16 Aralık 2013 Pazartesi

SA501/MEY27: Evlat Acısı

“Yüzyıllık stres, şimdi acıta acıta, öldüre öldüre çıkıyordu yüzeye.”


Beyaz plastik eldivenli iki kişi, biri kadın biri erkek, karı-koca, erkek doktor, kadın hemşire, kilit parke taşlarının üzerinde sere serpe yatan genç kızın bedenine hamle yapıyorlar durmaksızın. Kadın, elinde serum, bizim kapıcı kadına “Kaldır!” diyor bağıran, telaşlı bir sesle. “Yukarı kaldır, pompala!” Erkek, genç kızın yüzüne bir bez sermiş, ona suni teneffüs yaptırıyor, sonra ara veriyor, kalbini pompalıyor usta hareketlerle.

Anlamsız gözlerle bakıyordum olanlara.  Olmayan bir şey izliyormuşum gibi, gerçek değilmiş gibi geliyordu bana. Etrafa baktım, bahçe duvarlarının üzerinde birer ikişer insan kafası görünmeye başladı. Hızla çoğalıyordu bakan gözler, ne çabuk toplandılar, ne çabuk duyuldu bu sessiz çaba?

Gözüm yerde yatan genç kızın gittikçe beyazlaşan ellerine ve büzüşen parmaklarına takılıyor. Gözlerim doluyor. Sağa doğru bakıyorum, beş on metre uzağa gitmiş genç kızın annesi; şaşkın, yerlere atıyor kendisini… sesi tırmalıyor kocaman bahçeyi. Tekrar bakıyorum yerde yatan genç kıza… hiçbir tepki yok.

Sonra, bir haykırış kopuyor, bir erkek sesi geliyor korkuyla koşan bir insandan. “Ne oldu?” Karısının bağırışlarını umursamadan gelip duruyor yanımda. Yerde yatan kızına, onu kurtarmaya çalışan kadına ve erkeğe bakıyor. Gözleri boş, bomboş…. Anlamıyor olanı, anlayamıyor. Yanına gidiyorum, bir başkası hemen koluna giriyor. Duvar dibine çöküyor adam, elleri yüzüne doğru fırlıyor, bir bağırtı kopuyor yüreğinden.

“Yok bir şey!” diyor, koluna giren adam; önünü kapatıyor babanın. Adam duramıyor yerinde, ayağa kalkıyor. Kızına doğru yürüyor, kendisini tutmak isteyenlere “Tamam, tamam!” diyor teskin olmuş bir sesle…Kravatlı, sınavı yarım bırakıp gelmiş. Bakıyor birkaç kez, bakıyor umutsuz, buz gibi gözlerle, çekiliyor birden; dönüp yürüyor karısının olduğu yere. Sarılıyorlar birbirlerine… kadın bağıra bağıra anlatıyor: “Dershaneden gelmişti, “Neden geciktin kızım?” dedim, hepsi o kadar… kızıııım!”

Bahçe duvarının üstünden bakanlardan rahatsız oluyorum, genişlemek ve hepsinin önüne geçmek, bakmalarına engel olmak istiyorum. Bakmayın, bakmayın işte… neden öyle davrandığımı bilmiyorum. Yarın ve sonrası geliyor aklıma. Yarın artık o çocuk yok. O bedeni büyüyüp yeşermeyecek. Toprak olacak yavaş yavaş. Kızmayacak, öfkelenmeyecek. Okulunu bitirip üniversite sınavlarına giremeyecek, meslek sahibi olamayacak, evlenemeyecek, anne olamayacak, çocuklarını doğuramayacak ve… kesildi hayat işte… başından değil başından biraz ötede kesildi.

Ambulans geliyor hemen, yol açıyoruz. Ambulans doktoru, hemşiresi hemen müdahaleye yardım ediyorlar. Sedye, oksijen maskesi, kalp masajı… bakamıyorum, uzaklaşıyorum biraz. Dönüp dolaşıyorum ortalıkta. Bir şey yapamıyorum. Komşumuz onuncu katta oturuyor; selamlaşmışız ayaküstü birkaç sohbet. Hepsi o.

İçimde anlamları birbirine uzaktan bağlanan sesler var. Kime kızsam bilmiyorum. Sistem, gelecek kaygısı, geçim derdi; uzayıp giden bir zincir. Dershane tartışmaları, okul, işsiz üniversite mezunları, çalışan annelerin ıstırabı, sahipsizliği ve üzerlerinde biriken haksız stres ve bütün bunlara göğüs gerdiği gibi kendi işindeki stresi taşımaya çalışan babalar. Yüzyıllık stres, şimdi acıta acıta, öldüre öldüre çıkıyordu yüzeye.

Muhtemelen borçlanarak aldıkları evin taksitini de ödüyordu çalışan anne-baba… ikisi de öğretmendi. İkisi de başkalarının çocuklarına güzel hayatlar hazırlamak için uğraşıyorlardı. Kendi çocukları… işte onlar, o zavallılar yeterli ilgiden, yeterli sevgiden, yeterli hoşgörüden mahrumlardı. Çünkü; yüklü öğretmen anne-babalar başkalarının çocuklarına harcadıkları enerjiyi, sabrı, kendi çocuklarına karşı kullanmaya fırsat bulamıyorlardı. Hele anne öğretmenler bitmiş bir halde döndükleri evde, haksız bir hayatın bedelini kendilerine de çocuklarına da haksızca ödetirken hiç de farkında değillerdi. Söyleniyorlardı, anlaşılmak istiyorlardı. Herkes haklıydı, herkes yorgundu. Ama bedeli en çok çocuklar ödüyordu.

Ambulans bahçeden çıkarken ambülans doktoruna yaklaştım bir umutla. Nefes aldı mı? Cevap olumsuzdu. Diğer bloktan koşup gelen doktora ve hemşire eşine yaklaştım, sordum, cevap aynıydı. Gencecik kızın cesedini ambulansa taşıdıklarında zihnim çürümüştü neredeyse. Ambulans gitti. Hemşire komşumuz yerdeki sargı bezlerini, eldivenleri, boş enjektörleri, enjektör poşetlerini, peçeteleri toplarken ona yardım ettim.

Sonra bahçe kapısından dışarı çıktım. Anne ve baba bir arabaya bindiriliyorlardı. Baba şaşkındı, eli ayağına dolaşıyordu. Bir öne oturttular onu, bir arkaya. Gittiler; arkalarından baktım. Öylece bakıyordum… Yarın, yarından sonraki acılar… hiç unutulmayacak kadar büyük bir acı; evlat acısı.

Eve çıktım. Çocuklar, pencerelere üşüşmüşler. Sordular… “Düşmüş…” dedim. “Düşmüş!” Düşmüştü hepsi o... Nasıl, neden düştü; hiç önemi yoktu. Genç kızı ben belki de hiç görmemiştim, ama çocuklar tanıyorlardı. Sonradan Hanım anlattı. Bizim çocuklar “Taşınalım buradan!” demişler… “Biz artık orada top oynayamayız!” Genç kız onların top oynadıkları alana düşmüştü onuncu kattan. Konuştum, anlattım hayatı ve ölümü… “Dünyanın her yerinde ölüm var, annem, babam öldü” dedim, “Dünyayı terk edip Marsa mı yerleşeceğiz?”

Pazar günüydü. Zaman öğleden sonraydı. Bir kadın bağırmıştı bahçeden. Koşuşturmuştuk hepimiz evlerimizden… Bağırmıştı kadın: “Kızııııııım!”

Kaybettikten sonra ağlayanlar, bizler, biz insanlar yaşarken ne çok şeyi ezip geçiyoruz, haberimiz bile olmuyor. Yüreğimizdeki hançeri gördüğümüzde ancak kendimize gelebiliyoruz.



Mustafa Eyyüboğlu, OnAltı Aralık İkiBinOnÜç – Yirmiyedi


Seçkin Deniz Twitter Akışı