Kiziroğlu Mustafa Bey
2. Bölüm
-1-
Kadı Cemalettin
ile Şeref ikindi üzeri Değirmenci Yusuf’un değirmenine vardılar. Değirmenin
suyunun azlığından değirmen çalışmıyordu. Yusuf sundurmada oturmuş, sırtını
güneşe vermişti. Gelen atlıları duyunca arkasını döndü yavaşça ayağa kalktı.
Kadı Cemalettin selam verdi. Atlarını durdurdular. Beyoğlu Şeref baygın
bakışlarla süzdü ihtiyar adamı.
Kadı,
Şeref’e, “Biraz soluklanalım, ne dersin Beyoğlu?” dedi, atından yavaşça indi.
Şeref omuzlarını silkti. Bir şey söylemeden o da indi atından.
“Hoş
geldiniz Kadı Efendi.. safâlar getirdiniz!” diye karşıladı Kadı’yı Değirmenci
Yusuf. Şeref’e bakmadı bile. Şeref de umursamadı. Az ilerde kuru dere yatağına
doğru atıyla birlikte yürüdü.
“Yaman
bir yoldaş bulmuşsun Kadı Efendi!” dedi gülerek Şeref’i gösterip. Kadı, Yusuf Baba’ya
göz kırptı, “Neylersin! Biri yapacaktı.. bana düştü!” karşılığını verdi.
Birlikte sundurmaya varıp oturdular.
“Ekşi ayranımız
da yok bu sefer Kadı Efendi.. ama az da olsa suyumuz vardır.. hem de göze
suyu.. soğuk mu soğuk.. ha dilersen nargilemiz de vardır.. şıpın iş hazırlarım!”
Kadı Cemalettin
ayağa kalkmaya çalışan Yusuf Baba’yı durdurdu.
“Hiç
zahmet etme. Biraz soluklanıp yola düşelim.. karanlık çökmeden sancağa varam
istiyorum.. seni iyi gördüm.. çabuk toparlamışsın!”
Yusuf Baba,
“Elhamdülillah!” dedi. “Azıcık kötekten ne çıkar.. birkaç gün dinlenmiş olduk..
hoş hep dinleniyoruz ya Sarı Fuat sayesinde.. bakalım ya nasip!” diye cevapladı
Kadı’yı.
Köylünün,
baldırı çıplakların sabır anlayışı ne tuhaftı. Ne bitimsiz bir sabırdı. Bu bir
boyun eğme miydi? Hayır, bu boyun eğiş değildi. Boyun eğiş gibi gözükse de öyle
olmadığını biliyordu Kadı. Yağmuru beklerdi sabırla. Kıraç toprağa tohum serper,
yağmuru beklerdi. Bu yıl olmadı, seneye inşallah derdi. Ve beklediğine mutlak
ulaşırdı. Ama öyle ama böyle ektiğinin karşılığını alamasa da alır ve ektiğinin
karşılığını bir gün mutlak alacağına bütün içtenliğiyle inanırdı. Onları ayakta
tutan dirençli kılan bu sabır bu inançtı. Ne kuraklık bellerini bükerdi ne sel.
Ne salgın hastalıklar karşısında pes ederlerdi. Çıtkırıldımlık onların
kitabında yoktu.
Kitaplarında yenilgi yoktu. Her yenilginin onları bir adım
daha zafere ulaştıracağına, zafere ulaşacaklarına yürekten inanıyorlardı. Bu
inanç onların yaşam biçimiydi. Doğuştan geliyordu. Doğuştan getiriyorlardı.
“Bunlar
da geçecek be Yusuf Baba.. bunlar da geçecek.. çoğu gitti azı kaldı?” diye
konuştu Kadı.
Yusuf
baba başını salladı “Elbet.. elbet öyledir. Çoğu gitti azı kaldı. Bir sel gelir
derenin yatağını değiştirir bir tufan olur dereyi yerine kor sarayları yıkar..
bilirim Kadı Efendi.. bilir ve görürüm. Tufanın habercisidir derenin yatağını
değiştiren sel.. bunu görüyorum!” cevabını verdi gülerek.
Bakışıp çocuklar gibi gülüştüler. “Doğan Beyimiz,
gelin kızımız nasıllar.. onlara da selamımı söyle!” diyerek ayağa kalktı. Şeref
sıkıntılı sıkıntılı kendilerine bakıyordu. Başıyla işaret etti. Atına doğru
yürüdü. Değirmenci Yusuf kadı atına binerken “Aleyküm selam.. bıraktığımda
iyilerdi.”
Kadı
atını dehledi. Şeref arkasında sancağa doğru ağır ağır atlarını sürdüler.
Şeref
atını hızlandırıp Kadı Efendi’nin yanına vardı. Bir süre yan yana gittiler.
Şeref bir şeyler sormak isteyip soramıyor gibiydi. Ne de olsa kadı ile ilk kez
yüz yüze gelmişti. Yabancıydı. Hem Şemseddin Efendi örneği bütün tazeliğini
koruyordu.
Cemalettin
Efendi, Şerefe bakmadan, “Bir şey mi diyecektin Beyoğlu?” diye sordu. Şeref
kekeledi.
“Şeyy..
yani.. Yusuf Baba’yı falakadan kurtarmışsın diye duydum da.. öylesine yaşlı bir
adamı ne hakla falakaya yatırırlar ki.. bunu diyecektim.” Sustu.
Konuşmaya
can attığını belli etmemeye çalışıyordu. Atını yavaşlattı. Bir at boyu geriden
gelmeye başladı yeniden. Bu kere kadı atını yavaşlattı. Şeref'in yanında sürmeye
başladı.
“Doğru
duymuşsun!” dedi. “Falakadan kurtardık sayılır mı o da meçhul.. garibana on beş
değnek vurdular.. elimden fazla bir şey gelmedi!”
“Dedim
ya babam zalimin tekidir. Güya benim için göz yaşı dökmüşmüş.. Bodur
söylediydi. Yılan ağlamayı ne bilsin?”
“Öyle
deme.. babadır nihayet.. insan atasına böyle de acı söz söyler mi?” diye
tersledi Kadı, Şeref’i.
Şeref
umursamazlıkla:
“Öyle
atam olacağına hiç olmasaymış. Anam taş doğuraymış benim yerime.. taş olaydım
da şahit olmayaydım şahit olduklarıma! Ama nihayet sen de..” dedi ve sustu.
Kadı
atını durdurur gibi yaptı, “Ben de.. ne olmuş bana!” kafasını salladı Şeref.
Öfke ile tükürdü.
“Söyle
evlat ne olmuş bana?” diye ısrar etti Cemalettin. “Ya sen de Şemseddin gibi
olursan?”
Utanmıştı
Şeref. Yine de söylemeden duramamıştı. Kadı:
“Şemseddin’in çok yakın tanırdım.. eğer bunu
duyduysan.. evet bir odayı paylaşmıştık. Mert dürüst bir insandı.. ama kiminin
evveli.. kiminin ahiri.. demişler.. ben niye Şemseddin gibi olayım ki?”
Şeref
yeniden umursamaz tavrına bürünmüştü. “Dünya yansa bir horum otum yanmaz”, diye
geçirdi içinden:
“Eee” dedi. “Altının yüzü sıcaktır.. tez
eritir insanı.. altınla erimeyeni kadınla eritirler.. o da olmadı hançer
devreye girer! Senin payına ne düşmüş, ne düşecek göreceğiz! Herkesin payına
bir şeyler düşer, benim payıma da zıkkım içki düştü.. bir de bıyığı terlememiş
can!”
Son
sözüne canı sıkılmıştı. Kendi kendine lanetler savurdu. “Şimdi bu sözün sırası
mıydı!” diye geçirdi içinden.
Kadı
Cemalettin Efendi hiç istifini bozmamış derin bir iç çekmişti.
“Haklısın
be Beyoğlu.. Haklısın.. kim bilir kimin payına neler düşmüştür. Ben küçükken
babamla oduna giderdik. Odun toplar yorulurduk. Sonra bir ağacın altına bağdaş
kurup oturur bir parça kuru ekmekle birer çivil peyniri iştahla yerdik. Babam
‘Allah’ım beni altunla, beyaz etle imtihan etme!’ der aminle bitirirdi. Ben de
onunla birlikte ‘amin!’ Derdim. Babam güler başımı okşardı. Bilmezdim o sözün
anlamını. Çok sonraları öğrendim elbet. Ve ben de beş vakit namazda aynı duayı
yaparım.
‘Allah’ım
beni altunla, beyaz etle imtihan etme!’ Umarım bu iki şeyle imtihan olmam.”
Şeref
tıpkı kendi çocukluğunda olduğu gibi “Amin!” dedi. Bu kez babası gibi kendisi
güldü. Sancak görünmüştü. Atlarını hızlandırdılar. Akşam namazına
kavuşacaklardı.
Puran Tilmiz, 07.01.2014, Sonsuz Ark, Konuk Yazarlar