“Çığlıklar mı fırlıyor zihnimden, zihnim mi
fırlıyor çığlıklardan, bilmiyorum.”
Günlerin günleri, gecelerin geceleri, kuşların kışları kovaladığı günlerden tanıyordum onu. Saf bir niyetle bakmıştı hayata, bakarken yorulmuştu, yorgunken içine çekilmişti. Bir insandı. Kadın ya da erkek miydi; hiç önemli değildi. Hangi zamanda yaşadığının da önemi yoktu. Doğmuştu, yaşamıştı ve ölmüştü. Onun zihnine baktığım bir günde, zihnindeki kasırgalara şahit olmuştum. İnsanların zihinlerini okumak benim için hiç de zor değildi. Belki onları anlamak içindi, belki de onları onlara anlatmak içindi bu yaptığım şey. Şunlar vardı baktığım o ân o insanın zihninde…
“Biraz öteye gitti zihnim; sonra geriye döndü.
Geriye… Geri neresiydi? Az önce bulunduğu yer mi? Şimdiki yer mi? O kadar sık
gidiyor ve geliyor ki ve o kadar sık aynı yerde olduğunu hissediyor ki. Belki
de hiç ileri gitmedi ve geri dönmedi. Büsbütün bir kürenin merkezinde sanki.
Issız bir ışıksızlıkta, kuşatılmış olduğu nesneler evreninde, o şimdi ışıktan bir
küre gibi, bir nesne gibi; hırpalanmış ve dizginlerinden fırlamış.
Üç boyutlu git-gellerin her yöne hep beraber ilerleyen düşüncelerin neresinden tuttuğunu göremiyorum. Git-geller birer eylem; zihnimin olmayan yerinde olmayan eylemleri. Ama biliyorum zihnim gidiyor; git-gelleriyle beraber gidiyor, onlarla beraber anlayamadığım bir yolculuğun içinde. Çok hareketli ve belki de hiç hareket etmediği halde ben öyle sanıyorum. Şimdiki gibi. Zihnim gidiyor mu? Olduğu yerde mi? Gittiği yer neresiyse oradan geri geliyor mu? Farkında değilim, ama zihnimin bütün bileşenleriyle bir yere doğru ışıktan küresinin içinde, onunla beraber bir yolculuk yaptığını biliyorum. O yolculuk da kendi içinde bilinmeyenler içeriyor. Zorluyorum; ne, neresi, nereye?
Dün elediğim her şey, bugün yeniden sırlanıyor sonsuz
küçük pencerelerinde kürenin; her şey aslında hiç gitmemiş gibi. Her şey gittiği
yerden alıp getirdikleriyle daha da ağırlaşmış, daha da taşınmaz hâle gelmiş
gibi. Kavramlar giyindikleri anlamları hayaller dünyasına boşaltıp döndüler,
biliyorum. Yeni yükler edinip geldiler, onu da biliyorum. Zihnime öğretilenler
ile zihnimin öğrendikleri arasında anlam boşlukları var; o anlam boşluklarına
gidip çıkan her şey hiçbir yere gitmiyor ve hiçbir yerden gelmiyor hâle
geliyor. Küre ilerliyor, ben ilerliyorum; ama ne, neresi, nereye?
Küre’nin nesnelerle meşgul zihnimin gidip
geldiği izler evreni olduğunu düşünüyorum. Ne belirginleşiyor. İzler
belirsizleştikçe de ‘ne’ yeniden belirsizleşiyor. Küre diyorum zihnimin
git-gellerinin doldurduğu üç boyutlu evrene ve zihnimin içinde bulunduğu,
zihnimi kapsayan cisme, cismin içine, hacmine. Fakat elle tutulur bir dokunuşu
yok bu kürenin.. Nerede bu küre, nereye ilerliyor, bilmiyorum.
Bir döngü var, biliyorum, değirmen taşının
döndüğü gibi dönen ve aslında her dönüşünde öğüttüğü şeyin aynı olmadığını
bilen bir taş gibi zihnim. Fakat başlangıcı neresi? Öğütülen her şey neden yeniden öğütülmek için
taşın ağzını yoruyor? Taşın ağzı neresi? Taş ne? Öğütülen ne? Üç boyutlu bir
devinim, bir döngü. Zihnim, bir değirmense durduğu yer neresi? Zihnimin
öğüttüğü her şey nereye gidiyor? Giden zihnim mi, zihnimin öğüttükleri mi?
Giden neden geri geliyor ve neden geri geldiğinde gittiği gibi değil?
Düşünüyorum, yürüyorum; yürüdüğümü düşünüyorum… belki de ne düşünüyor ne de
yürüyorum.
Bir saat dönüyor başka bir saat gibi görünmek
için kendisine. Bir gün dönüyor, başka bir gün gibi görünmek için kendisine.
Bir yıl dönüyor, başka bir yıl gibi görünmek için kendisine. Bir ömür dönüyor,
başka bir ömür gibi görünmek için kendisine. Kimin ömrü gibi ömrü zihnimin? Bir
kısırdöngü mü bu, sadece bir döngü mü bu? Kısırsa döngü, neyin kısırlığı bu?
Değilse neyin değilliği bu?
Kısırdöngü değil, döngü bu. Zihnim ‘ne’,
zihnimin içinde bulunduğu ân ‘neresi’, zihnimin ürettiği ‘nereye’.
Yalın kılıç dalıyorum zamana. Onu sormadım. Onu
soramadım, bilmiyorum. Ne, neresi, nereye… dediğimde her şeyin tutunduğu
zamanın ıslak yelelerinde kan tutmuş göz bebeklerini görüyorum. Kimin bu
göz bebekleri? Kan kimin? Kim tutmuş bebekleri? Bebekler de nereden çıktı? Zamanın
yeleleri neden ıslak? Zamanın yeleleri mi var? Sonsuz ok fırlıyor olmayan
merkezinden zihnimdeki ışıktan kürenin. Zihnim gidiyor; gidiyor, gidiyor…
Kürenin her ân genişleyen hacminden taşamıyor bir ân bile. Gidiyor gibi
göründükçe, hiçbir yere gitmediğini görüyorum ve hiçbir zaman geri de dönmüyor.
Buldum. Ben çağırıyorum her şeyi. Belirsizliği
ben çağırıyorum. Ben gönderiyorum şeyleri, ben geri çağırıyorum. Zihnim bir
yere gitmiyor ve bir yerden dönmüyor. Ne dediğim ben, neresi dediğim dünya,
nereye dediğim ölüm…
Ölümse benim için dünyada olan, ölümden sonra
olan da dünyada olanla aynı olan. Bir boşluk tutunuyor anlamlara. Anlam mı
boşluk oluyor, boşluklar mı anlam; bir ehemmiyeti yok. Her şey iz düşülmüş tüm
eski git-geller kadar ayrık ve birbirine benzer aynı zamanda.
Bilmiyorum, dediğimde; hüznün son çığlıklarından
fırlıyor zihnim. Çığlıklar mı fırlıyor zihnimden, zihnim mi fırlıyor
çığlıklardan, bilmiyorum. Bir durulma ânı, bir öğütülmüş şeyler çöplüğü… Bir
nefeslik hayat için hepsi… çok fazla.”
Zihnine dokunamadım onun. Dokunsaydım,
dokunabilseydim, şunu söyleyecektim ona: “Sen ilah değilsin; sen bir ilaha ait
olanı isteyemezsin. Sen ancak ilah edindiğinden yardım isteyebilirsin. İlah edindiğin
her ne ise, her kim ise, sana yardım edebilecek bir ilah olmalıdır. İstediğin şeyler
bir ilahın zihninde olan şeyler, bunları sana verecek olan da buna güç
yetirebilecek olan bir ilahtır. Sana sonsuz duruluğu, dinginliği verecek olan,
eşsiz bir ilahtır.”
Mustafa Ege – C.tesi, 18/01/2013 –23:17/
İz Etki Ekinoksları 27