4 Şubat 2014 Salı

SA541/ME28: Yasalar ve Yarasalar

“Bir oluş, bir bitiş sendromu içinde herkes. Sokaklar kan gölü, ruhlar kan gölü, dudaklar irin fısıldıyor.”


Ben onu gördüğümde, gözlerinde derin bir karanlık vardı. Yemek yiyemiyordu, kitap okuyamıyordu, yazı yazamıyordu, dışarı çıkamıyordu, öksürüyordu hem. Mide bulantılarıyla yaşıyordu. Bunalımdaydı: namaz kılıyordu, namazın hangi rekatında olduğunu unutuyordu, konuşmuyordu kimseyle.  

Bir kez konuştu benle. Ben onun zihnindeki akyuvarlarda saklanıyordum. Bana anlattı derli toplu diyebileceğim kadar, onu bunalıma sürükleyen nedenleri. Akyuvarlara saklanmıştım, çünkü gözlerindeki derin karanlık, derin bir yalnızlığın eseriydi, zihnindeki ak noktalara tutunacaktı; başka çaresi yoktu: geldi, içini döktü.

“Harflerim yorgun. Dudaklarım sımsıkı.  İki harflik bir heceden bile çekiniyorum. Zihnimdeki tufan çarpışıp duran yasaların eseri. İnsanların yasaları, insanların çıkarları, insanların ikiyüzlülükleri. Sözün, harflerle kurduğu geometrik ilişkiye ömür verenler bile sessiz. Herkes doğruya aç, yasaların kurduğu tuzaklardan korkuyor, çıkarların doğurduğu belirsiz tehditlerin ağında kıvranıyor. Ben dokunuyorum, dokunduğum zaman acının dudaklarına üşüyorum. Karanlığın elleri, dokunduğumda yankılanan seslerle yaklaşıyorlar bana.

Bir ışık olsun istiyorum, çocuk cesetlerinin sıra sıra dizildiği bir dünyada; enkaz altından görünen bir başka çocuk bacağı görünce ağlıyorum. Ölünün hakları yok, ölüye yaklaşana kadar yaşayan insanın hakları yok.

Zengin ya da fakir, doğulu ya da batılı her çocuk ağır insan hakları ihlalleriyle ağlıyor. Biri bedeni parçalanırken mağdur, diğeri ruhu.

Bir çocuk, batılı bir çocuk artık cinsiyet teorisinin kıskacında. Doğuran annesinden, doğurtan babasından daha başka bir varlığa dönüşüyor. Doğurmayan iki erkeğin ilişkisine alıştırılıyor erkek çocuk, doğurtulamayan iki kadının ilişkisi işleniyor kız çocuğun aklına. 

Acı kol geziyor zihnimde, harflerimi dizerken ağrıyor kulaklarım.

Zonkluyor ruhum. Bir kurban mıyım ben? Çocuklar birer kurban mı? Hangimiz kurban değiliz? Yasalar; insanların yasaları insanları boğuyor.  Dudaklarındaki, göğüslerindeki, kalçalarındaki slikonlarla sarıya boyanmış saçları göz dolduran kadınların dilinde arsız bir onanmışlık. Cübbelerin, takkelerin altındaki dev cisimli ihanet.

Çocuklar ölüyor, çocuklar cinsiyet teorisi ile taciz ediliyor. Kadınlar dağınık, erkekler vurgun yemiş. Yaşlılar çirkin, yaşlılar ölü. Solcuların, sağcıların ortak döşedikleri masada rakılar, votkalar, viskiler. Teorisyenlerin, ceplerinden bankalara uzanan kalın, sert dolgun toplaryan atardamarlar. 

Siyasetin gözlerindeki hırs, bürokrasinin yerel tanrılar gibi poz verdikleri binaların yanından geçiyor. Akademiler, bir ucu iblisin diğer ucu yasaların ellerinde kömürden oyuncaklar. Kitaplar mide bulantısı, aşklar kerhâne saplantısı.

Camiler, kiliseler, sinagoglar kışkırtılmış arzuların sağaltıldıkları yerlere dönüştürülüyor. Meşrûiyet aranıyor dinde. Din, plazaların, yoksul kenar mahallelerin elinde günahtan arındıran bir sauna talimatı. Arınma telaşına boğulmuş günahlar. 

Birbirlerinin ayaklarındaki kire bakarak teselli bulan entelektüeller, medya karikatürlerine dönüşmüş olmanın rehavetinde. Bir oluş, bir bitiş sendromu içinde herkes. Sokaklar kan gölü, ruhlar kan gölü, dudaklar irin fısıldıyor.

Herkes nerede? Bu yalnızlık sadece benim hissettiğim bir şey mi? Kalabalıklarda şuh, kıvrak dansözler. Televizyonlarda kıvrılan kalçalar, fırlayan göğüsler, vaaz veren cübbeli, sakallı tipler, diplomasi çarklarından gıcırtılar üreten kağnılar, para, borsa, dolar, altın, petrol…

Başım zonkluyor. Harflerimin ezik büzük duruşlarından müteessirim. Elim uzanıyor yasalara. Yasaların ruhuna sinmiş şeytanı arıyorum. Yasalar, insanın aşağılık yerlerde buluşması için ellerinden geleni yapıyorlar. Aşırı doz uyuşturucudan ölmüş artistler, şarkıcılar, intihar eden 90’luk İtalyan yönetmenler, erkek çocuklara tecavüzden afişe olan rahipler, kardinaller, istifa eden papalar. Cinsiyet teorisi erkeklerin erkeklere tecavüz eden ruhunun bir eseri. Kiliseden alıştırılan ahlaksız sessizlik, alıştırılmış bedenleri yasaların kucağında arındıracak.

Yedi hilalli lüks Müslüman adalarda sahabe adıyla maruf oteller. En büyük din terennümü Tekbir’le kadının bedenine giydirilen vahşi kıyafetler, sekse kodlanmış dudakların çevrelediği aynı marka eşarplar. Kadın pazarladığı iddia edilen vaizler, devlet yönetmeye kalkan vaizler, hesap ödemeyen krallar takviminde birer yaprak.

Yahudi derneklerinden cinsiyet teorisine destek,  işgalci İsrail’e uygulanan göstermelik akademik, ekonomik boykot. Suikastlerle ölen Gazzeli çocuklar, gençler, yaşlılar. Misket bombalarının patlamış can yakıcılığında çiçek yetiştiren Filistinli anneler. Davut Yıldızı’nın gölgesinde Mescid- i Aksa.

Hepimiz soysuz bir sessizliğin gönüllü uşaklarıyız.  Ruhunu batıya satmış İran, dokunup geçiyor devrim muhafızlarının elindeki ölüm silahlarıyla Suriyeli çocukların parlayan gözlerine. Hayat ışığını söndürüyor, soğuktan donduruyor, açlıktan öldürüyor. Hep beraber susuyoruz. 

Yasalarımızdan bahsediyoruz, çıkarlarımızdan, borsalarımızdan, emtia fiyatlarından. Gözlerimiz her an televizyonda. Bir kadın çıkıyor bir erkeğin kollarında… Erkeği öpüyor, mest olmuş bir halde ailece izliyor insanlar. Sonra cinsiyet teorisi.

Yasaların tümü her şeye izin veriyor: yasalara uygun olmalı her şey. Birleşmiş Milletler kendi koyduğu kurallarla, kabul ettiği yasalarla yasal yasal çocuk öldürüyor, onları sayıyor, utanmazlık sınırı aşılınca saymaktan vazgeçiyor.

Yasalarınız yüzünden ölüyoruz. Ruhumuz ölüyor, bedenimiz uyuşturulmuş. Uyuşturucuyu yasallaştırıyorlar, daha çabuk ölün, keyif alarak ölün, kadınlarla erkeklerle seks yaparken ölün, hepiniz haşhaşîn olun diyor Hasan Sabbahlar. Yasalar açık, yasalara uygun her şey. Hasan Sabbah bin yıldır yaşıyor; hepimiz artık birer haşhaşîyiz… Ölüyor, öldürüyor ya da seyrediyoruz… Yasalarınız birer yarasa gibi kanımızı emiyor.

Sadece ölüler masum, yasalarınız ölülere işlemiyor.”

O sustuktan sonra ben sakin sakin söylediklerini düşündüm. Doğruydu. İnsanlar uyuşturulmuş birer haşhaşî idi. Kör döğüşünde yaşananlar gibiydi yaşananlar. Hakikat arayışından vazgeçmiş olan okur-yazarların bile dengesiz şeyler söyleyip durdukları günümüzde, geçmiş, gelecek ve şimdi birbirine karışmıştı.

Size anlatmak istedim. Şah damarından daha yakın olan Allah’ı hatırlarız hep birlikte belki. Umut ettim; şükür ki yasalarımız henüz umut etmeyi yasaklamadılar.



Mustafa Ege – Salı, 04/02/2014 –15:14/ İz Etki Ekinoksları 28



Seçkin Deniz Twitter Akışı