“Yüzyıllık stres, şimdi acıta acıta, öldüre öldüre çıkıyordu yüzeye.”
Beyaz plastik eldivenli iki kişi, biri kadın biri erkek,
karı-koca, erkek doktor, kadın hemşire, kilit parke taşlarının üzerinde sere serpe
yatan genç kızın bedenine hamle yapıyorlar durmaksızın. Kadın, elinde serum,
bizim kapıcı kadına “Kaldır!” diyor bağıran, telaşlı bir sesle. “Yukarı kaldır,
pompala!” Erkek, genç kızın yüzüne bir bez sermiş, ona suni teneffüs yaptırıyor,
sonra ara veriyor, kalbini pompalıyor usta hareketlerle.
Anlamsız gözlerle bakıyordum olanlara. Olmayan bir şey izliyormuşum gibi, gerçek
değilmiş gibi geliyordu bana. Etrafa baktım, bahçe duvarlarının üzerinde birer
ikişer insan kafası görünmeye başladı. Hızla çoğalıyordu bakan gözler, ne çabuk
toplandılar, ne çabuk duyuldu bu sessiz çaba?
Gözüm yerde yatan genç kızın gittikçe beyazlaşan ellerine ve
büzüşen parmaklarına takılıyor. Gözlerim doluyor. Sağa doğru bakıyorum, beş on
metre uzağa gitmiş genç kızın annesi; şaşkın, yerlere atıyor kendisini… sesi
tırmalıyor kocaman bahçeyi. Tekrar bakıyorum yerde yatan genç kıza… hiçbir
tepki yok.
Sonra, bir haykırış kopuyor, bir erkek sesi geliyor korkuyla koşan
bir insandan. “Ne oldu?” Karısının bağırışlarını umursamadan gelip duruyor
yanımda. Yerde yatan kızına, onu kurtarmaya çalışan kadına ve erkeğe bakıyor.
Gözleri boş, bomboş…. Anlamıyor olanı, anlayamıyor. Yanına gidiyorum, bir
başkası hemen koluna giriyor. Duvar dibine çöküyor adam, elleri yüzüne doğru fırlıyor,
bir bağırtı kopuyor yüreğinden.
“Yok bir şey!” diyor, koluna giren adam; önünü kapatıyor babanın.
Adam duramıyor yerinde, ayağa kalkıyor. Kızına doğru yürüyor, kendisini tutmak
isteyenlere “Tamam, tamam!” diyor teskin olmuş bir sesle…Kravatlı, sınavı yarım bırakıp gelmiş. Bakıyor birkaç kez,
bakıyor umutsuz, buz gibi gözlerle, çekiliyor birden; dönüp yürüyor karısının
olduğu yere. Sarılıyorlar birbirlerine… kadın bağıra bağıra anlatıyor: “Dershaneden
gelmişti, “Neden geciktin kızım?” dedim, hepsi o kadar… kızıııım!”
Bahçe duvarının üstünden bakanlardan rahatsız oluyorum, genişlemek
ve hepsinin önüne geçmek, bakmalarına engel olmak istiyorum. Bakmayın, bakmayın
işte… neden öyle davrandığımı bilmiyorum. Yarın ve sonrası geliyor aklıma.
Yarın artık o çocuk yok. O bedeni büyüyüp yeşermeyecek. Toprak olacak yavaş
yavaş. Kızmayacak, öfkelenmeyecek. Okulunu bitirip üniversite sınavlarına
giremeyecek, meslek sahibi olamayacak, evlenemeyecek, anne olamayacak,
çocuklarını doğuramayacak ve… kesildi hayat işte… başından değil başından biraz
ötede kesildi.
Ambulans geliyor hemen, yol açıyoruz. Ambulans doktoru, hemşiresi
hemen müdahaleye yardım ediyorlar. Sedye, oksijen maskesi, kalp masajı…
bakamıyorum, uzaklaşıyorum biraz. Dönüp dolaşıyorum ortalıkta. Bir şey yapamıyorum.
Komşumuz onuncu katta oturuyor; selamlaşmışız ayaküstü birkaç sohbet. Hepsi o.
İçimde anlamları birbirine uzaktan bağlanan sesler var. Kime kızsam
bilmiyorum. Sistem, gelecek kaygısı, geçim derdi; uzayıp giden bir zincir. Dershane
tartışmaları, okul, işsiz üniversite mezunları, çalışan annelerin ıstırabı,
sahipsizliği ve üzerlerinde biriken haksız stres ve bütün bunlara göğüs gerdiği
gibi kendi işindeki stresi taşımaya çalışan babalar. Yüzyıllık stres, şimdi
acıta acıta, öldüre öldüre çıkıyordu yüzeye.
Muhtemelen borçlanarak aldıkları evin taksitini de ödüyordu
çalışan anne-baba… ikisi de öğretmendi. İkisi de başkalarının çocuklarına güzel
hayatlar hazırlamak için uğraşıyorlardı. Kendi çocukları… işte onlar, o
zavallılar yeterli ilgiden, yeterli sevgiden, yeterli hoşgörüden mahrumlardı.
Çünkü; yüklü öğretmen anne-babalar başkalarının çocuklarına harcadıkları
enerjiyi, sabrı, kendi çocuklarına karşı kullanmaya fırsat bulamıyorlardı. Hele
anne öğretmenler bitmiş bir halde döndükleri evde, haksız bir hayatın bedelini
kendilerine de çocuklarına da haksızca ödetirken hiç de farkında değillerdi.
Söyleniyorlardı, anlaşılmak istiyorlardı. Herkes haklıydı, herkes yorgundu. Ama
bedeli en çok çocuklar ödüyordu.
Ambulans bahçeden çıkarken ambülans doktoruna yaklaştım bir
umutla. Nefes aldı mı? Cevap olumsuzdu. Diğer bloktan koşup gelen doktora ve
hemşire eşine yaklaştım, sordum, cevap aynıydı. Gencecik kızın cesedini ambulansa
taşıdıklarında zihnim çürümüştü neredeyse. Ambulans gitti. Hemşire komşumuz yerdeki
sargı bezlerini, eldivenleri, boş enjektörleri, enjektör poşetlerini,
peçeteleri toplarken ona yardım ettim.
Sonra bahçe kapısından dışarı çıktım. Anne ve baba bir arabaya
bindiriliyorlardı. Baba şaşkındı, eli ayağına dolaşıyordu. Bir öne oturttular
onu, bir arkaya. Gittiler; arkalarından baktım. Öylece bakıyordum… Yarın,
yarından sonraki acılar… hiç unutulmayacak kadar büyük bir acı; evlat acısı.
Eve çıktım. Çocuklar, pencerelere üşüşmüşler. Sordular… “Düşmüş…”
dedim. “Düşmüş!” Düşmüştü hepsi o... Nasıl, neden düştü; hiç önemi yoktu. Genç kızı ben belki de hiç görmemiştim, ama çocuklar
tanıyorlardı. Sonradan Hanım anlattı. Bizim çocuklar “Taşınalım buradan!”
demişler… “Biz artık orada top oynayamayız!” Genç kız onların top oynadıkları
alana düşmüştü onuncu kattan. Konuştum, anlattım hayatı ve ölümü… “Dünyanın her
yerinde ölüm var, annem, babam öldü” dedim, “Dünyayı terk edip Marsa mı
yerleşeceğiz?”
Pazar günüydü. Zaman öğleden sonraydı. Bir kadın bağırmıştı
bahçeden. Koşuşturmuştuk hepimiz evlerimizden… Bağırmıştı kadın: “Kızııııııım!”
Kaybettikten sonra ağlayanlar, bizler, biz insanlar yaşarken ne
çok şeyi ezip geçiyoruz, haberimiz bile olmuyor. Yüreğimizdeki hançeri gördüğümüzde ancak kendimize gelebiliyoruz.
Mustafa Eyyüboğlu, OnAltı Aralık İkiBinOnÜç – Yirmiyedi