“Bu öyle
kötü bir histi ki; sanki biraz uzaktan da olsa üzerime doğru kocaman bir kaya
ağır ağır yuvarlanıyordu ve ben er geç o kayanın altında kalacaktım, bundan
kaçış yoktu.”
Audrey Hepburn
Sağ
göğsümdeki kitleyi fark ettiğim gün kendimi çok kötü hissettiğimi hatırlıyorum.
Birkaç gün değişiklik var mı diye bekledim; yoktu. Bu arada dehşet baş ağrıları
ile mücadele ediyordum, neredeyse gün aşırı bir acil servise gidip ağrı kesici
ve kas gevşetici iğne yaptırıyordum. Ama göğsümdeki kitle şimdi baş ağrısının
önüne geçmişti.
İlk
olarak Atila'ya söyledim, sonra da Fevziye'ye. İkisi de hemen doktora gitmem
gerektiğini söylediler. 14 Ekim canım Atila'mın doğum günüydü. O gün erkenden
ASG Tıp Merkezine gittim. Genel Cerrah Ali Bey'e durumu anlattım, “Hemen
ultrason çektirelim!” dedi.
Tahliller
ve öğlenden sonra saat 3 için ultrason randevusu. Doktordayken Fevziş’i aradım,
yalnız onun ve Atila’nın haberlerinin olduğu problem nedeniyle doktorda
olduğumu söyledim, nihayet doktorda olduğum için sevindi.
Eve
döndüm, içimde bir bulantı vardı ama Atila için doğum günü pastası ve Afak için
yemek yaptım. O sırada Emira aradı, durumu kısaca özetledim üzüldü. Ultrason
randevusunun saatinde ASG Tıp Merkezine girdiğimde Emira orada beni bekliyordu,
yanımda olmak istemiş ve beklerken de kendisi için göz randevusu almıştı. O
sırasının gelmesini beklerken ben de kendi sıram geldiğinden ultrason çekimi
için odaya girdim.
Ultrason
doktoru bana epey baştan savma gelen bir kontrolden sonra bittiğini söyledi.
Göğsümdeki kitle ile ilgili endişelerimi dile getirdiğimde “süt bezesidir”
diyerek raporu elime tutuşturdu.
Rahatlamam
gerekiyordu ama rahat değildim. Genel Cerrah sonucu görmek istemişti, bense
nasıl olsa raporda bir şey çıkmadı sonucu göstermeden gitsem mi acaba diye
düşünmüştüm. Son anda vazgeçip odasına girdim.
O sırada
Emira da doktordan çıkmış alışveriş yapmak için markete gidiyordu. “Bir şey
yokmuş!” dedim, rahatladı.
Raporu doktora
göstermek üzere odasına girdiğimde Genel Cerrah Ali Bey, raporu dikkatle
okuduktan sonra kitle ile ilgili doktorun ne söylediğini sordu. Ben de süt
bezesi olduğunu tahmin ettiğini ve her şeyi raporda yazdığını söyledim.
Ali
Bey’in son derece canı sıkılmıştı, yine sıkkın bir şekilde ultrason doktorunu
arayıp kitle ile ilgili raporda bir şey göremediğini ve o bölgenin tekrar
ultrasonunun çekilmesini istediğini söyledi. Benden özür diledi ve “sizi bir
kez daha yoracağız, ama tekrar o odaya geçebilir misiniz” diye sordu.
Benim de
canım sıkılmıştı ama başka çarem mi vardı, mecburen tekrar geldiğim yere geri
döndüm. Ultrason çekimi tekrar başladığında az önce kitlenin “süt bezesi”
olabileceğini söyleyen doktorun da canı sıkılmıştı. Genel Cerrahı aradı ve biraz
sıkıntılı bir durum olduğunu söyleyerek yanına çağırdı.
Şimdi
ultrasonun birlikte takip ediyorlardı ve aralarında konuşuyorlardı. Tıbbi
terimler havada uçuşurken o konuşmalardan aklımda tek kalan, ‘Cidarı ekojen’
oldu. Kendi çevirimle bunun sese duyarlı bir şey olduğunu sandım ama sonradan
Zekiye bunun ‘Konturu düzgün olmayan’ manasına geldiğini söyleyecekti.
Devam
eden ciddi konuşmalardan sonra ultrason doktoru, "Bu iş beni aşar, biyopsi
yapılması lazım!” dedi.
Genel
Cerrah ona raporunu yazmasını ,gerisi ile kendisinin ilgileneceğini söyledi.
İşte ilk
gözümü korkutan şey. Nedir biyopsi, nasıl yapılır, canımı yakar mı, sonucu ne
olur, hiçbir şey bilmiyordum. Hemen aklıma canım Zekiye'mi aramak geldi.
Telefonu çalıyordu ama ona ulaşamadım. Kalbim daralıyordu. Ali Bey’in odasına
girdiğimde bu kitlenin ne olduğunu anlayamadıklarını ve bunun için de hemen
iğneli biyopsi yaptırmam gerektiğini söyledi.
Fevziye'yi
ve Atila'yı aradım. İkisi de endişelenmemem gerektiği söylediler. O sırada
Emira da işini bitirip gelmişti, durumu anlattım, üzüldü elbette fakat babası
ve annesi Bosna’dan gelmişti ve babası hastaydı, kendisini beklediklerini
söyleyerek gitti.
Biyopsi
doktoru geldiğinde bir hemşire ve üç doktor başımda yine anlayamadığım
sıkıntılı konuşmalar yaptılar. Yalnızca konuşmalardan bir şeyler çıkarmak için
söylenenlere odaklanmaya çalışıyordum. Yolunda gitmeyen bir şeyler olduğu çok
açıktı.
İşlem
yapılırken yalnızdım ve kendimi berbat hissediyordum. Bu öyle kötü bir histi ki
sanki biraz uzaktan da olsa üzerime doğru kocaman bir kaya ağır ağır
yuvarlanıyordu ve ben er geç o kayanın altında kalacaktım, bundan kaçış yoktu.
İşte tam olarak bunları hissediyordum. Benim gibi aceleci yapıda bir insan için
iyi ya da kötü bir an önce sonuca ulaşamamak boğulmak gibi bir şeydi aslında...
Acı
hissettim mi hatırlamıyorum, ama yalnızca birkaç dakika süren şey bana uzun
saatler gibi gelmişti. İğneli biyopsiyi orada duymuştum, sonradan başka
türlüsünün de olacağını öğrenecektim.
(Zekiye;
Onu tarif edecek kelime bulmak hakikaten çok zor; kim varsa çevresinde ve onlar
için ne gerekirse hiçbir hesap yapmadan koşan kardeşim benim. Onu her zaman o
kadar iyi anlıyorum ki sanki o konuşurken beyninin kıvrımlarında dolaşıyorum ve
biraz sonra ne söyleyeceğini hissediyorum sanki. Nerede haksızlık varsa nerede
adaletsizlik varsa hiçbir ideoloji, hiçbir inancı gözetmeksizin bilakaydüşart
desteğini vermekten çekinmez Zekiye. Ve bunu genellikle tek başına yapar.
İbrahim (a.s) meşrep yani... Zekiye’ye olan sevgimi kalbime yerleştiren Allah’a
c.c sonsuz hamdolsun. Hastalığım boyunca hep yanımda oldu, hiç yalnız
bırakmadı. Rabb’im de onu yalnız bırakmasın.)
Çıktığımda
içimden yalnızca ağlamak geliyordu, sebebini bilmiyordum, ama ağlamak
istiyordum. Sonuç için birkaç gün beklemem gerekecekti. Tam o sırada aradı
Zekiye. Ona daha önce arama sebebimi ve biyopsi yapıldığını söyleyince,
"Bir şey çıkmaz telaşlanma, ben hemen geliyorum!" dedi.
Durum
benim açımdan gittikçe ciddileşiyordu. Atila'yı ve Fevziye'yi aradım. İyi
şeyler söylediler her zamanki gibi, ama bence onlar da endişelenmişti. Fevziye,
anneme söylemem gerektiğini söyledi ayrıca, ama hangi anne çocuğunun kanser
olma ihtimali olduğunu duymak ister ki. Söylememeye karar verdim.
Zekiye
bir saat sonra yanımdaydı, birbirimize sarılıp ağladık.
Atila ve
Zekiye ile birlikte yemek yedik, sohbet ettik ve o anda da kuvvetli bir şekilde
hayatımda bir şeylerin hızla değişmekte olduğunu hissettim.
Atila'ya,
oğlumuza nasıl söyleyeceğiz diye sorduğumda, "Henüz erken şimdiden onu
telaşlandırmayalım" dedi, öyle de yaptık.
Zekiye’nin
o akşam söylediklerini hiç unutmayacağım: “Artık bundan sonrası senin işin
değil, bizim işimiz, bırak biz ilgilenelim, birlikte her ne olacaksa hallederiz
canım benim."
Ve
sözüne hep sadık kaldı.
Sonucu
beklerken geçen günler oldukça zor geçti. Beklediğim günden bir gün önce
aradılar; sonuç çıkmıştı, ama telefonda söylemiyorlardı.
Doktor
yarım saat sonra çıkacaktı, evden acele ile çıktım taksi yoktu, Tıp Merkezinin
yakınından geçen bir servis görüp ona atladım, doktorun çıkmasına on dakika
kala nefes nefese içerideydim. Ali Bey raporumu okudu, sonra oturmamı söyledi.
Ciddi bir şeyler oluyordu ve ben oradan hemen kaçıp gitmek istiyordum.
Mecburen
oturdum ve Ali Bey’i dinledim: “Bu rapor bir şey var demiyor, ama bir şey yok
da demiyor, sizi korkutmak istemem; ama ben çok açık konuşan bir doktorum,
sizin bir tümörünüz var. Bu durumda cerrahi ile o kitlenin alınmasını
öneriyorum ve hatta size muhtemel kötü sonuçta iki kere işkence çekmemeniz için
göğsünüzün bir kısmının da alınmasını öneriyorum.” dedi.
“Tümör”
epeyce ürkütücü bir kelimeydi, kulaklarımın uğuldamaya başladığını
hatırlıyorum. Buna rağmen başıma gelen her ne ise bir an önce bitmesini
istiyordum ve onun için de doktora bu operasyonu hemen orada yapıp
yapamayacaklarını sordum.
“Burada
yaptıramazsınız, tam teşekküllü bir hastane lazım; ama ben size Numune
Hastanesinden bir doktor önerebilirim, yarın hemen ona gidin ve selamımı
söyleyin" diyerek doktorun adı yazılı bir kartvizit verdi.
Çıktığımda
ağlıyordum. Zihnime çakılan kelimeler oldukça ağır gelmişti; tümör, ameliyat
vs.. Bütün bunları altından asla kalkamayacağımız şeyler olarak görüyordum o
an.
Atila,
Fevziye ve Zekiye’yi aradım, Fevziye telefonu kapattı, sanırım şok olmuştu ve
toparlanması gerekiyordu. Biraz sonra aradı; evet, öyle olmuştu.
Eve
dönerken Jale'yi aradım, beş dakika sonra evde olacağımı ve bize gelmesini
istedim. Arabadan inip eve yürürken Mehmet Abi'ye rastladım, hem ev sahibimiz
hem de benim çok sevdiğim bir abim ve hemşerimdi. "Ne oldu Neşe abla ne bu
halin" diye sorunca yine gözyaşlarımı koyuverdim: "Abi tümör varmış
bende"
Başka da
bir şey diyemedim. Mehmet Abinin gözlerinin dolduğunu hatırlıyorum şimdi,
birkaç teselli kelimesi söyledi sanırım; ama onları anlayacak durumda değildim.
Eve
geldiğimde canım Jale'm kapının önünde bekliyordu. Hiç konuşamadım, yalnızca
ağlıyordum, içeri girdiğimizde beraber ağladık. Sonra o durum yönetimini ele
aldı ve neler yapabileceğimize dair teorileri bir bir sıraladı. O sırada kapı
çaldı ve Emira geldi. Neler yapabileceğimiz konuştuk. Emira da "Bunu
birlikte yeneceğiz, sen merak etme" dedi.
Doktor
arkadaşımız Mücella'yı aradık sonra. Mücella da aynı şeyleri söyledi ve birkaç
doktor adı buldu hemen. Ertesi gün için randevuları sanırım Jale ya da Emira
aldılar.
Zekiye
daha ilk akşamdan ertesi gün gideceğim hastanede kimleri görebileceğim,
kimlerin ne yardımda bulunacağı ile ilgili yüz tane telefon açtı galiba.
Ertesi
gün sabah erkenden Atila ile Numune Hastanesine gittik.
Dışarıda
dehşet bir yağmur vardı. Hastanede bize tavsiye edilen doktorun odasının önünde
beklemeye başladık. Kimse ne zaman geleceğini nerede olduğunu bilmiyordu.
Galiba üç saat kadar bekledik. Bir ara Atila ortalıktan kayboldu, kendi
çabaları ile başka bir binada doktoru arkadaşlarıyla baklava yerken bulmuştu.
Doktoru bulmuştu ve gördüğü manzara ve muameleden sonra da bizim o hastanede bu
işleri çeviremeyeceğimiz kanaatine ulaşmıştı.
Ben o
esnada çok endişeliydim. Daha ilk görüşme için bile bulamadığımız,
ulaşamadığımız bir doktorla süreç uzarsa ki -uzayacağı belliydi- nasıl irtibat
kuracaktık, bu kırık dökük hastanede nasıl tedavi olacaktım vs. vs.
Hemen
Fevziye'yi aradım 19 Mayıs Hastanesinden daha önce adını Ferah ablamdan
duyduğum Süleyman Bey'den randevu almasını istedim. Canım benim hemen
halletmiş, Cuma günü için randevu almış ve operasyonun kaça çıkacağını da
öğrenmişti bu arada.
Atila
ile ayrıldık, ben eve dönmek üzere yoldayken Zekiye aradı, ona durumu ve en son
geldiğimiz noktayı anlattım. Biraz konuştuk ve hayır dualarla kapattık
telefonu. Kızılay'a geldiğimde Zekiye tekrar aradı ve iş yerinden arkadaşı
Erşat Bey'in Süleyman Hoca'yı tanıdığını söyleyip telefon numarasını yazmamı
istedi.
Durum o
kadar komikti ki, bir elimde şemsiye, ayaklarım suların içinde, çantamdan zar
zor kalem bulup bir mağazanın vitrin camına dizimi dayayıp üzerine kâğıt
yerleştirerek telefon numarasını yazmayı başardım.
Ve hemen
o an Süleyman Hocayı aradım. Telefondaki ses daha ilk andan bana güven duygusu
vermişti. Ertesi gün için randevu verdi ve içim biraz olsun rahatladı.
Neşe Kutlutaş, 13.01.2014,
Sonsuz Ark, (İlk Yayın Tarihi, 14.02.2012)