğimde” o sesleri çok iyi
duyuyorum… Siz de duyuyor musunuz?