Kiziroğlu Mustafa Bey
-2-
Şeref
babasını görmeyi hiç istemiyordu. Annesi kapıda karşılamış oğlunu bağrına
basmış, “İyisin değil mi Şeref’im.. iyisin ya balam.. eşkıya itleri bir zarar
vermediler ya!” diyerek iki göz iki çeşme ağlamıştı. Şeref annesini severdi.
“Eşkıya dediklerin mert oğlu mert insanlar!” diyecekti. Yutkundu. Bu sözlerin
annesine acı vereceğini biliyordu. “Yok bir şeyim ana.. iyiyim.. dokunmadılar!”
diyebildi.
“Baban
has odada seni bekliyor. Pek üzüldü.. bildiğin gibi değil!” dedi annesi.
Annesinin kollarından sıyrılıp ikinci kata çıkan ahşap merdivenlere doğru
yürüdü. Dönüp anneye baktı. O acıklı, yalvaran bakışlarla içi burkuldu,
güçlükle, “Üzerimi değişip gelirim anne!” diyebildi. Annesi boynunu bükmüş, olduğu
yerde kala kalmıştı.
Babasının
huzuruna çıkmayı hiç ama hiç istemiyordu; ama gitmesi gerekti. Rıfat Bey bütün
öfkesini zavallı anasından çıkarırdı. Vurmaya bile kalkardı. Kaç kez tanık
olmuştu kendi yaptığının bedelinin annesince ödendiğine. Ödetildiğine.
“Yap-yapma!” buyruklarını oldum bittim yerine getirmez, sessizce diklenirdi
Bey’e. Birkaç tokat, birkaç ağır sözle cezalandığını sanırdı çocukken.. sonra
sonra fark etti ki annesi daha ağır sözlerle daha ağır şiddette maruz
kalıyordu. Böylece “Yap-yapma!” buyruklarını yerine getirme yoluna gitmiş,
yaşını başını alınca da babanın gözüne görünmemeyi seçmişti.
Bir
keresinde annesini kilerde ağlar bulmuştu da olan biteni o zaman anlamıştı.
Göze görünmemek annesine bedeller ödetiyordu. Bir sabah babasını yalnız
yakalamış, “Bak bey baba!” demişti. “Ne diyeceksen bana de.. benim yüzümden
anama bir daha ilişime!”
Rıfat
öfkeden tir tir titremiş oğluna okkalı bir tokat atmıştı. İkincisine
yeltendiğinde Şeref babasının elini tutup bükmüştü. Canı müthiş yanmıştı
Rıfat’ın; fakat gık bile dememişti.
“Hayvan
göstermiyor ama pek de acı kuvveti varmış!” diye geçirmişti içinden. Hem kızgın
hem de sevinçliydi. Milletin dilinde ayyaş aşağı ayyaş yukarı bu hayta hiç de
boş değildi demek ki. Gururlanmıştı. Oğluna bir şey sezdirmeden elini kurtarıp
“Yıkıl karşımdan deyyus.. bir daha gözüme görünme!” diyerek çekip gitmişti. Bir
daha da ne annesi ne kendisi aşağılanmıştı baba tarafından. Bir tür özgürlüğe
ulaşmıştı.
Gözleri
önünde beliren geçmişte olup bitenler pırıltısını kaybederken has odadan içeri
girdi Şeref.
Rıfat
Bey oğlunu görünce sevinçle parladı gözleri. Oğluna doğru hızla yürüdü. Sonra
aninden durdu. Şeref’in soğukluğu sevincini kursağında bırakmıştı. Adımlarını
yavaşlattı. “İyi olduğuna sevindim!” diyebildi.
Sarılmak,
bağrına basmak gözyaşlarıyla ıslanmış yanaklarını oğlunun yanaklarına banmak
istiyordu. Ama oğlu.. elleri göbeğinde bağlı, başı önünde somurtkan hissiz bir
heykel gibi öylece duruyordu. Ne babasını gördüğüne sevinmişti ne eve
döndüğüne.
“Bunu bu
hale kim getirdi.. oğlumu benden kim çaldı?” diye içi içini yiyordu Rıfat Bey’in.
“Dayına ne yaptılar biliyor musun?” diyebildi bitap bir sesle. Şeref hayır
anlamında başını salladı, “Ettiğini bulmuştur her hal!” diye fısıldadı. Kendisi
ancak duyabilmişti. Babasının duymadığını biliyordu. Duyurmak da istememişti.
“Git istirahat et benim balım..” dedi babası ağlamasını bastırarak. Şeref bir
şey söylemeden çıkıp gitmişti odadan.
Rıfat
Bey sağ elini yumruk yapıp sol avucuna birkaç kere sertçe vurdu. Tek evladı,
bir evin bir oğlu, canı ciğeri gözünden sakındığı evladı tıpkı eşkıya Kiziroğlu
gibi kendisine düşman kesilmişti. Sert bir baba mıydı? Evet.. ama herkes kadar.
Eğitimi için ne kadar gerektiyse o kadar. Daha fazlası değil. Kendi yediği
dayaklar kadar dayak atmışlığı yoktu oğluna.
“Bunun
böyle olmasına sebep tek olması her hal!” diye düşündü. Daha çocukluğunda sokak
köpekleriyle düşer kalkardı. Baldırı çıplakların sofrasında doyururdu karnını.
Bunlar da kendisini çileden çıkarırdı. Öfkesini hem oğlundan hem karısından
çıkarırdı.
“Bağımız
bahçemiz, çitimiz, çubuğumuz, tahtımız, tavanımız heder olacak.. eyvah ki
eyvah!” diye yazıklanıyor, bir yandan da bibi oğlu Bodur’un durumunu
düşünüyordu. Hamza’nın katledildiği kesindi. “Allah vere de fazla eza etmemiş
olalar!”
Kadı
Cemalettin akşam namazını büyük camide kılıp bir süre şadırvanda cami imamı
Süleyman’la sohbet etti. Alaybeyi de katılmıştı kendilerine. Saygılı metanetli
biriydi Alaybeyi. Şehmuz kendilerini geçirirken kulağına, “Alaybeyi sağlam
biridir de diye tembihlediydi ağam!” fısıldamıştı. Namazdan çıkıp doğrudan eve
gitmeyişinin sebebi de Alaybeyi ile bağlantı kurma isteğiydi.
Gizlide
köşede dikkat çekeceğinin farkında olacağı için de sıradan bir karşılaşma gibi
olmasına dikkat etmesi gerekiyordu. Vakit dardı, bir yerden başlaması gerekti.
Küçük esnafın korka korka söyledikleri, yoksulların serzenişleri bu zulmü bir
an önce durdurmayı gerektiriyordu. Bu akşamdan harekete geçmeliydi. Bu kararla
oturmuştu şadırvanda. Alaybeyi hemen her namazdan sonra eğer bir işi yoksa
şadırvana geçiyor kâh imamla sohbet ediyor kâh fıskiyenin yukarı fışkırttığı
sulara dalıp gidiyordu. Alaybeyinden imamdan önce gelip oturmuştu şadırvana.
Birkaç ihtiyar cami cemaati de onunla beraber oturmuş öteden beriden
konuşmuşlardı.
Önce imam gelmiş, ellerini yıkayıp bir avuç su içmişti.
“Bu gün
zorlu bir yolculuk yapmışsın Hocam!” dedi imam Süleyman.
Kadı
gülerek: “Öyle oldu!” dedi.
“İnşallah
bir maraza çıkmamıştır.. hani ne bilem.. insan kurt inine girince..”
Kadı
başını salladı:
“Yok.. şükür..” karşılığını verdi. “Yolculuk
dışında bir sıkıntımız olmadı. Böyle uzun yolculuklar için yaşlanmışız.. bilsem
beyden yaylı isterdim.”
İmam
Süleyman gülerek:
“Aman
hocam yaylı dağda tepede gider mi? Gitmez.. tek çare attır.. siz beyden
affınızı isteyecektiniz.. böylece gençlerden birini gönderirdi.” dedi.
Alaybeyi
yanlarına geldi. Selam verip her zaman oturduğu sıraya oturdu. Gökyüzünde yarım
ay avare avare dolaşıyor, fıskiyenin havaya fırlattığı sular sanki ona ulaşmak
istercesine daha bir yukarı çıkıyorlardı.
Kadı
Cemalettin’in ketumluğu meraklı bir iki ihtiyarın sevincini kursaklarında
bırakmış, kalkıp gitmişlerdi. Bir süre sonra imam Süleyman,“Bana müsaade
ağalar.. hele bir eve varam.. nasılsa bir iki saat sonra yine buradayım!” dedi
kalktı. Kadı Cemalettin “Selametle!” diyerek imamı uğurladı.
Şadırvandaki
iki kişi bir süre göğe fışkıran suya baktılar sessizce. Kadı Cemalettin iki üç
gün önce kendini izleyen gölgenin etrafta olup-olmadığına bakındı. Ortalıkta
kendilerinden başka kimsenin olmadığına kesin kanaat getirdi.
Usulca
Alaybeyinin yanına sokulup, “Seni her namaz çıkışı burada görüyorum.. dalıp
gidiyorsun.. bir sıkıntın neyin mi var oğlum!” dedi. Alaybeyi gülümsedi.
Toparlandı.
“Yok be
hocam!” dedi. “Elhamdülillah bir sıkıntımız yok.. bu fıskiye, bu çeşme beni
rahatlatıyor..”
“Rahatlattığına
göre bir sıkıntın var işte!” diye gülerek karşılık verdi Kadı efendi.
“Eh
herkesin sıkıntısı gibi işte.. daralıyorum..”
“Evin
barkın.. çoluk-çocuk..”
“İhtiyar
yatalak bir anam var.. ona bakarım. Bir de kız kardaşım var.. evlenmedim.. daha
doğrusu bana varacak birini bulamadım..” diye içini çekti.
Kadı
elini Alaybeyinin dizine koydu. Sıcacıktı eli. Yumuşak içten bir sesle:
“Bak
eğer istersen Kizir köyünde hem öksüz hem de yenilerde yetim kalan erlik bir
kız var.. dilersen dünürcü giderim?” dedi.
Alaybeyi
Kizir sözünü duyunca irkildi.
“Evlilik
mi ürküttü.. köy mü!” diye sordu Kadı.
Alaybeyi
bastıramadığı bir heyecanla:
“Niye ürkem hocam.. ürkecek ne var? Dedim ya
yatalak anam var.. doğuştan sakat bir kız kardaş.. ne diye evime gelin gelsin..
ne diye başını yakayım yeterince ağzı yanmış birinin.. bu insafsızlık olmaz mı?
Anamın soyunda böyle çok sakat var.. şükür bende bir şey yok.. ama işte!” dedi.
“Eh bak
baban almış ananı.. bir de aslan gibi bir oğlu olmuş.. daha ne diye
çekinirsin.. hem ben dedim diyeceğimi? Eşkıya kız kardaşıdır mıdır bana layık
gördüğün demezsen.”
Alaybeyi
daha bir toparlandı. Biraz sert bir sesle:
“Kimse kimsenin suçunu çekemez Kadı efendi..
bu dinimizce de haramdır. Siz benden iyi bilirsiniz! Ben dedim diyeceğimi..
kimsenin başını yakmaya hakkım yok.. hepsi bu!” dedi.
Kadı
daha fazla üstelemedi.
“Senin
mert dürüst biri olduğunu söyler herkes. Kime sorsam aynı şeyi söyler. Helal
süt emmiş görevinde iltimas bilmeyen nadir bir insandır derler. Tıpkı babası
gibi, derler. Rahmetli baban da öyle imiş. Zayıfı yoksulu korurmuş..”
Alaybeyi
mahcup bir eda ile, “İltifat buyurmuşlar.. herkes gibiyiz işte.” dedi.
“Yok
yok..” dedi Kadı. “Tevazu da bir yere kadar. Ama anlamadığım değirmencinin
iddialarına karşı Sarı Fuat’ın yanında yer aldın.. bu nasıl iş?”
Alaybeyi
Kadı’dan biraz öteye gitti. Gözleri çakmak çakmaktı.
“Bak
Kadı Efendi, ben Yusuf Baba’nın yalan söylemediğini bilirim. Bilirim ama o
kayaları bir insan oraya indiremez. Günlerce araştırdım. Kütüklerle kayırdılar
desem, odun izine rastlamadım. Tek bir kıymık görsem Sarı Fuat’ı yalanlardım.
Ama yok.. en ufacık bir iz yok insanın yaptığına dair. Düşüncemi sorarsan evet
Sarı iti yapmıştır. Ama ispat dersen yok.. sen bu durumda nasıl hüküm verirdin?
Gördüklerinin öyle olmadığı durumlarda itiraftan başka ne doğrular bizi?” dedi
ve öfkesini bastırmak için bir süre sustu.
Daha bir
kısık sesle:
“Hani ben bey olsam yatırır falakaya eşşek
sudan gelinceye kadar sopa atar o mendeburun dilini çözerdim.. ama gel gör ki
ben Bey değilim, kötek atacak durumum yok.” dedi ve dik dik baktı kadıya. “Şüphelerimi
beye ima etmedim mi sanırsın. Seyfiye erkânına ima etmedim mi sanırsın? Yok
Kadı Efendi sen gördüklerinin öyle olduğuna iman edenlerden olamazsın..
bakışların, soruların öyle olmadığını gösteriyor. Ben Sarı Fuat’ın yanında
durmadım. O kayaların insan eliyle oraya gelmeyeceğine sen de kanaat
getirirsin.. gidip gördün mü?” diye sordu.
Kadı:
“Fırsatım olmadı.. hem senin söylediklerinden
sonra görmeye gerek yok.. dediğin gibi Fuat’ın ya da onunla beraber olanların
itirafından başkaca yapacak bir şey yok..” dedi ve bir süre sustu. Etrafına
bakındı.
Başını
uzatıp, “Ben aslında başka şey için bekledim seni evladım..” dedi.
Alaybeyi,
Kadı’nın hareketlerinden epey bir meraka kapılmıştı. O da gayr-i ihtiyari
etrafına bakındı. “Hayırdır!” diye sordu.
Kadı:
“Yapıp edilenlere göz yuman hatta zulmün başı
olan birini dava etmemde yardımcı olur musun? diye sormak için buradayım. Ne
dersin?” diye sordu.
“Zulmün başı.. Kiziroğlu’nu nasıl dava
edeceksin ki?”
Kadı
gözlerini belertip, “Kiziroğlu mu? Haydaa.. bir de Kiziroğlu senin için yiğit
adamdır sana yardım eder dediydi” dedi.
“Bu adam
benim ağzımı arıyor olmalı!” diye geçirdi içinden Alaybeyi. Ayağa kalktı “Bak a
Kadı efendi geç oldu.. bu sözleri duymamış olayım.. yatalak bir anam, sakat bir
kız kardaşım var.. izninle!” dedi. Şadırvandan çıktı.
Kadı
peşi sıra fırladı ayağa kolundan tuttu Alaybeyinin, “İster yardım et.. ister
etme.. ben Bey’i dava edeceğim! Ve seyfiye erkânı bu davaya evet diyecek..
çünkü Kadı Mahmut efendinin kanı sorulacak bu davada. Ve benim çok kuvvetli
delillerim, pek muteber şahitlerim var.. bana itimadın yok ise soracağın
yerlere sor!” dedi. Alaybeyinin herhangi bir şey demesine fırsat vermeden cami
avlusundan çıkıp eve giden yola saptı. Alaybeyi olduğu yerde kalakalmıştı.
Alaybeyi
şaşkınlık içinde evine vardı. Baktığı yeri görmüyor gibiydi. Annesine sarılıp,
“Bugün daha iyicesin değil mi ana?” diye halini sordu annesinin. Kadın her
zamanki sevecenliği göremedi oğlunda. İç geçirdi. “Bir derdin var senin oğul!
Hele bir de!” diye üstelediyse de “Günün yorgunluğu be ana!” deyip geçiştirmeye
çalıştı. Hem topal hem konuşma özürlüsü kız kardaşı abisinin anlayacağı şekilde
sevgiyle bulgur pilavı yaptığını anlattı. Anlatırken annesine bakıyordu
coşkuyla.
Yatalak
kadın, “Ya benim güzel kızım ağasına bugün bulgur aşı yaptı.. hadi otur da bir
iki kaşık bir şeyler ye!” diyerek oğlunu dalgınlığından sıyırmaya çalıştı.
Alaybeyi adeta söylenenler duymamıştı. Anası, “ Oturup yemezsen günlerce
somurtur durur be oğlum.. hadi sevindir kız kardaşını!” daha da yükseltmişti
sesini.
Alaybeyi
biraz kendine geldi, maharetle sofrayı hazırlayana kız kardaşına şefkatle
sarıldı. “Benim gülüm.. benim tatlı Nergisim!” deyip bağrına bastı kardeşini.
Kardeşi sevinçten uçuyor gibiydi. Dört döndü odanın etrafında. Annesine koşup
kucakladı. Anne gözyaşlarını tutamamıştı. Alaybeyi bir iki kaşık ancak alabildi
pilavdan. Boğazına bir şeyler düğümlenmişti. Ağzına aldığı bir kaşık pilav
büyümüş de büyümüştü. İştahla yemeliydi. Kız kardeşinin sevincini büyütmeliydi.
Olmuyordu. “Ama.. ama yemelisin!” diye emretti kendi kendine. “Gerekirse
kaşıkla boğazından aşağı tıkmalısın.. şu yavrucağın sevincini kursağında
boğamazsın!”
Yanı
başına oturan kız kardeşinin iki elini tutup kaldırdı. Öpücüklere boğdu. Kardeşi
utanmıştı. “Ah bir bilsen..” diye geçirdi içinden. “Sen ne şirin şeysin be
Nergis’im!” dedi sevgiyle.. kendini konuşmaya zorladı. Böyle sus-pus duramazdı.
“Madem bulgur aşı yapacaktın niye sabah çıkarken demedin ki? İmamın tatsız
tuzsuz aşından yemezdim. Yiyip tıkanmazdım.. ama patlasam da bu yemeği
bitiririm ben!”
Nergis
mahcup mahcup boynunu büktü. Kıkır kıkır güldü. Kalkıp kaçtı. Anne yattığı
yerden, “Gördün mü yaptığını utandırdın..” dedi. Alaybeyi kalkıp annesinin
yanına geldi. Başucuna oturdu. Sıkılarak “Ana..” dedi. “bu eve gelin gelsin
ister misin? Gücenmezsin ya!”
Anne
yatağında kıpraştı. Elinden gelse kalkıp boynuna sarılır bağrına basardı
oğlunu. Ama ayakları.. ah o oduna dönen ayakları.
“Sen
deli misin a oğlu.. niye güceneyim.. gönenirim.. aha bu sakat ayaklar bile cana
gelir.. durduğun kabahat.. ben hep söyledim.. söylerim. İma ettim anlamadın,
açık açık söyledim duymazlıktan geldin.. şimdi de gücenir misin diye
soruyorsun.. ah hayırsız evlat.. dünya gözü ile bir görsem mürüvvetini!” dedi
ve içli içli ağlamaya başladı.
Odadan
utanıp kaçan Nergis içeri girdiğinde annesi hıçkırıklara boğulmuştu. Şaşkın şaşkın
bir abisine bir annesine baktı. “Eeevveee!” diye sesler çıkardı. Kadın
gözyaşlarını entarisinin kollarıyla silerken “Yok bir şey benim güzel kızım..
ağan gelin getirecekmiş.. sevinçten.. sevinçten!” dedi. Nergis bir koşuda
yanlarına varıp abisinin boynuna sarıldı. Kendi dilinde heyecanlı heyecanlı bir
şeyler söyleyip sevinç kahkahaları atıyordu.
“Durun..
durun!” dedi Alaybeyi. “Henüz ortada bir şey yok.. yeni gelen Kadı şöyle bir
ağzımı yokladı.. bakalım varır mı bana dediği kız. Ağası he der mi? Bir zil
takıp oynamadığınız kaldı ha!”
Annenin
kız kardeşin sevinç gösterileri bitmeyecek gibiydi. Alaybeyi kapıya yöneldi.
Annesi şaşkın “Şimdi nereye?” diye sordu. Alaybeyi “Camiye.. yatsı namazından
sonra Kadı Efendi’yle bir görüşeyim.. eğer gerçekse söyledikleri yapsın bir
babalık gitsin adımıza dünürlük yapsın! Hadi kalın sağlıcakla.. gecikirsem
merak etmeyin!” diyerek çıkıp gitti.
Camiden
önce Değirmenci Yusuf’un damadı Doğan’ın evine sakınarak gitti. Elinden geldiğince
kimseye görünmedi. Doğan’a Kadı’yı sordu. Güvenilir olduğuna dair teyit alınca
rahatladı. Hızlı hızlı camiye doğru yürüdü. Ezan çoktan okunmuştu. Alaybeyi
cemaat dağılmadan varmayı umuyordu. Böylece kadı namazda ise şadırvanda yarım
kalan konuşmayı tamamlayabilirdi. Yoksa sabaha kalacaktı. İçi içine sığmıyordu.
Kadı Mahmut gibi bir kadıları olmuştu şükür. Şemseddin gibi hinoğlu hin biri
olma ihtimali Alaybeyini epey bir düşündürmüştü. İlk akla gelen ihtimal buydu.
Zira kadı Cemalettin daha gelir gelmez onu sormuş, bir iftiraya uğrayıp uğramadığını
öğrenmeye çalıştığı bilgisi ulaşmıştı kulağına. Duyar duymaz “Gitti tilki
Şemsettin geldi sansar Cemalettin!” demişti kendi kendine. Günahını almış,
haksızlık yapmıştı Cemalettin Efendi’ye. Bunu telafi edecekti. Ya yatsı
namazından sonra ya yarın onun makamında.
Cami
görününce adımlarını daha da hızlandırdı. Camiden çıkan birkaç kişiyle
selamlaştılar. Bir an “Cemalettin efendiyi sorsam mı?” diye geçirmiş içinden
sonra da bunun yanlış olacağına hükmetmişti.
Koşarak cami avlusundan içeri girdi. Şadırvana
baktı. Kimsecikler yoktu. Şadırvana gidip abdest aldı. Dış mahfilde yatsı
namazını kılıp duydukları için şükretti. Ferahlamış bir biçimde doğrulup tekrar
şadırvana baktı. Düşünceli bir biçimde evinin yolunu tuttu.
Puran Tilmiz, 21.01.2014, Sonsuz Ark,
Konuk Yazarlar
79