Kiziroğlu Mustafa Bey
-3-
Aysema,
geleli daha üç günü geçmeyen Şehrinaz’a öyle bir candan bağlanmıştı ki,
görenler birlikte büyümüş sanırlardı. Şehrinaz hem güvenini hem samimi
dostluğunu kazanıvermişti Aysema’nın. “Bu kızda şeytan tüyü var!” demişti
içinden Murat ağa. Sevinçliydi. Ummadığı bir biçimde Şehreminoğulları’ndan
birini harcamıştı. Hem de tereyağından kıl çeker gibi. Kendisi etrafında her
hangi bir kuşkuya mahal vermeden..
“Sen ne
büyüksün Rabbim!” dedi kahvesini yudumlarken. Artık kahvesini kızı değil
Şehrinaz getiriyordu. Kızının duygularını düşüncelerini tek tek öğrenmiş,
öğrendiklerinin ışığında tasarladığı şeyin gerçekleşebileceğine iyiden iyiye
inanmıştı.
Şehrinaz
boş kahve fincanını almaya geldi. Murat ağa oturmasını işaret edip yeni bir
gelişme olup-olmadığını sordu. Şehrinaz dün gece neredeyse Aysema ile
sabahladıklarını kaçma düşüncesini ucun ucun işlediğini, Aysema’nın git gide bu
işe aklının yattığını fakat kızın babasına aşırı düşkünlüğü işini
güçleştirdiğini anlatıp birkaç güne kadar o güçlüğü de aşacağına inandığını
belirtti.
“Sen
yaparsın Şehrinaz’ım.. sen yaparsın! Hele bu işi bir halledelim.. dile benden
ne dilersen.. gençsin.. güzelsin!” dedi; yanı başında oturan kızın bacağına
elini koyup okşamaya kalkıştı.
Şehrinaz
hemen toparlandı. “Aman ağam.. bir gören olur!” dedi. Utangaç bakışlarla Murat
Ağaya baktı. Gözleri çakmak çakmak olmuştu. “Eh..” diye iç geçirdi Murat ağa..
artık şu boş fincanları götür.. Aysema’yı da boşlama.. en geç önümüzdeki hafta
kaçmalısınız.. ona göre!”
Şehrinaz
yavaş hareketlerle oturduğu yerden kalktı. Boş fincanı tepsiye koyup, “Sen hiç
merak etme ağam.. bakarsın bu Cuma bile olur!” dedi öfkeli bakışlarını
kaçırarak. Murat ağa göz kırpıp “Sen işini bilirsin.. valla senden korkulur!”
diye cevapladı. Kız gittikten sonra bir süre daha odasında oturdu, “Bu iş
tamamdır!” tümcesini bıkıp usanmadan yineledi.
Şehrinaz
Aysema’yı taraçada güneşin batışını izlerken buldu. Yavaşça arkasından sokulup
iki eliyle gözlerini kapadı bastırmadan. Şehvetli bir sesle “Bil bakalım ben
kimim!” dedi. Aysema düşünür gibi yapıp, “Sen beklediğim elçi olmalısın!” diye
cevapladı gülerek. Aysema dudaklarını Aysema’nın kulaklarına iyice yaklaştırıp
“İyi bildin yosmam.. tiz bohçanı hazırla seni mert mi mert, yiğit mi yiğit
dağların aslanı Kiziroğlu’na götüreceğim!” dedi fısıldayarak.
Ellerini
usulca çekti gözlerinden Aysema’nın. Yanında durup o da güneşin kızarttığı
ufuklara bakmaya başladı. “Ne ihtişam ama değil mi?” diye konuştu Aysema.
“Güneş mi.. dağ mı? Dağın içindeki mi?” diye cevapladı Şehrinaz işveli bir
sesle.
Yanakları
al al olmuştu Aysema’nın. Şehrinaz’a döndü. Merakını bastırmaya çalışarak
sordu:
“Babamın
ağzını arayabildin mi?”
Şehrinaz
dudak büktü. Yapmacık, nazlı bir edaya büründü. Hızlı hızlı gözlerini
kırpıştırdı.
“Hadi
ama.. bırak nazı!” diye üsteledi Aysema.
“Aaa..
niye sık boğaz ediyorsun beni ağa kızı.. işine yarar bir şeyler duymuş olsam
söylemez miyim?”
Aysema
yüzünü astı. Tekrar dağlara dikti bakışlarını. Şehrinaz apaçık nazlanıyordu
işte. Yalvartma huyu vardı bu nazeninin. Kötü bir huydu. “Sen çok kötüsün!”
dedi dudaklarını büzerek.
Şehrinaz
arkadaşının ellerinden tutup kendine döndürdü:
“Hemen
de küsermiş nazlı bebeğim.. bizim adımız nazlı.. sen olduğun gibi nazlısın..
baban aslında dünden razı.. dünden razı ama gel gör ki ortada hiç de hoş
olmayan bir nam var.. ‘kerata pek de yakışıklı, pek de insanın canını yakan
cinsten amma’ deyip duruyor. Baban haklı. Ben de ona mahsustan dedim ki ‘aman
ağam bu sözleriniz Aysema’mın kulağına gider mider.. o da toydur madem babam
razı der, bohçasını kaptığı gibi dağlarda alır soluğu dedim. Önce bir kaşlarını
çattı.. sonra yumuşadı, gülümseyip ‘aman ha.. sen de benim evladım sayılırsın..
sakın bu sözler kulağına gitmesin.. ama..’ deyip susunca ben üsteledim ‘ama
ağam..’ ‘vallah ne yalan söyleyem ben kız olsam çoktan bohçamı alıp kaçmıştım!’
dedi. Şaşırmış gibi yapıp fincanı tepsiye koyup kaçarcasına odadan çıktım. Tabi
güya tepsiyi falan devirecek gibi oldum. Baban da arkamdan seslendi “Dikkat et
kızım ya.. düşüp bir taraflarını inciteceksin!” apar topar buraya soluk soluğa
geldim. Daha bilmem ne demeli.. ne yapmalı!”
Aysema
sevinçle sarıldı Şehrinaz’a. Öyle bir sıktı ki Şehrinaz, “Yavaş kız..
kemiklerimi kıracaksın!” diye söylendi.
“Ah
benim can arkadaşım.. doğru mu bu söylediklerin.. essah mı dediklerin?”
Şehrinaz
küsmüş gibi yaptı:
“Madem
inanmıyorsun git kendin sor.. hem sen demedin mi babam Kiziroğlu’na name
yazdı.. düğünde veresin diye.. Kiziroğlu düğüne gelebilseydi nameyi vermeyecek
miydin? Name neyim yok muydu yoksa.. baba kız benimle eğlenir misiniz yoksa?”
“Ah şaşkınım
Şehrinaz’ım.. şaşkınım. Name doğrudur. Hani o olay olmasa.. ama işte o Bodur
pisliği.. Allah bana bağışladı aslanımı.!”
Sustu.
Birden kararlı bir biçimde sordu:
“Ne dersin Kiziroğlu’na haber iletsem.. sana
kaçıyorum desem.. kınar mı beni?”
“Niye kınasın kız! Seni sözlüsü ilan etmemiş
mi? Mısırdaki sağır sultan bile duydu ettiği ilanı.. eh kendisi utansın gelip
sözlüsünü kaçıramıyorsa.. görsem yüzüne derim.. öyle eşkıya meşkiya dinlemem!”
“Aşk
olsun!” deyip bir çimdik attı Şehrinaz’ın koluna. “Ayy!” diye bağırdı Şehrinaz.
“Kız yavaş.. bütün konak duyacak bizi!” deyip Şehrinaz’ı gıdıkladı birlikte
kıkır kıkır güldüler.
Alaybeyi
sabah namazında da göremedi Kadı Cemalettin Efendi’yi. Atına atladığı gibi
Kizir köyüne doğru dolu dizgin sürdü atını. Niye böyle yaptığını kendisi de
bilmiyordu. Yüzünü yalayan sabah rüzgârı anlam veremediği sevinci daha bir
artırıyordu. Sabahın ilk ışıklarıyla köyü gören tepedeydi.
Atının
üzerinde uzun uzun baktı köye. Gözlerinin ne aradığını anlasa da kendinden bile
saklamaya çalıştı anladığını. Kiziroğlu’nun evini biliyordu. Evin buradan
görülmeyeceğini de biliyordu. Ama daha ileri gidemezdi. Kiziroğlu’ndan,
köylülerden çekinmiyordu çünkü köylüler de Kiziroğlu da kendisine güvenirlerdi.
Severlerdi. Onu yerinde mıhlayan Elif’in varlığıydı. Kadı’nın söyledikleri bir
anda Elif’i var etmişti.
“Eşeğin
kulağına kar suyu kaçırdın be Kadı Efendi!” dedi gülerek. Kadı dünürcü
gideceğini söyleyene kadar Elif hem vardı, hem yoktu. Kaç kez görmüştü Elif’i.
Kaç kez hal hatır sormuş, ağası Kiziroğlu’na selam iletmişti. Ama şimdi Elif
bambaşkaydı. O bildiği Elif bu Elif değildi.
Yüzünün
kızardığını hissediyordu. Atı kulaklarını kabartıp kişner gibi yapınca daha bir
utandı. Atı da mı anlamıştı. “Bir şeyler mi sezdin Aşkarım?” diye fısıldadı
atın kulağına. At başını salladı. Alaybeyi atın boynunu okşayıp döndürdü,
geldiği yöne doğru yavaş yavaş sürdü. Köylüler sabahın köründe kendisini görsele mühim şeyler
olduğuna vehmeder heyecana kuşkuya kapılırlardı.
Aşkar
bir süre sonra durmuştu. Atın durmasıyla kendine geldi. Büyükçe bir söğüt
ağacının çepeçevre sardığı Yusuf babanın değirmenine varmışlardı. Kimsecikler
görünmüyordu. Fakat değirmenin kapısı açıktı. Atından indi “Yusuf Baba! İçerde
misin!” diye seslendi.
Yusuf Baba
elinde odun bir külekle belirdi kapıda. Şaşkın şaşkın kapı önünde dikilen
Alaybeyine baktı. Az kalsın boş küleği düşürecekti elinden.
“Hayırdır
evladım!” diye bildi güçlükle. “Sabahın bu vaktinde.. bir şey mi oldu? Bir
haber mi var?”
Alaybeyi
neşeyle yaklaştı değirmenciye. Sarıldı. Kırçıl sakallarından öptü
değirmencinin.
“Öylesine
dolaşıyordum Baba. Kendimi burada buldum. Dedim bir bardak çayını içem Yusuf Babanın.
Pek leziz çayı olur sabahları.. işte böyle!”
Yusuf
daha bir şaşırmıştı. Oğlanın hâli hâl değildi. Gerçi Alaybeyi neşeli mi neşeliydi
ama.. “Çay hazır.. hele geç şurada otur ben getireyim!” deyip Alaybeyine
sundurmadaki tahta oturacağı gösterdi.
Kendisi
dereye doğru gidiyordu ki Alaybeyi adamın elindeki küleğe sarılıp “Yav Baba sen
ihtiyar adamsın.. de suyunu ben getireyim!” diyerek küleği aldı koşarak dereye
vardı.
Yusuf Baba
bir çocuk gibi hoplaya zıplaya dereye inen Alaybeyine baktı. Başını iki yana
salladı. “Zahir aklını atlatmış.. cin neyim uğramış olmasın!” diye geçirdi
içinden.
Yusuf Baba değirmene yöneldi. İçeri girdi. Temiz iki
bardağı alıp bakır tepsiye koydu. Şekeri arandı. En son yatağının oralarda
olduğunu hatırlayıp yatağının bulunduğu odamsı yere geçti. Şekerlik hemen
yatağının başucundaydı. Tepsiye koyup tekrar şöminemsi küçük ocakta hafif hafif
kaynayan çaya baktı. Çay çökmüştü. “Biraz daha çöksün!” dedi kendi kendine.
Tepsi ile dışarı çıktı. Tepsiyi sundurmadaki sabit masaya bıraktı. Oturdu.
Kuşağından tütün tabakasını çıkarıp bir cigara sardı. Kehribar ağızlığına takıp
sigarasını yaktı. Güle oynaya küleği yıkayan Alaybeyine baktı.
“İhtimal
gönül işi bu.. Bir genci gönülden başkası sabahın köründe yollara düşürmez..
dur hele birazdan anlarız!” diye düşündü Yusuf Baba. “Kısrak kokusu almış aygır
gibi baksana!” demişti kendi kendine gülerek.
Alaybeyi
küleği birkaç kez yıkayıp öyle doldurmuştu. Dökmemeye özen göstererek getirdi
suyu. “İçeri götüreyim mi?” diye sordu. Değirmenci, “Götür.. ocağın yanına
bırak demliği de al gel bari!” diye cevapladı Alaybeyini. Alaybeyi içeri girip
suyu denilen yere bıraktı. Çaydanlığı alıp Yusuf Baba’nın yanına geldi.
Çaydanlığı tepsinin yanına bırakıp çökercesine oturdu.
Bir süre
konuşmadan öylece oturdular. Alaybeyi bardaklara çayı doldurup, Yusuf Baba’nın
bardağını önüne sürdü.
“Valla
Yusuf Baba senin çayın başka olur.. her zaman söylerim.. artık havasından mı..
derenin suyundan mı.. demleyenin elinden midir bilmem ama başka hiçbir yerde
böylesi çay içmişliğim yoktur, bunu bilirim!”
Yusuf
güldü:
“Suyundandır.. ee söyle bakalım Zülfikâr oğlum
sabah sabah buralara seni çay getirmedi ya.. benimle eğlenmeyi bırak da de
hele.. neyin nesidir, kimin kimsesidir yularını eline geçiren!”
Alaybeyi
başını önüne eğdi. Yüzünü ateş basmıştı. “Demek ihtiyar anladı he!” diye
geçirdi içinden. “Ulan insan kendini bu kadar mı ele verir.. demek kim görse
aynı şeyi diyecek ha!”
“Niye
susarsın a evladım.. bunda utanılacak, kızarılacak ne var.. yaşın geçmiş
değil.. her kısrak kokusu alan genç senin gibi yerinde duramaz olur.. hele de
bakalım gerçekten kimin kimsesi!”
Alaybeyi
yutkundu hemen savunmaya geçti. “Ah ağam.. vallahi benim günahım yoktur. Şu
yeni gelen kadı Cemalettin var ya..”
“He
var!” diye cevapladı Yusuf Baba..
“İşte o
kar suyu kaçırdı kulağıma. Aklımın ucundan bile geçmezdi.. sana dünürcü olalım
dedi. Eskiden öksüz şimdi hem öksüz hem yetim olan helal süt emmiş biri var..
istersen dünürcü olayım. Dedi. Benim de aklıma düşürdü. Bundan öte bir şey
yoktur. Dedim ya dün geceye kadar aklımın ucundan bile geçmezdi.”
Dedi ve
sustu. Bardağına uzandı. Az kalsın bardağı düşürecekti. İki eliyle sarıldı
bardağa. Yusuf Usta Alaybeyinin her bir hareketini gözlüyor, için için gencin
şaşkınlığına, beceriksizliğine dağınıklığına gülüyordu. Gençlik, sevda işte
böyle bir şeydi. İnsanın elini ayağını bir birine dolaştırır gülünç duruma
sokardı.
“Hey gidi gençlik!” diye geçirdi içinden.
Çayından bir fırt alıp bardağı masaya koydu. Sigaradan derin bir nefes çekti.
Kuşağından tabakasını çıkarıp “Tütün ister misin!” dedi. Alaybeyi başını
salladı:
“Yok be
Baba.. tütün bana hiç yaramıyor. Birkaç zaman önce sülün Zeki denen dolandırıcı
ısrar etmişti bir iki nefes almıştım. Hay almaz olaydım neredeyse günlerce
öksürüp durdum. Ne illet bir şey.. valla aklım almıyor bu cigara içenleri!”
diye cevapladı Yusuf Baba’yı.
Yusuf Baba
tabakayı masanın üzerine bırakıp, “Bak Zülfikâr boşuna kadı Cemalettin
Efendi’yi suçlama. Sen hislerini bastırmışsın.. bir bent çekmişsin hislerinin
önüne.. o da bir fiskelik çerden çöpten bende şöyle bir dokunmuş yerle bir
etmiş hepsi bu. Yoksa bir tek sözle gemi azıya almış aygırlar gibi dolaşır mı
insan!” dedi.
Alaybeyi
neredeyse yerin dibine geçecekti. Hoş ağır sözler değildi Yusuf Baba’nın
söyledikleri. Ama böylesi faş edilince utancından yer yarılsa da içine girsem
duygusuna kapılmıştı.
“Ee.. de
bakalım eskiden öksüz olup şimdi hem öksüz hem yetim olan bu şanslı kimin
nesidir? Kizir Köyü’nden mi yoksa?” diye sürdürdü konuşmasını. Alaybeyi başını
daha bir eğmişti. Cevap verse miydi, bir türlü karar veremiyordu. Ah şu kadı!
“Dedim
ya.. aklımın ucundan bile geçmezdi!” diyebildi güçlükle.
“E onu
anladık evladım!” dedi yapmacık bir kızgınlıkla. “Tamam senin aklının ucundan
bile geçmemişti.. ama adı kondu bir kere.. sen kısrağın adını söyle!”
Alaybeyi
ayağa fırladı. Sundurmadan hızla çıktı, atına doğru koştu. Bir hamlede atına
bindi Yusuf Baba’nın şaşkın bakışları arasında.
İhtiyar
adam ayağa kalktı:
“Ne oldu birden bire.. adını niye
söylemezsin!” diye sordu.
Alaybeyi
Aşkara hakim olmaya çalışarak:
“Geç
oldu.. bakarsın bey teftişe kalkışır..zılgıt yemeyelim!” dedi.
Yusuf
son bir hamle daha yaptı:
“Ya
kızın adı?”
Alaybeyi
başını çevirip güldü:
“Elif
desem be desem.. yok.. yar ismini desem olmaz.. düşer dillere dillere!” dedi
dolu dizgin sürdü atını.
Öylece
donup kaldı ihtiyar. İnanmak istemedi.
“Elif
ha.. Elif ha!” dedi yavaş bir sesle. Olabilir miydi? “Niye olmasın ki?” diye
geçirdi içinden. Elif evlenme çağına gelmiş sayılırdı. Sayılmak ne kelime?
Rahmetli Asiye kaç yaşındaydı ki onunla evlendiğinde? İhtimal Eliften üç bilemedin
iki yaş daha küçüktü!
“Elif
ha!” diyerek yineledi içinden değirmene girerken.
Puran Tilmiz, 12.02.2014, Sonsuz Ark,
Konuk Yazarlar