“Durum
ne kadar ciddi, ameliyat olduktan sonra hastalık bitecek mi, ne kadar acı
çekecek?”
Daha ilk
patoloji raporunu beklerken, çevremdeki koro neredeyse hep bir ağızdan ve beni
teselli etmek için şu cümleyi öznelerini değiştirerek söylemeye başladılar:
"Bizim komşunun görümcesi de aynı senin gibi biyopsi yaptırdı, hiçbir şey
çıkmadı, merak etme sende de bir şey yoktur."
Bu tür
cümleleri söyleyenlerin sayısı arttıkça benim de moralim kelimenin tam
manasıyla dibi buluyordu. İçimden herkese bağırmak geliyordu: “Susuuuuun
artııııkkkk! Yeter, sizin komşunun görümcesi ile benim bünyem aynı mı, daha
doktor bile neticeyi bilmiyor siz nereden biliyorsunuz, bunlar işime yaramıyor,
yalnızca daha fazla boğulmama sebep oluyor!” Bunları bazılarına söylemiş
olabilirim gerçekten, tam hatırlamıyorum; ama bu tür konuşmalardan fevkalade
sıkılmıştım, onu çok net hatırlıyorum.
Neyse
efendim, otobüste hastaneye doğru giderken, önce kardeşim Mutlu, sonra da
Gaziantep'ten arkadaşım Sonnur aradı. İkisi de yalnızca ne var, ne yok nasılsın
diye aramışlardı, ama yanlış zamanda. Hiçbir şey düşünmeden- ki genel olarak
karşımdakilerin durumunu düşünerek konuştuğumu sanıyorum- kanser olduğumu
söyleyiverdim. Ne dediklerini hatırlayamıyorum. Ancak telefonu kapattıktan
sonra Sonnur'un hamile olduğunu hatırladım ve içim sızladı keşke ona
söylemeseydim...
Neyse ki
şu anda dünyalar tatlısı bir kızı var; Ada Zeynep.
Kızılay'da
Atila ile buluştuk ve bir kafede mola verdik. Nefes almakta güçlük çekiyordum,
fakat Atila'nın o teslimiyetçi duruşu kalbimde ufak ufak bir soluk alma alanı
açıyordu. Atila güçlü gözüküyordu, ama ben onu görür görmez ağlamaya
başlamıştım; sisler içinde yüzüyordum sanki.
Atila
tekrar aynı şeyleri söylüyordu şimdi: “Bak karıcık insan kanser olduğu için
ölmez, eceli geldiği için ölür. Benim içime öyle doğuyor ki altı yedi ay
sıkıntı çekeceğiz belki, ama son aydınlık olacak.”
Bu
söylediklerine kendisi inanıyor muydu bilmiyorum ama ben her zaman olduğu gibi
ona sonsuz güvenmiştim. Yine de kalbim sıkışıyordu. O sırada Hakan aradı ve
nerede olduğumuzu sordu, haberi almıştı ve bizi hastaneye götürmek istediğini
söyledi. Hakan ve arkadaşı ile buluşup hastaneye gittik yolda ne konuştuğumuz
yine hatırlayamadıklarım arasında.
Aslında
birçok şeyi hatırlamıyorum; epey sisli hatıralar bunlar. Yine de yazmam birçok
şeyi yeniden hatırlamama ve belki başka birilerine de yardım etmeme
yarayacak...
Hastaneye
ulaştığımızda daha doktorun hastanede bulunacağı saate 5-10 dakika vardı ve biz
de oraya yakın bir yerdeki pastaneye oturduk, ben hiçbir şey konuşmuyor ve
ağlıyordum. O sırada Hakan'dan helallik istediğimi hatırlıyorum. Bana, bize,
hepimize ve tanıdığı herkese o kadar büyük iyilikleri ve o kadar çok emeği
vardı ki ondan helallik istemeyip kimden isteyecektim...
Hastaneye
geldiğimizde kapıda Fevziye, Zekiye ve Şerife birlikte bekliyorlardı. Şerife
hamileydi ve sanki hamileliği ile ilgili bir şey için gelmişti, aklımdan bunlar
yıldırım hızıyla geçti ve içim sızladı. Tam da ben böyleyken ona nasıl yardım
edebilirdim. Sonra idrak ettim ki üçü de benim için oradaydı, canım
dostlarım...
Üçüne de
sarılırken son kez sarılıyormuş gibi hissettim kendimi. Garip bir duygu… Dışarıdan
nasıl göründüğümü bilmiyorum ama çok şaşkındım ve korku içindeydim. Fakat
sevdiğim insanların yanımda olması müthiş bir güven duygusu veriyordu, o güveni
ta kalbimin içinde hissediyor ve şükrediyordum. Kim bilir kimler böyle bir
haberi yapayalnız alıp, yine yapayalnız doktora, hastaneye, kemoterapiye
gitmişlerdi kim bilir… Ben şanslıydım.
Sanırım
Fevziye gelmeden önce ağlamıştı, gizlemeye çalışsa da kızaran gözlerinden
belliydi ağladığı.
Doktorun
kapısında beklerken, Atila yanıma gelip "göğüs koruyucu" ameliyatla
ilgili bir bilgi gösterdi internetten. “O ne demek, ben ne yapacağım, bundan
sonra ne olacak, Allah'ım galiba deliriyorum” diyordum, idrakim o kadar
zayıflamıştı ki...
Doktorun
kapısında beklerken kimsenin geçmiş olsun ziyaretine gelmesini istemediğimi
söyledim. Elinde bir kutu süt ya da meyve suyuyla gelip daha bana nasılsın demeden
değişik kanser hikâyeleri ve daha da çok kendi dertlerini anlatan ziyaretçiler
görmek istemiyordum. Şerife “tavuğu unuttun, bir de tavuk getiriyorlar, bütün
tavuk” dedi. Hep birlikte güldük.
İçeri
girdiğimizde Şerife ve ben dışında herkes ayaktaydı, Zekiye omzumdan tutmuş
kuvvet veriyordu. Doktorun ilk söylediği hastalık sürecinin ilk içten gülmemize
sebep olmuştu; “Neşe Hanım benim iki akrabamda da bu hastalık var, ikisi de
ameliyat oldu, şimdi iyiler."
Fevziye
ile birbirimize bakıp güldük, yahu bu yaklaşımdan hiç mi kurtulamayacaktık,
doktor bile başkaları gibi aynı hikâyeyi anlatıyordu.
Sonra
sorular, sorular, kemoterapi, radyoterapi, ameliyat, biyopsi, ameliyat sonrası
zorluklar, diren takılacak vs. vs kelimeler gerçekten havada uçuşuyordu. Ben ne
sordum ne sormadım onu gerçekten hatırlamıyorum, ama çaresizce Atila'nın ve
Fevziye'nin yüzüne baktığımı hatırlıyorum onlar bir şeyler sorsunlar diye.
Aslında
konuşmanın bir yerinde doktorun bana dönüp, sizde hiçbir şey yok, şaka yaptık
yalnızca şöyle bir şey yapacaksınız ve geçecek demesini dilediğimi daha doğrusu
ciddi ciddi böyle bir şey beklediğimi hatırlıyorum.
Ama öyle
olmadı. Doktor Süleyman Bey, istersem göğüs koruyucu ameliyat olabileceğimi,
ancak benim için göğsümün tümünün alınmasının daha doğru olduğunu söyledi.
Göğüs koruyucu yani göğsün bir kısmının alınmasının gerçekleştiği ameliyatlar
artık dünyada çok yaygınmış ama az da olsa risk varmış. Risk mi, risk ne demek
zaten kanserim, riskin tam göbeğindeyim, daha ne riski?
Bu arada
epey uzun bir süre sağ kolumu kullanamayacağımı, hatta saçımı taramak için bile
kolumu kullanmamın mümkün olamayacağını öğrendim. Koltuk altıma diren
takılacaktı ve orada biriken sıvı belli bir seviyeye ininceye kadar (sanırım 50
cc seviyesine inmesi gerekiyordu) düzenli olarak iğne ile sıvı alınacaktı; ama
bu işlem yapılırken acı ve ağrı hissetmeyecektim. Aradan bir müddet geçtikten
sonra da muhtemelen radyoterapi almaya başlayacaktım. Radyoterapiye başlamak
için de kolumu başımın hizasına kadar kaldırmayı başarmam gerekecekti..
Fevziye,
Doktor Süleyman Bey’e antidepresan kullanmam gerekip gerekmediğini sordu.
Süleyman Bey: “Bu öyle kolay kaldırılabilir bir durum değil, bence almalı” diye
cevap verdi.
Sonra
bir ara doktorun söylediği şeyleri duyamamaya başladım. Yalnızca ağız
hareketlerini seçebiliyordum, kulaklarım yine uğulduyordu. Ama kararımı
vermiştim göğsümün tamamı alınmalıydı. Her sabah acaba bugün diğer kısımlara
sıçramış mı diye kâbusla uyanamazdım.
Neden
sonra ameliyat için gün verildiğini anladım, hemen ama hemen ameliyat olup
kurtulmalıydım bu işten. Uzun ve zahmetli olacağını hissettiğim bu süreç beni
şimdiden yormuştu.
1 Kasım
2010 Pazartesi ameliyat günü olarak belirlendi. Doktorun yanından çıktık.
Arkadaşlarımla konuşmak, konuşmak ve yine konuşmak istiyordum. Ama iradem devre
dışı kalmıştı sanki. Hakan "Daha sonra telefonda konuşursunuz, artık eve
gidelim" deyince usulca arabaya bindim. Zekiye, Şerife ve Fevziye
arkamızdan öylece bakakalmışlardı. Galiba kimse ne yapacağını bilmiyordu.
Ve eve
geldik. Kendimi oldukça yorgun hissediyordum. Battaniyenin altına adeta
saklanmıştım. Bu arada telefonlar neredeyse hiç susmuyordu. Bir ara Atila'nın
karanlıkta biriyle konuştuğunu duydum. Kardeşim Mutlu ile konuşuyordu. O
fısıltılarla konuşma o kadar ağır gelmişti ki, aslında bağırmak istiyordum.
Birileri arkamdan benim ölüm sürecimle ilgili karşılıklı konuşuyor ve karar
veriyordu sanki. Nasıl olsa kısa bir zaman sonra ölecektim, bütün kanser
hastalarının yakınları onların arkalarından iyi bir şey yapmak için konuşurlardı,
fısıltıyla konuşurlardı ama ben bunu şimdi kaldıramıyordum. "medikal
onkoloji, başka bir patoloji yaptırmak" vs. vs.
Bunlar
beni daha ilk anda dehşet yormuştu.
Tanı
Patoloji
raporunun tanı kısmında, ‘İNVAZİV DUKTAL KARSİNOMA (Grade II)’ yazıyordu.
Bu
tanının yazdığı toplam bir A4’lük sayfayı Mutlu’ya, Zekiye’ye ve Mücella’ya
e-posta olarak gönderdik. Sonra Hasibe aradı Ağrı'dan, telefonu açtım ama
konuşmak istemediğimi söyledim. Hasibe son derece ısrarlıydı "Ama ben
seninle konuşmak istiyorum lütfen" diyordu. Canım kardeşim, onu da
anlıyordum; ama hakikaten konuşacak durumda değildim, kime ne söyleyeceğimi
bilmiyordum bile.
Her
şeyden önemlisi oğluma Hüseyin Afak'a nasıl söyleyecektik annesinin kanser
olduğunu. Ama fazla geciktirmeden söylemeliydik, birkaç gün sonra ameliyat
olacaktım.
O anda
kendimi nasıl hissettiğimi kelimelerle anlatmam galiba mümkün olmayacak. Beni
ancak kanser olan bir anne anlayabilir. Oğlum okuluna devam edebilecek miydi,
benden sonra babasıyla nerede oturacaklardı, Barselona maçlarında, ya da Oscar
gecelerinde birisi ona pastalar, tatlılar yapacak mıydı? Gözünün biri
küçüldüğünde hasta olmaya başladığını anlayıp çorba yapacak mıydı, boğazı
ağrıdığında ebegümeci haşlayıp boğazına bağlayacak mıydı? Başı ağrıdığında
elini alnına koyup kim Fatiha okuyacaktı ona? "Aritmetik iyi kuşlar
pekiyi"nin şairi kimdi hemen mesaj at bana annecim mesajını kime
çekecekti? Ben öldükten sonra arkamda nasıl bir çocuk bırakacaktım, namazını
kılacak mıydı? İlkokul üçüncü sınıftan beri hiç bırakmadan tuttuğu orucunu
tutmaya devam edecek miydi? Yardıma ihtiyacı olan birini gördüğünde kayıtsız
şartsız ona yardım edecek miydi? Babasının ikinci defa evlenmesine
katlanabilecek miydi?
En
kötüsü beni nasıl hatırlayacaktı, hatırlayacak mıydı? Kaşı kirpiği dökülmüş,
makinelere bağlı zavallı görünümlü bir kadın mı kalacaktı yalnızca aklında.
Canım benim, ona nasıl söyleyecektik acaba...
Akşam
Afak'ı aradığımızda Batıkent'te otobüs bekliyordu. Konuşmamız gerektiğini
söyledik, galiba hissetti o da. Birkaç soru sordu geçiştirdik.
Eve
geldiğinde Atila o ve ben karşılıklı oturduk. İlk Atila konuştu: “Annen
ameliyat olacak; kanser, ama daha ilk aşamasında!" dedi.
Afak
bütün ciddiyetiyle son derece mantıklı soruları birbiri ardına soruyordu: “Durum
ne kadar ciddi, ameliyat olduktan sonra hastalık bitecek mi, ne kadar acı
çekecek?" vs. Soruları babasına soruyor ama benim yüzüme bakıyordu. Ben
yalnızca Atila'yı destekleyen şeyler söyledim, ya da başımla onayladım tam
hatırlamıyorum.
Odasına
gitti. Sonra hiç konuşmadık. Ertesi gün okuldan döndüğünde gözleri şişmişti
ağlamaktan. Atila ile odasına gittik ve neler hissettiğini anlamaya çalıştık.
Çok üzgündü, o da ne yapacağını bilmiyordu.
Atila ve
ben o güne kadar ne kadar çok zorluğun üstesinden geldiysek yine birlikte
gelebileceğimize dair ona güvence verdik. Bu işi sonucu ne olursa olsun
birlikte halledecektik... Biraz rahatlamıştı sanki.
Neşe Kutlutaş, 13.02.2014, Sonsuz Ark, (İlkYayın Tarihi, 20.02.2012)