“Dilek
Yaraş’ın 'Kır Zincirlerini Mavi Marmara' adlı kitabı uzun mücadelelerin sonucunda 2012
yılının Aralık ayında yayınlanmıştır. Mavi Marmara olayının 2 yıllık sürecini her
yönüyle belgeleyen kitabın “3 yıllık süreci kapsayan” genişletilmiş 2. baskısı
2013 yılının Aralık ayında çıkmıştır.”
Bu kitap
niye bu kadar gecikti?
İyi
insanları diğer iyi insanlara anlatma niyetiyle çıktığım bu yolculuğun ilk
adımını atalı iki yıl olmak üzere. Şu anda elinizde tuttuğunuz bu kitap, Mavi
Marmara olayının birinci yıl dönümünde yayına hazır durumdaydı aslında.
Ama Mavi
Marmara konusu o kadar netameliydi ki iletişime geçtiğim hiçbir yayınevi basmaya
cesaret edemiyordu. Dahası, ben de biraz haddimi aşarak görüştüğüm herkese
sorulmayacak soruları sormuş(!), bu
sorulara aldığım çarpıcı cevapları da araştırma ve gözlemlerimle
desteklemiştim.
Aslına
bakacak olursanız sorularım da merakım da naif ve salt bir “hakikati” anlama
çabasından ibaretti. Benim yerimde değil bir gazeteci, bir çocuk bile olsa bu
soruların cevabını merak ederdi. Ama tam da bu yüzden, böylesine naif bir
şekilde başladığım bu kitap, yolun sonunda, son zamanların moda deyimiyle söyleyecek
olursak “dokunanın elini yakar” hâle gelmişti.
Hakikatin
izini sürmenin çapraz ateşler arasında kalmak olduğunu bilirdim bilmesine de bu
yolun bu kadar da çapraşık olabileceğini tahmin bile edemezdim doğrusu.
Şimdi
filmi biraz başa saralım ve (aradaki önemsiz ya da ilginç olmayan “red”
durumlarını atlayarak) kitabın yayına hazır olduğu günden bugüne karşılaştığı
ilgi çekici olaylara bir bakalım:
Bir
yandan söyleşilerin bant kayıtlarını yazıya geçirdiğim, bir yandan da Mavi
Marmara çerçevesinde gelişen olayları yakın takibe aldığım oldukça uzun bir
süreçti bu. En nihayetinde hepsini toparlayıp kitabı da üç aşağı beş yukarı
yayınlayabilecek aşamaya getirince yayınevi arayışına başladım…
Size
şaka gibi gelebilir ama ilk başvurduğum yer TİMAŞ yayınlarıydı. Şaka gibi,
diyorum çünkü bu yayınevi Gülen hareketine yakınlığıyla tanınan bir
yayıneviymiş meğer. Bunu nasıl bilmezsin, demeyin, sonucunda Türkiye’ye döneli
birkaç sene oluyordu ve yayınevleri hakkında doğru dürüst bir bilgim yoktu. Ama
artık var…
Her
neyse, Timaş Yayınlarını arayıp kitabın konusu ve konsepti hakkında ana
hatlarıyla bilgi verdim. Konuyu, yönetim kurulunda görüşeceklerini söyleyip
zaman istediler.
Bekleme
sürecindeyken, kitabın ne aşamada olduğunu soran bir arkadaşıma Timaş’a başvurduğumu
anlattığımda “Tam da yerine gitmişsin, Gülen cemaatine ait orası.” sözlerini duyunca baltayı taşa vurduğumun
farkına vardım… Sonrasında biraz araştırma yapmak yetti: Evet, Timaş’ın
kurucusu Fethullah Hoca’nın sağ koluydu...
Fethullah
Gülen’in Mavi Marmara olayı karşısında aldığı tavrı düşününce, onun bu tutumunu
da mercek altına alan bir kitabın böyle bir yayınevinden çıkabileceğini
düşünmek safdillik olurdu elbette. Zaten günler de geçmiş yayınevinden ses seda
çıkmamıştı. Herhalde ne cevap vereceklerini şaşırdılar, diye düşündüm. Onlar
için tam bir “aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık” durumuydu ne de
olsa. Böyle bir kitabı (dalga geçer gibi) teklif ederek, insanları zor duruma
soktuğumu düşünüp üzüldüm doğrusu, ama olan olmuştu.
Nihayetinde, kitabın
yayınevlerinin konseptine uymadığını bildirdiler, ben de “Kusura bakmayın,
yayınevinizin Gülen hareketiyle yakınlığını bilmiyordum. Bilseydim hiç sizi
aramaz ve zor durumda bırakmazdım.” cevabını verdim. Onlar da “Şeffaflığınız
için teşekkür ederiz.” dediler. Böylece, Timaş dosyası kapanmış oldu.
Doğru,
ben hep şeffaftım… Lakin kitabın yayını
için karşılaştığım şahıslar hakkında aynı şeyi söyleyemeyeceğim…
Bundan
sonra sözünü edeceğim şahıs ve kurumların isimlerini vermeyeceğim. Kişi ya da
kurumlarla polemiğe girmek gibi bir derdim yok zira… Önemli olan, Mavi Marmara olayındaki genel
tavırların beslendiği zihniyetin -ve etkilerinin- ifşası…
Timaş’tan
sonra, ortak bir arkadaşımızdan kitabı duyan ve “Timaş basmaz o kitabı, biz
basarız.” diyen bir yayıncıyla görüştüm. Ortak arkadaşımızın da bulunduğu
toplantıda neredeyse iki saat boyunca kitabı anlattım. Yayıncı, çok
heyecanlandı ve hemen basacaklarını söyledi. Bir hafta sonra tekrar buluşacak,
kitabın editoryal çalışmalarına başlayacaktık.
Uzatmayayım,
aradan haftalar geçtikten sonra bizim o büyük büyük laflar eden havalı yayıncı
gayb âlemine karıştı. Tabii öyle birden olmadı bu. Önce, gönderdiğim dosyayı henüz
okumadığını söyleyerek, sonra da işlerinin çokluğunu öne sürerek oyaladı. Her
nedense hiçbir seferinde “yayınlamayacağını” söylemiyordu. Neyse ki çok açık
bir yalanını yakaladım da başıma gelenin farkına vardım.
Olayın
asıl ilginç yanı ise bu şahsın Timaş’ın eski editörlerinden biri olmasıydı
sanırım; hani neredeyse “bir ajan gibi geldi, kitabın içeriğini öğrendi ve yok
oldu”, diyeceğim. Günahı boynuna...
Bu
tatsız deneyimden sonra birkaç yayınevine daha gönderdim dosyayı. Aldığım
cevaplar üç aşağı beş yukarı aynıydı. Hepsi kitabı çok güzel bulduğunu söylüyor
ama konseptin yayınevlerine uymadığını söylüyorlardı. Bütün bunlar tabii ki
haftaların geçmesi ve gereksiz bir sinir harbi anlamına geliyordu.
Bir gün,
İHH Başkanı Bülent Yıldırım telefon etti. Kitabın ne zaman yayınlanacağını
merak etmişler. Ben de anlattım yayıncı problemi yaşadığımı. Bunun üzerine
kendi tanıdığı ve güvendiği birini önerdi. Yıldırım’ın referansıyla aradığım bu
yayınevinin sahibine kitabın konseptini ayrıntılarıyla anlattım, sonra içindeki
Gülen eleştirilerinden de söz açarak, “Eğer bu konuda bir çekinceniz varsa
boşuna göndermeyeyim.” dedim. Kitabı
hemen göndermemi, editörler okuduktan sonra beni arayacaklarını söyledi.
Bir
hafta gibi kısa bir süre sonra, kitabı basacaklarının haberi geldi. Yayınevine
gidip editörlerle görüştüm. Olayın birinci yıldönümüne yetiştirmek için hızlı
bir şekilde çalışacaktık.
Yayınevindekiler,
dizgi ve mizanpaj işine başladılar. Ben de aradan çok zaman geçtiği için, yeni
gelişmeleri de içeren son bölümün düzeltmelerini yapıp Pazartesi günü teslim
edecektim. Çarşamba günü de matbaaya gidecekti kitap.
Gece
gündüz eksikleri tamamlamak için çalışırken Cuma günü editörden bir telefon
geldi. Kitabın yayınından vazgeçtiklerini söylüyor ve hiç de inandırıcı olmayan
gerekçeler öne sürüyordu. İlk konuştuğum kişinin yayınevinin sahibi olduğunu ve
böyle bir kararı gerekçeleriyle kendisinden duymak istediğimi söyledim.
Ardından patronu aramaya başladım. Hiçbir şekilde cevap vermiyordu.
Aradan
bir iki hafta geçtikten sonra kendisinden bir “özür” mektubu aldım… Kitabı
yayınlama mazeretlerinin ise gerçekle yakından uzaktan bir ilgisi yoktu. Elimde
haklı olduğumu gösteren tüm kanıtlar mevcuttu ama bende uğraşacak takat
kalmamıştı…
Doğal
olarak, “Bu yayınevi için aracı olan Bülent Yıldırım nasıl bir tepki gösterdi
bu duruma?” gibi bir soru gelebilir aklınıza… Anlatayım: Olan olmuştu ve kitap
yıldönümüne yetişememişti. Ben de hiç olmazsa Mavi Marmara ikinci seferine
çıktığında basılır umuduyla, bir yandan yeni yayınevi arama işine giriştim bir
yandan da konuyla ilgili gelişmeleri takip etmeye devam ettim.
Bir gün
tesadüfen Yıldırım’la karşılaştık. Bana kitabı sordu. Olanı olduğu gibi
anlattım. Çok şaşırdı ve hemen yayınevi sahibini aradı. Görüşmesi bittiğinde
“Ne diyor?” sorusuna aldığım cevap, teselli edercesine bir “Boş ver ben anladım
olayı.” mealinde bir şeydi. O günden sonra da bir daha ne aradı ne de sordu.
Doğrusu ben de gidip her hangi bir şekilde yardım istemedim. Hem, bu yola
İHH’ya güvenerek çıkmamıştım ki zaten…
Her
neyse, gördüğünüz gibi başından sonuna her şey bir garabetler silsilesi halinde
sürdü gitti. En son deneyimim ise tabiiri caizse tüm bunların üzerine tüy
dikti…
Kitabın
başına gelenleri bilen güvendiğim bir gazeteci arkadaşımın referansıyla, çok
ünlü bir gazeteciyle iletişime geçtim. İsmi lazım olmayan (biz ona B. diyelim)
bu gazeteci hakkında “cemaatın adamı” iddialarını biliyordum ama kanıtlanan bir
şey olmadığı için fazla ciddiye almıyordum. Ne de olsa herkesin cemaatın adamı
olmakla suçlandığı günlerde yaşıyorduk. Zaten kendisi de her fırsatta şiddetle
reddediyordu bu tür iddiaları. Üstelik kitabın Gülen eleştirileri nedeniyle
basılamadığını öğrendiği hâlde ortak arkadaşımıza, “Benim yayınevim korkmaz.
Mutlaka yayınlar.” demişti.
B. ile
çalıştığı gazetenin bulunduğu binanın terasındaki kafeteryada buluştuk.
Gelişmeleri başından sonuna büyük bir açık yüreklilikle anlatıp “Çok yoruldum
ve umudum tükenmek üzere, artık en kötü durumda kitabı internetten
yayınlayacağım.” dedim.
B,
Yaklaşık iki saat boyunca kitabın en can alıcı, özellikle de Gülen ile ilgili
bölümlerini okudu. Hem de sık sık, “Müthiş bir çalışma bu!” nidalarıyla… En
sonunda da: “Kesin Gülen eleştirileri
yüzünden basmamışlardır. Korkmuşlardır. Ama benim yayınevim korkmaz. Bu kitap mutlaka basılmalı. Hemen yayıncımla
konuşacağım. O olmazsa başka bir yayıncı arkadaşım var, o kesin basar.”dedi ve
“Sakın bu kitabı internet ortamında harcama.” diye tembihlemeyi de ihmal
etmeyerek yayıncısından bir cevap gelene kadar beklememi istedi.
O buluşmadan
ayrılıp eve dönerken “Demek ki hakkında
çıkarılan ‘cemaatçi’ dedikoduları yalanmış; gerçekten bağımsız olmasaydı bu
şekilde konuşamazdı.”, diye düşünüp, bu cesur ve tarafsız gazeteci için
cemaatçi dedikodusu yapanlara kızıyordum.
Nasıl
bir ikiyüzlülük ve geciktirme/engelleme operasyonuyla karşı karşıya olduğumu
anladığımdaysa iş işten geçmişti.
Evet, bu
şahıs da haftalarca oyaladı beni. Yok hayır, telefonlarıma çıkmayarak değil.
Aşağı yukarı iki-üç hafta boyunca yalan söyleyerek yaptı bunu; her seferinde
kesin cevap alacağı bir zaman veriyor, o gün gelince de bir bahane uyduruyor,
sonra yeni bir zaman veriyordu. Bazen de “Tam şimdi yayıncıyla toplantıya
giriyorum, akşam arayacağım.” diyordu… En sonunda, onunla görüşmemi sağlayan
arkadaşımın da tanıklığıyla, nasıl yalancı ve ikiyüzlü biriyle karşılaştığımı
anladım… Bu arada zaman geçmiş, geminin limandan demir alma günü de gelmişti
zaten...
Bana
açık açık, “Hoca ile ilgili kısımları çıkar hemen basalım.” diyen de oldu ama
kabul etmedim. Çünkü; söyleşi yaptığım insanların çoğu kendilerini sırtlarından
hançerlenmiş hissediyordu ve içlerindeki bu yangının kayda geçmesi çok
önemliydi. Üstelik bana, “Hiçbir şeyden korkmuyorum bunları aynen böyle yaz.”
demişlerdi.
Sırf
kitabım yayınlansın diye o insanlara ihanet edemezdim. En önemlisi de gerçeğin
üzerinin örtülmesinin vebalini kaldıramazdım.
Sonuç
olarak: Gülen Hareketi’nin önde gelenleri ne derlerse desinler, bu birinci el
deneyimlerden sonra, ortalıkta acayip, hani neredeyse tanımlanamaz bir korku olduğunu
gördüm. En basitinden yayınevleri böyle bir kitabı yayınlarlarsa “camia”nın
önemli bir bölümüne hâkim olduğu dağıtım zincirlerinde diğer kitaplarına da
ambargo uygulanır, diye korkuyorlardı. Bunu da birçoğu açık açık söyledi zaten.
Artık
ben, adına ister hareket ister “cemaat” ister “camia” deyin, bu olgunun en ufak
bir eleştiriye dahi tahammülü olmadığından ve bu tahammülsüzlüğün insanları
yıldırıp, sindirdiğinden neredeyse eminim.
Ha, bir
de son olayda bahsettiğim ünlü gazeteci B’nin güvenilmezliğinden tabii ki…
Siz de
bilirsiniz ki mikroda neyse makroda da odur. Dolayısıyla, böyle küçük ama
önemli bir konuda apaçık yalancılığını ve ikiyüzlülüğünü gördüğüm birinin
memleket meseleleri hakkındaki yazılarına ya da haberlerine de güvenmem
imkânsız.
Bir
arkadaşım, B’nin bu davranışı ve düşüncelerim karşısında “Ya, belki çok baskı
görmüştür, cesaret edememiştir. Sana açıkça söylemeye de yüzü tutmamıştır.”
dedi.
Ama
sözünü ettiğimiz şahıs, öyle böyle biri değildi ki… Cesaretiyle bazı kesimler
tarafından neredeyse kahraman ilan edilen bir gazeteciydi!... Kitabı
yayınlatamadığı haberini verecek kadar bile medeni cesarete sahip olmayan biri
Türkiye’nin altını üstüne getiren haberleri neye güvenerek ve hangi cesaretle
yapıyordu o zaman? Üstelik kitabı yayınlamaya da en baştan kendisi talip
olmuştu…
Her
neyse, Bu konuda iktidar baskısı da olabilir, diye de düşünebilirsiniz ama
iktidar Mavi Marmara eylemini desteklemiyor muydu? “Şehitlerimizin hesabını
soracağız.” demiyor muydu? “Ha cemaat, ha iktidar” da diyebilirsiniz tabii ki
ama o kadarını da bilemem artık. Hem, cemaat nerede biter iktidar nerede başlar
anlayanınız varsa bana da anlatsın bir zahmet.
İşin
aslına bakarsanız; Amerikalı gazetecilere Mavi Marmara olayıyla ilgili o
talihsiz “Otoritelerden izin alınmalıydı!” açıklamasını yaparak Türkiye’de
kızılca kıyametin kopmasına sebep olmasaydı ve devamında, katliamda
yitirdiğimiz canların şehit sayılmayacakları yolunda tartışmalara yol açmasaydı
Fethullah Gülen’in adı bile geçmeyecekti bu kitapta.
Hoca’nın
bu tutumu, hem onun hem Mavi Marmara’nın hem de kitabın talihsizliği oldu.
Dilek
Yaraş, Gazeteci/ Yazar, 10.12.2013, Sonsuz Ark, Konuk Yazar
Dilek Yaraş Yazıları
Takip et: @dilekyaras
Dilek Yaraş Yazıları
Takip et: @dilekyaras
Sonsuz
Ark’ın Notu: Dilek Yaraş’ın bu
yazısı, Habervaktim.com sitesinde 3
Aralık günü yayınlanan, ancak site yönetimi tarafından 5 Aralık tarihinde
yayından kaldırılan Arzu Erdoğral’ın konuyla ilgili yazısında mevcuttur. Sonsuz
Ark, ‘Kır Zincirlerini Mavi Marmara’nın basım sürecindeki ‘sorunlara ve engellemelere
karşı’ yazarın verdiği mücadeleyi desteklemek için bu yazıyı yayınlamayı
gerekli görmüştür. Sonsuz Ark, medyada ve kitap dünyasında farklı olana hayat
hakkı tanımayan İstanbul dükalıklarına karşı Dilek Yaraş’ın bu mücadelesini
destekleyecektir.
Yukarıdaki yazı, yazarının izni alınarak yayınlanmıştır.
Sonsuz
Ark
İlgili
Linkler:
5- http://www.youtube.com/watch?v=SnbUPviJVVk
6- http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=635686
6- http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=635686