13 Ocak 2014 Pazartesi

SA525/KY9-NK3: Kanserle Tanışmaya Başlıyoruz

“Bu öyle kötü bir histi ki; sanki biraz uzaktan da olsa üzerime doğru kocaman bir kaya ağır ağır yuvarlanıyordu ve ben er geç o kayanın altında kalacaktım, bundan kaçış yoktu.”

Audrey Hepburn
Sağ göğsümdeki kitleyi fark ettiğim gün kendimi çok kötü hissettiğimi hatırlıyorum. Birkaç gün değişiklik var mı diye bekledim; yoktu. Bu arada dehşet baş ağrıları ile mücadele ediyordum, neredeyse gün aşırı bir acil servise gidip ağrı kesici ve kas gevşetici iğne yaptırıyordum. Ama göğsümdeki kitle şimdi baş ağrısının önüne geçmişti.

İlk olarak Atila'ya söyledim, sonra da Fevziye'ye. İkisi de hemen doktora gitmem gerektiğini söylediler. 14 Ekim canım Atila'mın doğum günüydü. O gün erkenden ASG Tıp Merkezine gittim. Genel Cerrah Ali Bey'e durumu anlattım, “Hemen ultrason çektirelim!” dedi.

Tahliller ve öğlenden sonra saat 3 için ultrason randevusu. Doktordayken Fevziş’i aradım, yalnız onun ve Atila’nın haberlerinin olduğu problem nedeniyle doktorda olduğumu söyledim, nihayet doktorda olduğum için sevindi.

Eve döndüm, içimde bir bulantı vardı ama Atila için doğum günü pastası ve Afak için yemek yaptım. O sırada Emira aradı, durumu kısaca özetledim üzüldü. Ultrason randevusunun saatinde ASG Tıp Merkezine girdiğimde Emira orada beni bekliyordu, yanımda olmak istemiş ve beklerken de kendisi için göz randevusu almıştı. O sırasının gelmesini beklerken ben de kendi sıram geldiğinden ultrason çekimi için odaya girdim.
Ultrason doktoru bana epey baştan savma gelen bir kontrolden sonra bittiğini söyledi. Göğsümdeki kitle ile ilgili endişelerimi dile getirdiğimde “süt bezesidir” diyerek raporu elime tutuşturdu.

Rahatlamam gerekiyordu ama rahat değildim. Genel Cerrah sonucu görmek istemişti, bense nasıl olsa raporda bir şey çıkmadı sonucu göstermeden gitsem mi acaba diye düşünmüştüm. Son anda vazgeçip odasına girdim.

O sırada Emira da doktordan çıkmış alışveriş yapmak için markete gidiyordu. “Bir şey yokmuş!” dedim, rahatladı.

Raporu doktora göstermek üzere odasına girdiğimde Genel Cerrah Ali Bey, raporu dikkatle okuduktan sonra kitle ile ilgili doktorun ne söylediğini sordu. Ben de süt bezesi olduğunu tahmin ettiğini ve her şeyi raporda yazdığını söyledim.

Ali Bey’in son derece canı sıkılmıştı, yine sıkkın bir şekilde ultrason doktorunu arayıp kitle ile ilgili raporda bir şey göremediğini ve o bölgenin tekrar ultrasonunun çekilmesini istediğini söyledi. Benden özür diledi ve “sizi bir kez daha yoracağız, ama tekrar o odaya geçebilir misiniz” diye sordu.

Benim de canım sıkılmıştı ama başka çarem mi vardı, mecburen tekrar geldiğim yere geri döndüm. Ultrason çekimi tekrar başladığında az önce kitlenin “süt bezesi” olabileceğini söyleyen doktorun da canı sıkılmıştı. Genel Cerrahı aradı ve biraz sıkıntılı bir durum olduğunu söyleyerek yanına çağırdı.

Şimdi ultrasonun birlikte takip ediyorlardı ve aralarında konuşuyorlardı. Tıbbi terimler havada uçuşurken o konuşmalardan aklımda tek kalan, ‘Cidarı ekojen’ oldu. Kendi çevirimle bunun sese duyarlı bir şey olduğunu sandım ama sonradan Zekiye bunun ‘Konturu düzgün olmayan’ manasına geldiğini söyleyecekti.

Devam eden ciddi konuşmalardan sonra ultrason doktoru, "Bu iş beni aşar, biyopsi yapılması lazım!” dedi.
Genel Cerrah ona raporunu yazmasını ,gerisi ile kendisinin ilgileneceğini söyledi.

İşte ilk gözümü korkutan şey. Nedir biyopsi, nasıl yapılır, canımı yakar mı, sonucu ne olur, hiçbir şey bilmiyordum. Hemen aklıma canım Zekiye'mi aramak geldi. Telefonu çalıyordu ama ona ulaşamadım. Kalbim daralıyordu. Ali Bey’in odasına girdiğimde bu kitlenin ne olduğunu anlayamadıklarını ve bunun için de hemen iğneli biyopsi yaptırmam gerektiğini söyledi.

Fevziye'yi ve Atila'yı aradım. İkisi de endişelenmemem gerektiği söylediler. O sırada Emira da işini bitirip gelmişti, durumu anlattım, üzüldü elbette fakat babası ve annesi Bosna’dan gelmişti ve babası hastaydı, kendisini beklediklerini söyleyerek gitti.

Biyopsi doktoru geldiğinde bir hemşire ve üç doktor başımda yine anlayamadığım sıkıntılı konuşmalar yaptılar. Yalnızca konuşmalardan bir şeyler çıkarmak için söylenenlere odaklanmaya çalışıyordum. Yolunda gitmeyen bir şeyler olduğu çok açıktı.

İşlem yapılırken yalnızdım ve kendimi berbat hissediyordum. Bu öyle kötü bir histi ki sanki biraz uzaktan da olsa üzerime doğru kocaman bir kaya ağır ağır yuvarlanıyordu ve ben er geç o kayanın altında kalacaktım, bundan kaçış yoktu. İşte tam olarak bunları hissediyordum. Benim gibi aceleci yapıda bir insan için iyi ya da kötü bir an önce sonuca ulaşamamak boğulmak gibi bir şeydi aslında...

Acı hissettim mi hatırlamıyorum, ama yalnızca birkaç dakika süren şey bana uzun saatler gibi gelmişti. İğneli biyopsiyi orada duymuştum, sonradan başka türlüsünün de olacağını öğrenecektim.

(Zekiye; Onu tarif edecek kelime bulmak hakikaten çok zor; kim varsa çevresinde ve onlar için ne gerekirse hiçbir hesap yapmadan koşan kardeşim benim. Onu her zaman o kadar iyi anlıyorum ki sanki o konuşurken beyninin kıvrımlarında dolaşıyorum ve biraz sonra ne söyleyeceğini hissediyorum sanki. Nerede haksızlık varsa nerede adaletsizlik varsa hiçbir ideoloji, hiçbir inancı gözetmeksizin bilakaydüşart desteğini vermekten çekinmez Zekiye. Ve bunu genellikle tek başına yapar. İbrahim (a.s) meşrep yani... Zekiye’ye olan sevgimi kalbime yerleştiren Allah’a c.c sonsuz hamdolsun. Hastalığım boyunca hep yanımda oldu, hiç yalnız bırakmadı. Rabb’im de onu yalnız bırakmasın.)

Çıktığımda içimden yalnızca ağlamak geliyordu, sebebini bilmiyordum, ama ağlamak istiyordum. Sonuç için birkaç gün beklemem gerekecekti. Tam o sırada aradı Zekiye. Ona daha önce arama sebebimi ve biyopsi yapıldığını söyleyince, "Bir şey çıkmaz telaşlanma, ben hemen geliyorum!" dedi.

Durum benim açımdan gittikçe ciddileşiyordu. Atila'yı ve Fevziye'yi aradım. İyi şeyler söylediler her zamanki gibi, ama bence onlar da endişelenmişti. Fevziye, anneme söylemem gerektiğini söyledi ayrıca, ama hangi anne çocuğunun kanser olma ihtimali olduğunu duymak ister ki. Söylememeye karar verdim.

Zekiye bir saat sonra yanımdaydı, birbirimize sarılıp ağladık.

Atila ve Zekiye ile birlikte yemek yedik, sohbet ettik ve o anda da kuvvetli bir şekilde hayatımda bir şeylerin hızla değişmekte olduğunu hissettim.

Atila'ya, oğlumuza nasıl söyleyeceğiz diye sorduğumda, "Henüz erken şimdiden onu telaşlandırmayalım" dedi, öyle de yaptık.

Zekiye’nin o akşam söylediklerini hiç unutmayacağım: “Artık bundan sonrası senin işin değil, bizim işimiz, bırak biz ilgilenelim, birlikte her ne olacaksa hallederiz canım benim."

Ve sözüne hep sadık kaldı.

Sonucu beklerken geçen günler oldukça zor geçti. Beklediğim günden bir gün önce aradılar; sonuç çıkmıştı, ama telefonda söylemiyorlardı.

Doktor yarım saat sonra çıkacaktı, evden acele ile çıktım taksi yoktu, Tıp Merkezinin yakınından geçen bir servis görüp ona atladım, doktorun çıkmasına on dakika kala nefes nefese içerideydim. Ali Bey raporumu okudu, sonra oturmamı söyledi. Ciddi bir şeyler oluyordu ve ben oradan hemen kaçıp gitmek istiyordum.

Mecburen oturdum ve Ali Bey’i dinledim: “Bu rapor bir şey var demiyor, ama bir şey yok da demiyor, sizi korkutmak istemem; ama ben çok açık konuşan bir doktorum, sizin bir tümörünüz var. Bu durumda cerrahi ile o kitlenin alınmasını öneriyorum ve hatta size muhtemel kötü sonuçta iki kere işkence çekmemeniz için göğsünüzün bir kısmının da alınmasını öneriyorum.” dedi.

“Tümör” epeyce ürkütücü bir kelimeydi, kulaklarımın uğuldamaya başladığını hatırlıyorum. Buna rağmen başıma gelen her ne ise bir an önce bitmesini istiyordum ve onun için de doktora bu operasyonu hemen orada yapıp yapamayacaklarını sordum.

“Burada yaptıramazsınız, tam teşekküllü bir hastane lazım; ama ben size Numune Hastanesinden bir doktor önerebilirim, yarın hemen ona gidin ve selamımı söyleyin" diyerek doktorun adı yazılı bir kartvizit verdi.
Çıktığımda ağlıyordum. Zihnime çakılan kelimeler oldukça ağır gelmişti; tümör, ameliyat vs.. Bütün bunları altından asla kalkamayacağımız şeyler olarak görüyordum o an.

Atila, Fevziye ve Zekiye’yi aradım, Fevziye telefonu kapattı, sanırım şok olmuştu ve toparlanması gerekiyordu. Biraz sonra aradı; evet, öyle olmuştu.

Eve dönerken Jale'yi aradım, beş dakika sonra evde olacağımı ve bize gelmesini istedim. Arabadan inip eve yürürken Mehmet Abi'ye rastladım, hem ev sahibimiz hem de benim çok sevdiğim bir abim ve hemşerimdi. "Ne oldu Neşe abla ne bu halin" diye sorunca yine gözyaşlarımı koyuverdim: "Abi tümör varmış bende"
Başka da bir şey diyemedim. Mehmet Abinin gözlerinin dolduğunu hatırlıyorum şimdi, birkaç teselli kelimesi söyledi sanırım; ama onları anlayacak durumda değildim.

Eve geldiğimde canım Jale'm kapının önünde bekliyordu. Hiç konuşamadım, yalnızca ağlıyordum, içeri girdiğimizde beraber ağladık. Sonra o durum yönetimini ele aldı ve neler yapabileceğimize dair teorileri bir bir sıraladı. O sırada kapı çaldı ve Emira geldi. Neler yapabileceğimiz konuştuk. Emira da "Bunu birlikte yeneceğiz, sen merak etme" dedi.

Doktor arkadaşımız Mücella'yı aradık sonra. Mücella da aynı şeyleri söyledi ve birkaç doktor adı buldu hemen. Ertesi gün için randevuları sanırım Jale ya da Emira aldılar.

Zekiye daha ilk akşamdan ertesi gün gideceğim hastanede kimleri görebileceğim, kimlerin ne yardımda bulunacağı ile ilgili yüz tane telefon açtı galiba.

Ertesi gün sabah erkenden Atila ile Numune Hastanesine gittik.

Dışarıda dehşet bir yağmur vardı. Hastanede bize tavsiye edilen doktorun odasının önünde beklemeye başladık. Kimse ne zaman geleceğini nerede olduğunu bilmiyordu. Galiba üç saat kadar bekledik. Bir ara Atila ortalıktan kayboldu, kendi çabaları ile başka bir binada doktoru arkadaşlarıyla baklava yerken bulmuştu. Doktoru bulmuştu ve gördüğü manzara ve muameleden sonra da bizim o hastanede bu işleri çeviremeyeceğimiz kanaatine ulaşmıştı.

Ben o esnada çok endişeliydim. Daha ilk görüşme için bile bulamadığımız, ulaşamadığımız bir doktorla süreç uzarsa ki -uzayacağı belliydi- nasıl irtibat kuracaktık, bu kırık dökük hastanede nasıl tedavi olacaktım vs. vs.
Hemen Fevziye'yi aradım 19 Mayıs Hastanesinden daha önce adını Ferah ablamdan duyduğum Süleyman Bey'den randevu almasını istedim. Canım benim hemen halletmiş, Cuma günü için randevu almış ve operasyonun kaça çıkacağını da öğrenmişti bu arada.

Atila ile ayrıldık, ben eve dönmek üzere yoldayken Zekiye aradı, ona durumu ve en son geldiğimiz noktayı anlattım. Biraz konuştuk ve hayır dualarla kapattık telefonu. Kızılay'a geldiğimde Zekiye tekrar aradı ve iş yerinden arkadaşı Erşat Bey'in Süleyman Hoca'yı tanıdığını söyleyip telefon numarasını yazmamı istedi.

Durum o kadar komikti ki, bir elimde şemsiye, ayaklarım suların içinde, çantamdan zar zor kalem bulup bir mağazanın vitrin camına dizimi dayayıp üzerine kâğıt yerleştirerek telefon numarasını yazmayı başardım.

Ve hemen o an Süleyman Hocayı aradım. Telefondaki ses daha ilk andan bana güven duygusu vermişti. Ertesi gün için randevu verdi ve içim biraz olsun rahatladı.


Neşe Kutlutaş,  13.01.2014, Sonsuz Ark,  (İlk Yayın Tarihi, 14.02.2012)




Seçkin Deniz Twitter Akışı