13 Şubat 2014 Perşembe

SA552/KY9-NK6: Nefessiz Kaldım

“Durum ne kadar ciddi, ameliyat olduktan sonra hastalık bitecek mi, ne kadar acı çekecek?”


Daha ilk patoloji raporunu beklerken, çevremdeki koro neredeyse hep bir ağızdan ve beni teselli etmek için şu cümleyi öznelerini değiştirerek söylemeye başladılar: "Bizim komşunun görümcesi de aynı senin gibi biyopsi yaptırdı, hiçbir şey çıkmadı, merak etme sende de bir şey yoktur."

Bu tür cümleleri söyleyenlerin sayısı arttıkça benim de moralim kelimenin tam manasıyla dibi buluyordu. İçimden herkese bağırmak geliyordu: “Susuuuuun artııııkkkk! Yeter, sizin komşunun görümcesi ile benim bünyem aynı mı, daha doktor bile neticeyi bilmiyor siz nereden biliyorsunuz, bunlar işime yaramıyor, yalnızca daha fazla boğulmama sebep oluyor!” Bunları bazılarına söylemiş olabilirim gerçekten, tam hatırlamıyorum; ama bu tür konuşmalardan fevkalade sıkılmıştım, onu çok net hatırlıyorum.

Neyse efendim, otobüste hastaneye doğru giderken, önce kardeşim Mutlu, sonra da Gaziantep'ten arkadaşım Sonnur aradı. İkisi de yalnızca ne var, ne yok nasılsın diye aramışlardı, ama yanlış zamanda. Hiçbir şey düşünmeden- ki genel olarak karşımdakilerin durumunu düşünerek konuştuğumu sanıyorum- kanser olduğumu söyleyiverdim. Ne dediklerini hatırlayamıyorum. Ancak telefonu kapattıktan sonra Sonnur'un hamile olduğunu hatırladım ve içim sızladı keşke ona söylemeseydim...

Neyse ki şu anda dünyalar tatlısı bir kızı var; Ada Zeynep.

Kızılay'da Atila ile buluştuk ve bir kafede mola verdik. Nefes almakta güçlük çekiyordum, fakat Atila'nın o teslimiyetçi duruşu kalbimde ufak ufak bir soluk alma alanı açıyordu. Atila güçlü gözüküyordu, ama ben onu görür görmez ağlamaya başlamıştım; sisler içinde yüzüyordum sanki.

Atila tekrar aynı şeyleri söylüyordu şimdi: “Bak karıcık insan kanser olduğu için ölmez, eceli geldiği için ölür. Benim içime öyle doğuyor ki altı yedi ay sıkıntı çekeceğiz belki, ama son aydınlık olacak.”

Bu söylediklerine kendisi inanıyor muydu bilmiyorum ama ben her zaman olduğu gibi ona sonsuz güvenmiştim. Yine de kalbim sıkışıyordu. O sırada Hakan aradı ve nerede olduğumuzu sordu, haberi almıştı ve bizi hastaneye götürmek istediğini söyledi. Hakan ve arkadaşı ile buluşup hastaneye gittik yolda ne konuştuğumuz yine hatırlayamadıklarım arasında.

Aslında birçok şeyi hatırlamıyorum; epey sisli hatıralar bunlar. Yine de yazmam birçok şeyi yeniden hatırlamama ve belki başka birilerine de yardım etmeme yarayacak...

Hastaneye ulaştığımızda daha doktorun hastanede bulunacağı saate 5-10 dakika vardı ve biz de oraya yakın bir yerdeki pastaneye oturduk, ben hiçbir şey konuşmuyor ve ağlıyordum. O sırada Hakan'dan helallik istediğimi hatırlıyorum. Bana, bize, hepimize ve tanıdığı herkese o kadar büyük iyilikleri ve o kadar çok emeği vardı ki ondan helallik istemeyip kimden isteyecektim...

Hastaneye geldiğimizde kapıda Fevziye, Zekiye ve Şerife birlikte bekliyorlardı. Şerife hamileydi ve sanki hamileliği ile ilgili bir şey için gelmişti, aklımdan bunlar yıldırım hızıyla geçti ve içim sızladı. Tam da ben böyleyken ona nasıl yardım edebilirdim. Sonra idrak ettim ki üçü de benim için oradaydı, canım dostlarım...

Üçüne de sarılırken son kez sarılıyormuş gibi hissettim kendimi. Garip bir duygu… Dışarıdan nasıl göründüğümü bilmiyorum ama çok şaşkındım ve korku içindeydim. Fakat sevdiğim insanların yanımda olması müthiş bir güven duygusu veriyordu, o güveni ta kalbimin içinde hissediyor ve şükrediyordum. Kim bilir kimler böyle bir haberi yapayalnız alıp, yine yapayalnız doktora, hastaneye, kemoterapiye gitmişlerdi kim bilir… Ben şanslıydım.

Sanırım Fevziye gelmeden önce ağlamıştı, gizlemeye çalışsa da kızaran gözlerinden belliydi ağladığı.
Doktorun kapısında beklerken, Atila yanıma gelip "göğüs koruyucu" ameliyatla ilgili bir bilgi gösterdi internetten. “O ne demek, ben ne yapacağım, bundan sonra ne olacak, Allah'ım galiba deliriyorum” diyordum, idrakim o kadar zayıflamıştı ki...

Doktorun kapısında beklerken kimsenin geçmiş olsun ziyaretine gelmesini istemediğimi söyledim. Elinde bir kutu süt ya da meyve suyuyla gelip daha bana nasılsın demeden değişik kanser hikâyeleri ve daha da çok kendi dertlerini anlatan ziyaretçiler görmek istemiyordum. Şerife “tavuğu unuttun, bir de tavuk getiriyorlar, bütün tavuk” dedi. Hep birlikte güldük.

İçeri girdiğimizde Şerife ve ben dışında herkes ayaktaydı, Zekiye omzumdan tutmuş kuvvet veriyordu. Doktorun ilk söylediği hastalık sürecinin ilk içten gülmemize sebep olmuştu; “Neşe Hanım benim iki akrabamda da bu hastalık var, ikisi de ameliyat oldu, şimdi iyiler."

Fevziye ile birbirimize bakıp güldük, yahu bu yaklaşımdan hiç mi kurtulamayacaktık, doktor bile başkaları gibi aynı hikâyeyi anlatıyordu.

Sonra sorular, sorular, kemoterapi, radyoterapi, ameliyat, biyopsi, ameliyat sonrası zorluklar, diren takılacak vs. vs kelimeler gerçekten havada uçuşuyordu. Ben ne sordum ne sormadım onu gerçekten hatırlamıyorum, ama çaresizce Atila'nın ve Fevziye'nin yüzüne baktığımı hatırlıyorum onlar bir şeyler sorsunlar diye.

Aslında konuşmanın bir yerinde doktorun bana dönüp, sizde hiçbir şey yok, şaka yaptık yalnızca şöyle bir şey yapacaksınız ve geçecek demesini dilediğimi daha doğrusu ciddi ciddi böyle bir şey beklediğimi hatırlıyorum.

Ama öyle olmadı. Doktor Süleyman Bey, istersem göğüs koruyucu ameliyat olabileceğimi, ancak benim için göğsümün tümünün alınmasının daha doğru olduğunu söyledi. Göğüs koruyucu yani göğsün bir kısmının alınmasının gerçekleştiği ameliyatlar artık dünyada çok yaygınmış ama az da olsa risk varmış. Risk mi, risk ne demek zaten kanserim, riskin tam göbeğindeyim, daha ne riski?

Bu arada epey uzun bir süre sağ kolumu kullanamayacağımı, hatta saçımı taramak için bile kolumu kullanmamın mümkün olamayacağını öğrendim. Koltuk altıma diren takılacaktı ve orada biriken sıvı belli bir seviyeye ininceye kadar (sanırım 50 cc seviyesine inmesi gerekiyordu) düzenli olarak iğne ile sıvı alınacaktı; ama bu işlem yapılırken acı ve ağrı hissetmeyecektim. Aradan bir müddet geçtikten sonra da muhtemelen radyoterapi almaya başlayacaktım. Radyoterapiye başlamak için de kolumu başımın hizasına kadar kaldırmayı başarmam gerekecekti..

Fevziye, Doktor Süleyman Bey’e antidepresan kullanmam gerekip gerekmediğini sordu. Süleyman Bey: “Bu öyle kolay kaldırılabilir bir durum değil, bence almalı” diye cevap verdi.

Sonra bir ara doktorun söylediği şeyleri duyamamaya başladım. Yalnızca ağız hareketlerini seçebiliyordum, kulaklarım yine uğulduyordu. Ama kararımı vermiştim göğsümün tamamı alınmalıydı. Her sabah acaba bugün diğer kısımlara sıçramış mı diye kâbusla uyanamazdım.

Neden sonra ameliyat için gün verildiğini anladım, hemen ama hemen ameliyat olup kurtulmalıydım bu işten. Uzun ve zahmetli olacağını hissettiğim bu süreç beni şimdiden yormuştu.

1 Kasım 2010 Pazartesi ameliyat günü olarak belirlendi. Doktorun yanından çıktık. Arkadaşlarımla konuşmak, konuşmak ve yine konuşmak istiyordum. Ama iradem devre dışı kalmıştı sanki. Hakan "Daha sonra telefonda konuşursunuz, artık eve gidelim" deyince usulca arabaya bindim. Zekiye, Şerife ve Fevziye arkamızdan öylece bakakalmışlardı. Galiba kimse ne yapacağını bilmiyordu.

Ve eve geldik. Kendimi oldukça yorgun hissediyordum. Battaniyenin altına adeta saklanmıştım. Bu arada telefonlar neredeyse hiç susmuyordu. Bir ara Atila'nın karanlıkta biriyle konuştuğunu duydum. Kardeşim Mutlu ile konuşuyordu. O fısıltılarla konuşma o kadar ağır gelmişti ki, aslında bağırmak istiyordum. Birileri arkamdan benim ölüm sürecimle ilgili karşılıklı konuşuyor ve karar veriyordu sanki. Nasıl olsa kısa bir zaman sonra ölecektim, bütün kanser hastalarının yakınları onların arkalarından iyi bir şey yapmak için konuşurlardı, fısıltıyla konuşurlardı ama ben bunu şimdi kaldıramıyordum. "medikal onkoloji, başka bir patoloji yaptırmak" vs. vs.

Bunlar beni daha ilk anda dehşet yormuştu.

Tanı

Patoloji raporunun tanı kısmında, ‘İNVAZİV DUKTAL KARSİNOMA (Grade II)’ yazıyordu.
Bu tanının yazdığı toplam bir A4’lük sayfayı Mutlu’ya, Zekiye’ye ve Mücella’ya e-posta olarak gönderdik. Sonra Hasibe aradı Ağrı'dan, telefonu açtım ama konuşmak istemediğimi söyledim. Hasibe son derece ısrarlıydı "Ama ben seninle konuşmak istiyorum lütfen" diyordu. Canım kardeşim, onu da anlıyordum; ama hakikaten konuşacak durumda değildim, kime ne söyleyeceğimi bilmiyordum bile.

Her şeyden önemlisi oğluma Hüseyin Afak'a nasıl söyleyecektik annesinin kanser olduğunu. Ama fazla geciktirmeden söylemeliydik, birkaç gün sonra ameliyat olacaktım.

O anda kendimi nasıl hissettiğimi kelimelerle anlatmam galiba mümkün olmayacak. Beni ancak kanser olan bir anne anlayabilir. Oğlum okuluna devam edebilecek miydi, benden sonra babasıyla nerede oturacaklardı, Barselona maçlarında, ya da Oscar gecelerinde birisi ona pastalar, tatlılar yapacak mıydı? Gözünün biri küçüldüğünde hasta olmaya başladığını anlayıp çorba yapacak mıydı, boğazı ağrıdığında ebegümeci haşlayıp boğazına bağlayacak mıydı? Başı ağrıdığında elini alnına koyup kim Fatiha okuyacaktı ona? "Aritmetik iyi kuşlar pekiyi"nin şairi kimdi hemen mesaj at bana annecim mesajını kime çekecekti? Ben öldükten sonra arkamda nasıl bir çocuk bırakacaktım, namazını kılacak mıydı? İlkokul üçüncü sınıftan beri hiç bırakmadan tuttuğu orucunu tutmaya devam edecek miydi? Yardıma ihtiyacı olan birini gördüğünde kayıtsız şartsız ona yardım edecek miydi? Babasının ikinci defa evlenmesine katlanabilecek miydi?

En kötüsü beni nasıl hatırlayacaktı, hatırlayacak mıydı? Kaşı kirpiği dökülmüş, makinelere bağlı zavallı görünümlü bir kadın mı kalacaktı yalnızca aklında. Canım benim, ona nasıl söyleyecektik acaba...

Akşam Afak'ı aradığımızda Batıkent'te otobüs bekliyordu. Konuşmamız gerektiğini söyledik, galiba hissetti o da. Birkaç soru sordu geçiştirdik.

Eve geldiğinde Atila o ve ben karşılıklı oturduk. İlk Atila konuştu: “Annen ameliyat olacak; kanser, ama daha ilk aşamasında!" dedi.

Afak bütün ciddiyetiyle son derece mantıklı soruları birbiri ardına soruyordu: “Durum ne kadar ciddi, ameliyat olduktan sonra hastalık bitecek mi, ne kadar acı çekecek?" vs. Soruları babasına soruyor ama benim yüzüme bakıyordu. Ben yalnızca Atila'yı destekleyen şeyler söyledim, ya da başımla onayladım tam hatırlamıyorum.
Odasına gitti. Sonra hiç konuşmadık. Ertesi gün okuldan döndüğünde gözleri şişmişti ağlamaktan. Atila ile odasına gittik ve neler hissettiğini anlamaya çalıştık. Çok üzgündü, o da ne yapacağını bilmiyordu.

Atila ve ben o güne kadar ne kadar çok zorluğun üstesinden geldiysek yine birlikte gelebileceğimize dair ona güvence verdik. Bu işi sonucu ne olursa olsun birlikte halledecektik... Biraz rahatlamıştı sanki.


Neşe Kutlutaş,  13.02.2014, Sonsuz Ark,  (İlkYayın Tarihi, 20.02.2012)





Seçkin Deniz Twitter Akışı